Liam evdeydi. Hastaneden taburcu edileli günler olmuştu ve her geçen gün biraz daha toparlanıyordu. Adımlarında hâlâ temkinli bir yavaşlık olsa da gözlerinde yeniden doğan bir kararlılık parlıyordu. Şifacılar, gümüşün bıraktığı izlerin tamamen geçmesinin zaman alacağını söylese de artık evindeydi; kendi yatağında, kendi duvarlarının arasında. Ve bu bile başlı başına bir zaferdi.
Babam, Liam'ın yokluğunda yeniden geçici olarak alfalık görevini üstlenmişti. Fakat bir süredir garip bir değişiklik vardı onda. Eskisi gibi dingin ve sabırlı değildi. Gözleri sürekli dalgın, kaşları çatık, sesi ise daha sertti. Onunla yüz yüze geldiğimizde bile başka bir şeyle meşgulmüş gibi davranıyor, zihni hep uzaklarda dolaşıyordu. Bu değişim gözümden kaçmamıştı ama hiçbir şey sormamıştım. Henüz.
O sabah, kahvaltı saatinden biraz önce Liam’ı uyandırmak için odasına yönelmiştim. Merdivenleri sessizce çıkarken zihnimde Liam’ın uyanınca yüzünde beliren yorgun ama sıcak gülümsemeyi düşünüyordum ki birden zihnimin içinde babamın sesi yankılandı:
“Lia. Acilen ofisime gel.”
Duraksadım. Daha “Ne oldu baba?” demeye kalmadan bağlantıyı kopardı. Tonu sertti. Acil dediğine göre sıradan bir mesele değildi. Endişem, içime yayılan bir karanlık gibi büyümeye başlamıştı.
Liam’ı uyandırmaktan vazgeçip, yönümü değiştirdim. Babamın evdeki çalışma odası, yani ofisi, bir üst kattaydı. Oraya ulaşmam birkaç adıma bakardı. Kalbim hızlı atıyordu. Ne olabilirdi ki bu kadar acil?
Kapıya vardığımda, aralığından hafif bir ışık sızıyordu. Usulca kapıya dokundum.
“Baba?”
İçeriden masasının başında duran babam başını kaldırdı. Her zamanki gibi bir tomar evrakla boğuşuyordu. Gözleri kısık, yüzü yorgundu.
“Hoş geldin kızım,” dedi sesi yumuşak ama ciddi bir tonda. Eliyle karşısındaki sandalyeyi gösterdi. “Otur.”
Sandalyeye otururken bakışlarımı ondan ayırmadım. Bu tavır… bu ciddiyet… içimde daha da büyüyen bir huzursuzluk yaratıyordu. Zaman kaybetmeden konuya girdim.
“Baba, acil olan ne? Neden çağırdın beni?”
Derin bir nefes aldı. Ellerini önünde birleştirdi, gözlerini bana dikti.
“Şimdi, kızım,” diye başladı. “Biliyorsun, alfalık görevini abine devretmiştim. Hepimiz için doğru olan buydu. Ve Liam bu görev için yıllardır hazırlanıyordu. Ama senin de bildiğin gibi… bir meydan okuma oldu.”
Başımı salladım.
“Evet, baba. Oradaydım. Herkesin önünde abime meydan okundu. Ama abim o savaşı kazandı. Rakibini alt etti.”
Babam başını yavaşça salladı. Gözlerinde bir ağırlık vardı.
“Hayır, güzel kızım. Abin rakibinin canını bağışladı. Onu öldürmedi. Ve o da bu merhameti haince kullandı. Arkasından saldırıp Liam’ı yaraladı. Kurallar açık, Lia… Eğer bir savaşta biri diğerini öldürmezse, rakip tekrar saldırabilir. Ve rakibin saldırısı başarılı olursa… galip o sayılır.”
Sözleri beynimde çınladı.
“Hayır… ama ben rakibini öldürdüm. Liam’ı korumak için.”
“Evet,” dedi babam. “Ve tam da bu yüzden… Şimdi sen alfasın.”
Donakaldım.
“Ne?!” dedim kekeleyerek. “Ben… ben alfa mı oldum? Bu bir şaka olmalı. Güldürmeye çalışma baba.”
