bc

YANLIZ KURT

book_age18+
319
FOLLOW
3.7K
READ
alpha
HE
bxg
small town
wild
like
intro-logo
Blurb

Ne kadar süredir bu karanlık ve soğuk hücrede olduğumu hatırlamıyorum bile. Zaman benim için çoktan anlamsız hale geldi. İlk başlarda günleri saymaya çalışmıştım. Her sabahın, her akşamın farkını hissetmeye çabaladım, ama artık gecem mi gündüz, gündüzüm mü gece, bunu bilmek imkânsız. Hücremin duvarları arasında sıkışıp kalmışken, dış dünyadaki yaşamdan tamamen koptum. Sanki başka bir boyutta yaşıyor gibiyim, burada, bu zindanda hayat çok daha yavaş akıyor. Kendimi bildim bileli 25 yaz gördüm, ama bu hücrede geçen yıllar çok daha uzun gibi hissettiriyor. Zaman, benim için bir işkence aracına dönüştü. Her geçen saniye, her geçen dakika, beynimde yankılanan bir çığlık gibi. Ne kadar zamandır bu karanlık yere hapsedildiğimi düşünmek bile beni çıldırtıyor.

Bedenim bitkin, her kasım acıyor. Zincirler boynumu ve bileklerimi acımasızca kavramış, ağır metaller tüm hareketlerimi sınırlıyor. Beni esir alan bu lanet metaller, vücuduma o kadar derinlemesine nüfuz etti ki, artık varlıklarını neredeyse hissetmiyorum bile. Ama onlar orada, her adımda, her nefes alışımda bana hatırlatıyorlar ki bir mahkûmum. Zihnim ise en az bedenim kadar yorgun. Her gün aynı düşüncelerle boğuşuyorum. Kaçmak için planlar yapıyorum, ama hepsi zihnimde boğuluyor. Bir çıkış yolu olmalı, ama bu yolu bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bazen düşüncelerim birbirine karışıyor, gerçek ile hayal arasındaki sınır silikleşiyor. Beynim bu hücrenin karanlığıyla bütünleşmiş gibi hissediyorum, sanki hiçbir zaman ışığa kavuşamayacakmışım gibi.

Özgürlük... Bu kelime zihnimde yankılanıyor, ama artık bir anlam ifade etmiyor. Ne zaman özgür olacağım? Bu işkence ne zaman sona erecek? Cevapsız kalan bu sorular, zihnimde sürekli dönen bir girdap gibi beni içine çekiyor. Her gün, her saat, aynı acı, aynı çaresizlikle uyanıyorum. Bir daha can almak istemiyorum. Can almaktan, kendi türümün hayatını ellerimle sona erdirmekten o kadar bıktım ki artık ruhumun derinliklerinde yankılanan bu kan kokusundan kaçmak istiyorum. Ama kaçamıyorum. Zorla, acımasızca, sırf birilerinin eğlencesi için kendi soyumu katletmeye zorlanıyorum. Bu lanet döngü, her gün tekrar tekrar yaşanıyor. Ellerimin arasından, son nefeslerini verirken yüzlerinde beliren acı dolu ifadeleri görmek, gözlerindeki korkuyu ve çaresizliği hissetmek, ruhumu her seferinde biraz daha kırıyor.

Her öldürdüğümde, içimdeki öfke ve nefret biraz daha büyüyor. Ne zaman bitecek bu işkence? Ne zaman sona erecek? Öldürmeyi reddettiğimde, bana yapılan işkenceler dayanılmaz hale geliyor. Bedenimdeki her bir kemik, her bir kas acı içinde kıvranıyor. Ölümden beter işkenceler... Sanki ruhum bedenimden kopup gitmek istiyor, ama buna bile izin verilmiyor. Her seferinde, hayatta kalmak için savaşıyorum, ama bu savaş artık bir amaç olmaktan çıktı, sadece bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü. Her nefes alışım, her adımım bir ağırlık gibi geliyor. Özgürlüğe adım atmadığım her an, bedenim biraz daha köleleşiyor. Gün ışığını sadece hücremin el bile sığmayan penceresinden görebiliyorum. O incecik ışık huzmesi, bana özgürlüğü hatırlatıyor, ama aynı zamanda ulaşamayacağım bir rüya gibi.