Babam sessizce başını iki yana salladı.
“Hayır, şaka değil. Yaşlılarla konuştum. Konseyle de. Hepsi aynı şeyi söyledi. Gelenekler çok açık. Kurallara göre, bir meydan okumada hayatta kalan ve düşmanını öldüren kişi alfalığı alır. Sen, o an Liam’ı korumak için sahneye çıktığında aslında yeni bir savaş başlattın. Ve kazandın. O adamı sen öldürdün.”
İçimden bir buz gibi ürperti geçti.
“Ama baba… Ben savaşmak için çıkmadım oraya. Ben abimi korumak için…”
“Niyetin ne olursa olsun, sonuç değişmez. Kan döküldü, savaş oldu, kazanan sensin. Gelenekler niyete değil, sonuca bakar. Bunu biliyorsun.”
Gözlerim babamın gözlerine kenetlendi.
“Ama bu görev… Bu görev benim değil. Bu abimin görevi. Yıllardır bu unvan için hazırlandı. Her eğitimi o aldı. Her sorumluluğu o taşıdı. Ben… Ben sadece onun kardeşiyim. Yanındaydım. Ama onun yerinde değilim.”
Babam gözlerini kaçırmadı.
“Biliyorum. Kalbinin yerini, niyetinin saflığını da biliyorum. Ama kurt dünyasında gelenekler her şeyin üzerindedir. Ve şu an bu sürünün resmî alfası sensin. Bunu değiştiremeyiz.”
Yutkundum. İçimde büyük bir çatışma vardı. Göğsüm daraldı, ellerim soğudu.
“Ben… bunu yapamam baba.”
“Yapacaksın,” dedi kararlı bir tonda. “Çünkü sadece hakkın olanı değil, abinin de seni yanında isteyeceğini biliyorum. O iyileşiyor. Ve bir gün yeniden gücünü toplayacak. Ama o zamana kadar bu sürünün sana ihtiyacı var, Lia. Senden başka kimse bu görevi layıkıyla taşıyamaz.”
Kelimeler boğazımda düğümlendi. Bu bir onur muydu, yoksa bir yük müydü, hâlâ bilmiyordum. Ama tek bildiğim… geri dönüş yoktu artık.
Liam evdeydi. Her geçen gün biraz daha iyileşiyor, yaralarının izleri yavaş yavaş siliniyordu. Gümüş bıçağın bıraktığı acı artık bedeninde değil, ruhunda yankılanıyordu. Ama güçlüydü… yeniden ayağa kalkacaktı.
Babam, Liam’ın yokluğunda geçici olarak alfalık görevini üstlenmişti. Fakat bir süredir garip bir gerginlik vardı üzerinde. Gözleri yorgun, sesi sertti. Odalarda yürürken gölgesi bile sinirli bir varlık gibi dolaşıyordu. Alfanın içindeki fırtınayı herkes sezebiliyordu ama kimse sormaya cesaret edemiyordu.
O sabah, kahvaltı saatinden önce Liam’ı uyandırmak için odasına doğru yürüyordum ki, zihnimde babamın sesi yankılandı:
“Lia. Acilen ofisime gel.”
Donakaldım. Sormama bile fırsat vermeden bağlantıyı koparmıştı. İçime bir huzursuzluk yerleşti. Liam’ı uyandırmaktan vazgeçip bir üst kattaki çalışma odasına yöneldim. Adımlarım hızlıydı ama kalbim onlardan da hızlı atıyordu. Kapı aralıktı. İçeri girmeden önce usulca tıklattım.
“Baba?”
Masasında biriken evrakların arasında kaybolmuş gibi görünen babam başını kaldırdı. Gözleri uykusuzdu, ama düşünceleri çok daha ağırdı.
“Hoş geldin kızım,” dedi. “Otur.”
Karşısındaki sandalyeye oturdum. Daha ben sormadan konuşmaya başladı.
“Lia, biliyorsun, alfalık görevini abine devretmiştim. Ve hepimiz için doğru olan da buydu.”
Başımı salladım.
“Evet. Ve abim o sorumluluğu yıllardır taşıyor.”