Bu kabusun bir sonu olmalı. Bir yol bulmam gerekiyor. Ama nasıl? Üzerimdeki bu ağır metallerden nasıl kurtulacağım? Vücuduma işleyen kurtboğan otunun etkisi her geçen gün daha da artıyor. Gücümü kaybediyorum. Sanki bu metal zincirler sadece bedenimi değil, ruhumu da esir alıyor. Her sabah, biraz daha zayıflamış olarak uyanıyorum. Ama vazgeçmeyeceğim. Planlar yapmalıyım, bir yol bulmalıyım. Tüm zihnim, bu hücreden kaçmak için bir çözüm arıyor. Zihnimin derinliklerinde bir ışık arıyorum, ama her defasında karanlığa geri çekiliyorum. Yine de pes etmeyeceğim. Bir yol bulana kadar düşüneceğim, plan yapacağım.

Her gece, bu karanlık hücrenin duvarları arasında uyumaya çalışırken, rüyalarımda aynı iki kadın beliriyor. Onlar, bu kabusun içinde gördüğüm tek huzur kaynağı. Rüyalarımda, bu dünyadan tamamen kopmuş gibiyim. İki kadın... Melek kadar masum, beyazlar içinde, bana huzur veren gülümsemeleriyle beliriyorlar. Kim olduklarını bilmiyorum, ama sanki onlarla bir bağım var. Sanki uzun zamandır aradığım, beklediğim bir şeymiş gibi hissediyorum. Biri kollarını bana açıyor, o kadar şefkat dolu ki, tüm acılarımı alıp götürecekmiş gibi hissediyorum. Diğeri ise elimi tutuyor, parmaklarının sıcaklığı içimi ısıtıyor. Onların yanındayken, bu hücrede olduğumu unutuyorum. Bana huzur veriyorlar, bana umut veriyorlar. Her defasında bana aynı şeyi söylüyorlar: "Bizi bul." Ama nasıl? Onlara nasıl ulaşacağımı bilmiyorum. "Nasıl bulacağım sizi?" diye sorduğumda, her defasında aynı cevabı veriyorlar: "Kalbini dinle." Bu sözlerin anlamını çözmeye çalışıyorum, ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, bir sonuca varamıyorum. Kalbimi dinlemek... Belki de buradan çıkış yolum orada, kalbimde saklıdır. Ama kalbimin sesini duymak, bu karanlığın içinde o kadar zor ki.

Bu rüyalardan hiç uyanmak istemiyorum. Gerçek dünyanın acısından, bu karanlık hücrenin soğukluğundan kaçıp, sonsuza

chap-preview
Free preview
ZİNDAN
Ne kadar süredir bu karanlık ve soğuk hücrede olduğumu hatırlamıyorum bile. Zaman benim için çoktan anlamsız hale geldi. İlk başlarda günleri saymaya çalışmıştım. Her sabahın, her akşamın farkını hissetmeye çabaladım, ama artık gecem mi gündüz, gündüzüm mü gece, bunu bilmek imkânsız. Hücremin duvarları arasında sıkışıp kalmışken, dış dünyadaki yaşamdan tamamen koptum. Sanki başka bir boyutta yaşıyor gibiyim, burada, bu zindanda hayat çok daha yavaş akıyor. Kendimi bildim bileli 25 yaz gördüm, ama bu hücrede geçen yıllar çok daha uzun gibi hissettiriyor. Zaman, benim için bir işkence aracına dönüştü. Her geçen saniye, her geçen dakika, beynimde yankılanan bir çığlık gibi. Ne kadar zamandır bu karanlık yere hapsedildiğimi düşünmek bile beni çıldırtıyor. Bedenim bitkin, her kasım acıyor. Zincirler boynumu ve bileklerimi acımasızca kavramış, ağır metaller tüm hareketlerimi sınırlıyor. Beni esir alan bu lanet metaller, vücuduma o kadar derinlemesine nüfuz etti ki, artık varlıklarını neredeyse hissetmiyorum bile. Ama onlar orada, her adımda, her nefes alışımda bana hatırlatıyorlar ki bir mahkûmum. Zihnim ise en az bedenim kadar yorgun. Her gün aynı düşüncelerle boğuşuyorum. Kaçmak için planlar yapıyorum, ama hepsi zihnimde boğuluyor. Bir çıkış yolu olmalı, ama bu yolu bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bazen düşüncelerim birbirine karışıyor, gerçek ile hayal arasındaki sınır silikleşiyor. Beynim bu hücrenin karanlığıyla bütünleşmiş gibi hissediyorum, sanki hiçbir zaman ışığa kavuşamayacakmışım gibi. Özgürlük... Bu kelime zihnimde yankılanıyor, ama artık bir anlam ifade etmiyor. Ne zaman özgür olacağım? Bu işkence ne zaman sona erecek? Cevapsız kalan bu sorular, zihnimde sürekli dönen bir girdap gibi beni içine çekiyor. Her gün, her saat, aynı acı, aynı çaresizlikle uyanıyorum. Bir daha can almak istemiyorum. Can almaktan, kendi türümün hayatını ellerimle sona erdirmekten o kadar bıktım ki artık ruhumun derinliklerinde yankılanan bu kan kokusundan kaçmak istiyorum. Ama kaçamıyorum. Zorla, acımasızca, sırf birilerinin eğlencesi için kendi soyumu katletmeye zorlanıyorum. Bu lanet döngü, her gün tekrar tekrar yaşanıyor. Ellerimin arasından, son nefeslerini verirken yüzlerinde beliren acı dolu ifadeleri görmek, gözlerindeki korkuyu ve çaresizliği hissetmek, ruhumu her seferinde biraz daha kırıyor. Her öldürdüğümde, içimdeki öfke ve nefret biraz daha büyüyor. Ne zaman bitecek bu işkence? Ne zaman sona erecek? Öldürmeyi reddettiğimde, bana yapılan işkenceler dayanılmaz hale geliyor. Bedenimdeki her bir kemik, her bir kas acı içinde kıvranıyor. Ölümden beter işkenceler... Sanki ruhum bedenimden kopup gitmek istiyor, ama buna bile izin verilmiyor. Her seferinde, hayatta kalmak için savaşıyorum, ama bu savaş artık bir amaç olmaktan çıktı, sadece bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü. Her nefes alışım, her adımım bir ağırlık gibi geliyor. Özgürlüğe adım atmadığım her an, bedenim biraz daha köleleşiyor. Gün ışığını sadece hücremin el bile sığmayan penceresinden görebiliyorum. O incecik ışık huzmesi, bana özgürlüğü hatırlatıyor, ama aynı zamanda ulaşamayacağım bir rüya gibi. Bu kabusun bir sonu olmalı. Bir yol bulmam gerekiyor. Ama nasıl? Üzerimdeki bu ağır metallerden nasıl kurtulacağım? Vücuduma işleyen kurtboğan otunun etkisi her geçen gün daha da artıyor. Gücümü kaybediyorum. Sanki