Babam derin bir iç çekti.
“Ama meydan okuma oldu. Ve her şey değişti. Evet, Liam savaşı kazandı… ama rakibini bağışladı. Rakibi de bu merhameti haince kullandı. Onu bıçakladı ve teknik olarak Liam’ı yendi.”
“Baba, ben oradaydım. Biliyorum. Ama ben… ben onu öldürdüm. Kardeşimi korumak için.”
Babam gözlerini bana dikti.
“İşte bu yüzden, geleneklere göre... artık alfa sensin.”
Sessizlik… kulaklarım uğuldamaya başladı.
“Ne?” dedim. “Ben… ben mi? Hayır. Bu bir şaka olmalı.”
“Hayır, şaka değil. Sürü konseyiyle de konuştum. Onlar da kuralları hatırlattı. Kazanan, ayakta kalan, alfadır. Ve şu anda bu sürünün resmî alfası sensin.”
O an tüm bedenim buz kesmişti. Duygularım birbirine karıştı: Şok, korku, öfke, gurur…
“Baba… ben yıllardır bu görev için hazırlanmadım. Bu görev Liam’ın. Her şey onun içindi.”
“Biliyorum,” dedi babam, sesi yumuşamıştı. “Ama niyetin ne olursa olsun, sonuç bu. Bu senin seçimin değildi, ama kaderin buydu.”
Derin bir nefes aldım. Kalbim ritmini bozmuş gibi atıyordu. Gözlerim yavaşça babamınkine çevrildi ve kelimeler dudaklarımdan döküldü:
“Ben... yüz yıllardır süregelen erkek egemenliği altında yaşayan kurt topluluklarında bir ilkim. İlk kadın alfa.”
Sözlerim odada yankılandı. Babam bir süre sustu. Gözleriyle beni inceledi. Ardından başını ağır ağır salladı.
“Evet, kızım. Bu kolay olmayacak. Sadece gücünle değil, varlığınla bile meydan okuyacaksın kurallara. Ama bu sürü, senin gibi birine hiç olmadığından daha fazla ihtiyaç duyuyor.”
Dudaklarımı sıktım. Artık geri dönüş yoktu. Bu, sadece bir unvan değildi. Bu, yüzyıllardır değişmeyen zincirlere vurulan ilk darbeydi.
Babamla ofisteki o ağır konuşmanın ardından birlikte sessizce merdivenlerden inmeye başladık. Her adımda içimdeki karmaşa biraz daha büyüyor, kalbim sıkışıyordu. Kendimi hâlâ bu gerçeğe alıştırmaya çalışıyordum: İlk kadın alfa… Hem gurur hem de büyük bir sorumluluktu bu. Ama en çok da Liam’a nasıl söyleyeceğim konusunda içimde bir düğüm vardı. O hâlâ iyileşmeye çalışan, var gücüyle toparlanmaya çalışan kardeşimdi. Ve ben, onun hayalini taşımak zorunda kalmıştım.
Kahvaltı salonuna yaklaştıkça hafif bir kahkaha sesi duyuldu. Kapıyı araladığımda Liam’ı gördüm. Masanın başında oturuyordu. Üzerinde gri bir tişört, saçları dağınıktı ama yüzünde o eski neşeli ifadesi vardı. Gözlerinin içi gülüyordu. Bu kadar gün sonra onu böyle görmek beni şaşırttı. Ama aynı anda kalbim bin parçaya bölündü. O an babamın ofisinde söylediklerini, bu kahkahaların arasına nasıl sıkıştıracaktım?
Sessizce masaya geçip yerime oturdum. Liam hemen başını kaldırdı, bana baktı.
“İyi ki geldiniz,” dedi neşeyle. “Karnım zil çalıyor.”
Ben de hafif bir tebessümle başımı salladım. Onun o hâlini görünce, içimdeki burukluğu gizlemek için yüzüme mutlu bir ifade yerleştirdim.
“Hayırdır Liam,” dedim, çatalımı elime alırken. “Bugün oldukça mutlu görünüyorsun.”
Liam gözlerini kısıp gülümsedi.
“Evettt canım kardeşim,” dedi uzatarak. “Hayırdır sen bu neşeyi pek görmeye alışkın değilsin değil mi?”
Annem o sırada masaya çay servis ederken gülümsedi.
“Bu mutluluğu neye borçluyuz bakalım?”
Liam derin bir nefes aldı.
“Hayatımla ilgili yeni kararlar aldım,” dedi.
Babam kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Hımm… Ne kararıymış bu bakalım?”
Liam sandalyesine yaslanıp ellerini ensesinde birleştirdi, yüzünde o eski maceraperest gülümsemesi vardı.
“Dünyayı gezmeye karar verdim,” dedi. “Yeni yerler keşfetmeye, farklı kültürler tanımaya… Bu yaşadığım olaylar bana hayatın ne kadar kısa, ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Ölümün bu kadar yakın olduğunu hissettiğinizde, aslında ertelediğiniz her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu anlıyorsunuz. Ve ben artık çocukluğumdan beri hayalini kurduğum şeyi yapacağım. Çantamı alacağım ve dünyayı dolaşacağım.”
Mutfak bir anda sessizliğe büründü. Hepimiz şaşkındık ama bu, Liam’ın içinden geçen bir şey olduğunda ne kadar ciddi olduğunu bildiğimiz için, hiç kimse hemen karşı çıkamadı. Gözlerinde kararlılık vardı, bu bir anlık heves değil, içten gelen bir uyanıştı.
Bir an durduktan sonra babasına döndü.
“Ve baba…” dedi sesi yumuşayarak. “Üzgünüm ama alfa olmak istemiyorum. Bu yükü taşımak için kendimi hazır hissetmiyorum, belki hiçbir zaman hissetmeyeceğim. Ama bu, senden kaçtığım anlamına gelmiyor. Sadece kendi yolumu çizmek istiyorum. Ve alfalık için başka birini bulman gerekecek.”
Babam tam karşısında, sessizce oturuyordu. Gözleri Liam’da, yüzünde anlaşılması zor bir ifade vardı. Hayal kırıklığı değil… belki sadece durumu sindirmeye çalışan bir sessizlik.
Liam hafifçe bana döndü.
“Hatta benim bir fikrim var,” dedi ve gülümsedi. “Lia alfa olsun. Sonuçta o da senin kanından, baba. Alfa kanı onun damarlarında da var.”
Sözleri bir anda odamda yankılandı. Kalbim göğsüme sığmadı o an. Sessiz kaldım. Gözlerim istemsizce babama döndü. O ise zaten bu konuşmanın buraya varacağını biliyormuş gibi bakıyordu.
Liam devam etti:
“O gün, beni korumak için canını ortaya koydu. O adamı gözünü kırpmadan öldürdü. Sadece bana değil, bu sürüye de sahip çıktı. Ve ben o an anladım… Bu görev sadece güce değil, kalbe de bağlı. Ve onun kalbi, bu sürüye sahip çıkacak kadar büyük.”
Bir an herkes sustu. Çaydanlık tıkırdadı, dışarıda kuşlar cıvıldıyordu ama içerisi buz gibi olmuştu. Ben, yutkunarak başımı eğdim. Söylemek istediğim çok şey vardı ama boğazımda düğümlendi.
Babam ise sakince çayından bir yudum aldı.
“Biz bu konuyu sabah konuşmuştuk,” dedi. “Ve karar çoktan verildi.”
Liam kaşlarını kaldırdı.
“Ne kararı?”
Babam bana döndü. Gözlerinde alışılmadık bir yumuşaklık vardı.
“Lia artık bu sürünün resmî alfası.”
Liam bir an bana, sonra babama baktı. Gözlerinde şaşkınlık ve sonra hızla yayılan bir gurur ifadesi oluştu.
“Gerçekten mi?” dedi hafifçe gülerek. “Ben bunu öneriyordum ama... Harika.”
Ben ise gözlerimi yere diktim. İçimdeki karmaşa hâlâ sürüyordu. Ama artık bir gerçek vardı:
Ben, yüzyıllardır erkek egemenliğinde yaşamış kurt topluluklarının ilk kadın alfasıydım. Ve şimdi bu unvanla birlikte, tüm sürünün kaderi omuzlarıma yüklenmişti.