bu metal zincirler sadece bedenimi değil, ruhumu da esir alıyor. Her sabah, biraz daha zayıflamış olarak uyanıyorum. Ama vazgeçmeyeceğim. Planlar yapmalıyım, bir yol bulmalıyım. Tüm zihnim, bu hücreden kaçmak için bir çözüm arıyor. Zihnimin derinliklerinde bir ışık arıyorum, ama her defasında karanlığa geri çekiliyorum. Yine de pes etmeyeceğim. Bir yol bulana kadar düşüneceğim, plan yapacağım. Her gece, bu karanlık hücrenin duvarları arasında uyumaya çalışırken, rüyalarımda aynı iki kadın beliriyor. Onlar, bu kabusun içinde gördüğüm tek huzur kaynağı. Rüyalarımda, bu dünyadan tamamen kopmuş gibiyim. İki kadın... Melek kadar masum, beyazlar içinde, bana huzur veren gülümsemeleriyle beliriyorlar. Kim olduklarını bilmiyorum, ama sanki onlarla bir bağım var. Sanki uzun zamandır aradığım, beklediğim bir şeymiş gibi hissediyorum. Biri kollarını bana açıyor, o kadar şefkat dolu ki, tüm acılarımı alıp götürecekmiş gibi hissediyorum. Diğeri ise elimi tutuyor, parmaklarının sıcaklığı içimi ısıtıyor. Onların yanındayken, bu hücrede olduğumu unutuyorum. Bana huzur veriyorlar, bana umut veriyorlar. Her defasında bana aynı şeyi söylüyorlar: "Bizi bul." Ama nasıl? Onlara nasıl ulaşacağımı bilmiyorum. "Nasıl bulacağım sizi?" diye sorduğumda, her defasında aynı cevabı veriyorlar: "Kalbini dinle." Bu sözlerin anlamını çözmeye çalışıyorum, ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, bir sonuca varamıyorum. Kalbimi dinlemek... Belki de buradan çıkış yolum orada, kalbimde saklıdır. Ama kalbimin sesini duymak, bu karanlığın içinde o kadar zor ki. Bu rüyalardan hiç uyanmak istemiyorum. Gerçek dünyanın acısından, bu karanlık hücrenin soğukluğundan kaçıp, sonsuza kadar bu güzel rüyaların içinde kalmak istiyorum. Bu rüyalar, bana huzur ve mutluluk veriyor. Onların yanında olduğumda, kendimi güvende ve sevgi dolu hissediyorum. Ama buna bile izin verilmiyor. Her sabah, bu huzur dolu rüyalardan acımasızca uyanıyorum. Uyandığımda tekrar aynı hücrede, aynı soğuk duvarlar arasında buluyorum kendimi. Hücremin zemininde çürümüş kokular, demir parmaklıkların ardındaki karanlık... Her şey gerçek, her şey acı verici. Hayatımın kontrolünü elimden aldılar. Yaşama hakkımı çaldılar. Mutlu olma şansımı benden aldılar. Ama hala bir umudum var. Rüyalarımdaki kadınlar, bana bir umut veriyor. Beni bekleyen bir şeyler var, ve buradan çıkmam gerektiğini biliyorum. Kalbimi dinlemeliyim. Bu düşüncelerle kendimi avuturken, hücremin derinliklerinden gelen ağır metal zincirlerin gıcırdaması ve anahtarın paslı kilitte dönerken çıkardığı ses yankılanmaya başladı. O tanıdık ses, her şeyden habersiz olan dış dünyadan kopmuş olan zihnimi yeniden gerçeğe döndüren bir işaret gibiydi. Her zamanki nöbetçi, ayak sesleri sert ve kararlı, kapının önüne gelmişti. "Al, canavar," diye tiksinti dolu sesiyle konuştu. Yıllardır duyduğum bu kelimeler, artık ruhuma işlemişti; onlara alışmıştım, ama her seferinde aynı tiksintiyle mideme bir yumruk gibi iniyorlardı. Elindeki kokuşmuş et ve kemiklerle dolu kabı, yüzüme bile bakmadan önüme fırlattı. Etler çürümüş, kemikler kırılmıştı, ama bu benim günlük yemeğimdi. Bir zamanlar ağzıma sürmeyeceğim şeyler, artık hayatta kalmak için yediğim tek şey haline gelmişti. Geldiği gibi, aynı hızla hücreden çıktı. Hücre kapısını hızla kapatıp kilitlediği an, demir parmaklıkların soğuk sesi hücrenin duvarlarında yankılandı. Yine yalnızdım. Her zamanki gibi... İşte benim hayatım buydu: Bir canavar olarak damgalanmış, iğrenç bir mahluk olarak anılan, kimse tarafından değer görmeyen bir varlık. Katil, ucube, yaratık... Bunlar artık ismimin yerine geçmişti. Zihnimde yankılanan bu sıfatlar, günlerdir, belki de yıllardır bana fısıldanıyordu. Gerçek adımı neredeyse unutmuştum. O kadar uzun zamandır adımın söylenmediği, hiçbir insan sesinin beni bir birey olarak çağırmadığı bir hayatta yaşıyordum ki... Adımı hatırlamaya çalıştığımda bile zihnim bulanıyordu, sadece boşluk ve sessizlik kalıyordu geriye. Ancak geriye kalan, zihnimin derinliklerinde yankılanan tek bir şey vardı: Naif, sıcak bir ses. Bir kadının sesi... Beni "Oğlum, Cenk’im," diyerek çağırdığı o ses, yıllardır beynimin köşelerinde yankılanıyordu. Bu ses, gerçekte bir hatıra mıydı yoksa zihnimin uydurduğu, bana güç vermek için yaratılmış bir yankı mıydı, emin olamıyordum. Ama bir şeyden emindim: O sesi her yerde tanırdım. Her şey ne kadar karanlık ve belirsiz olursa olsun, o ses zihnimde bir umut ışığı gibi parlıyordu. Belki de hayatımda duyduğum en güzel sesti. Belki de bu ses, bir zamanlar sevgi dolu bir aileye ait olduğumun, bir insan olduğumun kanıtıydı. Ama şimdi... Şimdi o ses bile, tıpkı ben gibi, bu hücrenin karanlığında kaybolmuş gibiydi. Bir zamanlar kimdim? Gerçekten adım Cenk miydi? Yoksa bu, zihnimin bana sunduğu bir teselli miydi? Bu soruların cevabını bile hatırlamıyordum artık. Zaman, adım, kimliğim... Hepsi silinip gitmişti. Geriye kalan tek şey, canavar sıfatıydı. Onların gözünde bir canavardım, başka bir şey değil. Her sabah kapımda duyduğum "canavar" kelimesi, her seferinde içimdeki insanı biraz daha öldürüyordu. Bir zamanlar kim olduğumun önemi yoktu; şimdi bir ucubeydim, bir katildim. Hayatımın sonu ne olursa olsun, bu zindanda geçen yıllar beni içten içe çürütüyordu. Zihnimin derinliklerinde, o kadının sesiyle yaşamaya devam ediyordum. Beni insan yapan tek şey, o sesti. "Oğlum, Cenk’im," derken içindeki sevgi ve şefkati hissedebiliyordum. O ses, benim ruhumun son kalan parçasına tutunmamı sağlıyordu. Gerçek mi, hayal mi olduğunu bilmiyordum, ama bir zamanlar bir kadının, belki de annemin, beni böyle sevgiyle çağırdığına inanmak istiyordum. Bu inanç, bana güç veriyordu. Ama her geçen gün, o sesi biraz daha kaybediyordum. Her gün, bana daha uzaklaşıyor gibiydi. Zihnimin içinde yankılanan "canavar" kelimesi o kadar ağır basıyordu ki, o kadının yumuşak, sevgi dolu sesi kaybolmaya başlıyordu. Gerçek adımı hatırlamaktan uzaklaşıyordum. Zihnimin oyunları mıydı bu, yoksa gerçekten adımı mı unutuyordum? Emin değildim. Ama bildiğim bir şey vardı: Ne olursa olsun, o sesi unutmamalıydım. Çünkü o ses, beni buradan kurtarabilecek tek şeydi. O ses, beni hayatta tutan son kırıntıydı. Her sabah, her gece, bu hücrede geçirdiğim her saniyede, o sesi hatırlamaya çalışıyordum. Hayatımın en güzel anı mıydı, yoksa sadece hayal mi? Bilmiyorum. Ama ne olursa olsun, o sesi kaybetmemeliydim. Çünkü o ses, benim insan tarafımı hatırlatan tek şeydi. Ve insanlığımı kaybettiğim an, gerçekten canavara dönüşecektim.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

GERÇEĞİN VEBASI +18 (MAFYA SERİSİ 1)

read
6.6K
bc

İlk İYE; Sare

read
3.6K
bc

Kuma

read
12.6K
bc

Buzdan Kalpler +18

read
21.2K
bc

𝘼𝙎𝘼𝙇𝙀𝙏𝙄̇𝙉 𝘽𝙀𝘿𝙀𝙇𝙄̇

read
4.1K
bc

Karanlığın Mirası +18

read
3.5K
bc

İDÂL (BERDEL)

read
36.6K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook