Ivy
Sinirim olduğu gibi benimleydi. Kalbimdeki öfke zihnimi zehirli bir sarmaşık gibi ele geçiriyordu. Adımlarım odamın önünden beni müdürün odasına doğru son gaz ilerletti. Yoluma çıkan, benimle konuşmaya ya da durdurmaya çalışan herkesi ezip geçerken tek hedefim o aşağılık herifim odama nasıl birini soktuğuydu. Bunun için anlaşmıştık. Bu bir kuraldı.
Bu uyması zorunda olduğu siktiğimin kuralıydı.
Odasının önüne geldiğim gibi kapıyı çalma gereği bile duymadan içeriye daldım. Odaya girdiğimde ilk fark ettiğim Müdür Frederic değil, karşısındaki koltukta oturan armani marka takım elbise giyen orta yaşlı bir adamdı. Bakışlarım sertleşti, orada öylece durmuş bakışlarımı ikilinin arasında oynatıyordum.
“Ivy gördüğün gibi, misafirim var.” Bu sözler beni durdurmadı. Adamın üzerine yürümeye başladığımda adam bakışlarını benim üzerimden alarak Frederic’in yüzüne çevirdi ve titreyen sesiyle konuştu.
“Bu kadın, Ivy Ruth mu?” Müdür derin bir nefesi içine çekerken başını onaylar anlamda salladı. Bense adamın tam önünde durmuştum.
“Çık dışarı.” Sesimde bariz bir emir yatıyordu. İkileme yer bırakmamıştım. Yapması gereken tek şey lafımı dinleyerek dışarı çıkmasıydı. Başımı aşağı eğmeden gözlerimi aşağı dikerek ona bakarken bakışlarımın ne kadar donuk gözüktüğünü tahmin edebiliyordum.
“Bayan Ruth, konuşmalı…” Parmaklarım takımıyla uyumlu olan kravatını buldu ve onu sertçe kavradı. Kravatından onu kendime doğru çektim. Onun zayıflığı mı yoksa benim gücüm mü bilmiyorum ama adamı koltuktan kendime doğru çekmem hiç zor olmamıştı.
“Sana çık dışarı dedim, buraya sonra gelmelisin.” Sesim öyle sakindi ki dışarıdan beni dinleyen biri ölümü çağırdığımı düşünebilirdi. Adam telaşla başını salladı, iki elini kravatı tutan elime doğru uzattı ve ellerimi hafifçe itti. Onu serbest bıraktığım gibi de arkasına bile bakmadan odayı terk etti.
İşte, bir Ruth olmak insanları böyle etkiliyordu. Benim ne kadar korkutucu olmamın bir önemi yoktu, soy adımın girdiği her alan beni dokunulmaz yapıyordu. Az önceki adamın oturduğu koltuğa oturdum, biraz öne eğilerek yeni temizlenmiş siyah bez ayakkabılarımda toz varmış gibi elimin tersiyle silkeler gibi yaptım ve sonrasında da sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atarak Frederic’in masasına doğru eğildim.
“Evet Frederic, babamla yaptığın anlaşmayı ve ne kadar para aldığını hatırlıyor musun?” Birkaç saniye duraksadım, sakin olmalıydım ama sinir içimden kendini her an daha fazla belli ediyordu.
“Tek kalmam hakkında yaptığınız anlaşmadan bahsediyorum! Bunu unutmuş olamazsın.” Bakışlarındaki korkuyu gördüm ama bu korkuyu ayırt edebiliyordum. Bu soy adımdan korkan bir adamın bakışları değildi, o direkt olarak benden korkuyordu. Olduğum kadından.
“Üzgünüm Ivy, yeni bir anlaşma yapıldı ve artık iki kişi olmak zorundasın. Yanına gelecek adam, buna baban bile onay vermek zorunda kaldı.” Kaşlarım çatılırken dediklerini sindirmeye çalışıyordum. Babam, Valentino Ruth… Bir şeye onay vermek zorunda kalmıştı, bir adama, benimle kalacak olan bir adama? Buna inanmıyordum.
“Böyle bir şeyin imkânı yok, ayrıca bir adam mı? Bir adamla aynı odada baş başa kalmayacağım. Ona başka bir oda ayarla!” Frederic bir parmağını gömleğinin son düğmesine götürdü ve sakince açtı. Nefes alamıyor, daha doğrusu bunalmış gibi gözüküyordu.
“Bunu zaten teklif ettim Ivy ama baban aradı ve bunu kabullenmen gerektiğini söyledi. Hadi durma,” telefonunu bana doğru uzattı ve devam etti, “…ara babanı.” Telefonu sinirle elinden kavradım babamın numarası tuşladıktan hemen sonra telefonu kulağıma dayadım. Üçüncü çalmadan sonra telefon açıldı, Bay Ruth her zamanki öfkeli nefesiyle telefona cevap verdi.
“Ne var Frederic, beni neden rahatsız ediyorsun?” Sinirle gözlerimi kırpıştırdım. Sesini özlemek ve nefret etmek arasında bir çizginin içindeydim ama sanırım ikinci seçenek daha gerçekçi olurdu.
“Acaba seni neden rahatsız ettim baba? Hım…” dedim düşünceli bir şekilde ve devam ettim, “…belki de beni bir adamla aynı odaya sokma düşüncesine karşı çıkmadığın içindir, ne dersin?” Ses tonum nefret ve kin doluydu.
“Çocukluk yapma Ivy, orada uzun zamandır teksin bir süre yanında biri olması sorun olmamalı.” Nefretle köpürdüm. Ne demek sorun olmamalıydı? Buranın nasıl bir yer olduğundan haberi var mıydı?
“Yanıma birini vermek yerine belki de beni bu sikik yerden kurtarmalısın baba, bunu düşündün mü? O salak imparatorluğun ne zaman bir boka yarar ve beni buradan çıkarır?” Babamın sert soluklarını telefonun ucundan hissederken en az benim kadar sinirli olduğunu anlıyordum.
“Lanet olası başka bir imparatoru öldürmüşken oradan çıkmayı düşünüyor musun? Oraya seni avlamasınlar diye girdin ve olay hâlâ dinmiş değil. Belki de Theodore Russo’yu öldürmek yerine bize haber vermeliydin?” Nefesim boğazımda düğümlendi. Neler olduğunu biliyordu, orada neler yaşadığımı biliyordu.
“Bunu neden yaptığımı biliyorsun, bana nasıl bunları söylersin? Başka seçeneğim olduğunu mu sanıyorsun? Eğer öyleyse sen delirmişsin ve ne beni ne de yaşadıklarımı önemsemiyorsun!” Telefonun diğer ucundan nefeslerinin sakinleştiğini anlayabiliyordum.
“Kes sesini Ivy, benim tek varisim olduğunu biliyorsun. Seni tabii ki önemsiyorum ama o zaman da şimdi olduğu gibi çocukça davrandın. Hırslarına yenik düştün, bir aptal gibi karar verdin. Oda işine gelince buna bir süre katlan, sonrasını halledeceğim. Orada yaramazlık yapma, imparatorluğumu sorguluyor olabilirsin ama buradaki herkes senin için çabalıyor,” dediklerinden hemen sonra telefonu suratıma kapattı.
Siktirsin. Ne beni önemsiyordu ne de oradakiler benim için çabalıyordu. Onu arayana kadar beni düşünmediğine bile emindim. Varisi olduğumu söylüyordu ama varisinin böyle bir hapishanede bir adamla aynı odada kalmasına göz yumuyordu. İçimdeki bu his de neydi?
Korkuyor muydum? Biriyle aynı odada uyumak… Tekken bile zar zor uyurken bir adamın üstümde uyuması, buna alışamazdım. Üstelik benim tek kalma anlaşmamı bozacak biri, sıradan olamazdı. Siktir, şimdiden telaşın beni ele geçirmesine izin vermiştim.
Telefonu masaya bıraktım, Frederic’in bana bir şey demesine izin vermeden hızla yerimden kalkarak odayı terk ettim. Kapının kenarında az önceki adam duruyordu, dışarı çıkmaya zorladığım adam.
“Sen kimsin?” dedim sertçe. Bakışları üzerime dönerken elindeki evrak çantasının kulpunu daha sıkı kavradı.
“Bugün gelecek mahkumlardan birinin avukatıyım, Bayan Ruth.” Başımı iki yana doğru salladım, konuşmama değecek biri değildi. Arkamı dönmüş ve birkaç adım atmışken tekrar konuşmaya başladı.
“Aiden Castiel, Bayan Ruth. Lütfen bu ismi iyi hatırlayın.” Sol omzumun üzerinden kafamı hafifçe çevirerek adam baktım. Ona bakmamı umursamıyormuş gibi sözlerinden hemen sonra müdürün odasına girerken duraksadım. Aiden, Aiden Castiel. İsim hafızamı yokladım, tanıdık değildi. Tanıdık hissettirmemişti. Omuzlarımı silktim, duş alsam iyi olacaktı. İlk işim bloğa ilerleyerek odamdan eşyalarımı almak oldu.
Odadan ayrıldığım gibi duşların olduğu bölüme gittiğimde içeride duş alan birkaç kadının olduğunu gördüm. Yan taraftan temiz bir havlu olarak kabinlerden birine girdim. Üzerimdeki her şeyi çıkarıp kabinin içindeki askıya havluyla birlikte astım. Suyu açıp soğuğa ayarlarken amber kokulu şampuanımı avucuma sıkarak saçlarımı köpürttüm. Çok geçmeden beklemeden de duruladım. Yine amber kokulu duş jelimi vücudumda gezdirirken elime değen pürüzlü ve kabarmış yara izleri her seferinde olduğu gibi nefesimi kesti. Onlara dokunmak, onları yeniden hissetmek; ölüm gibiydi. Her şeyi yeniden yaşıyormuşum ve yeniden cinnetin eşiğine geliyormuşum gibiydi. Düşünceler beynimin içini kurcalarken kapının dışındaki seslere kulak kesildim.
Birkaç takırtı, biraz bağırış… Kadınlar banyosu yine her günkü gibiydi. Kaos her zaman bizimleydi. Vücudumu da güzelce temizleyip kabinin içerisinde kurulandım. Her zamana kabinde giyinir, kabinde soyunurdum. Birinin izlerimi görme düşüncesi beni ürkütüyordu. Belki de bu yüzden biriyle aynı odada olma düşüncesi beni tedirgin etmişti.
Vücudumu kuruladığım havluyla saçlarımı doladım, temiz iç çamaşırlarımı ve siyah eşofmanları giydim. Dışarı çıktığım gibi beni bekleyen Liliot ve Ashley’i gördüm. Duşa girdiğimi gördükleri gibi peşimden gelmiş olmalıydılar.
“Ne zaman geldiniz?” Ashley kollarını önünde bağlayarak yutkundu. Bakışları üzerimde dolanırken öksürdü.
“Senin eşyalarınla odandan çıktığını gördüğümüzde peşinden geldik, Queen. Düşmanın çok, dikkat etmelisin.” Liliot ona katıldığını belli eden mırıltılar çıkartırken elimdeki eşyaları almak için ellerini bana uzattı. Eşyalarımı kucağına bırakırken onlara şöyle bir baktım.
Aslında kendilerini bile koruyamayacak kadar çelimsizlerdi ama onların havasını seviyordum. O yüzden onlar beni değil, ben onları koruyormuşum gibi duruyordu. Sorun değildi. Korunmaya ihtiyacım şu an için yoktu ve olduğu zamanda bunun altından kalkabilirdim.
Saçımdaki havluyu sıkıp iyice suyunu aldıktan sonra çıkarttım. Onu da kıyafetlerimin üzerine koyarken onları Ashley’e doğru uzattım.
“Çamaşırhaneye götür, kıyafetlerimin ütüsü bozuk olmasın Ashley. Orada kim varsa ona söyle.” Başını salladığı gibi önden giderken Liliot ve ben de odaların olduğu kısma doğru ilerliyorduk. Kahvaltıya az bir süre kalmıştı, acıkmıştım.
“Zor olmuyor mu?” Liliot’un sakin sesi kulaklarıma doldu. Kaşlarım çatılırken duraksadım.
“Ne zor olmuyor mu, Liliot?” Bakışları kısa bir an beni buldu, sonrasında da hemen kucağındaki eşyalarıma döndü.
“Bu kadar kişinin senden nefret etmesi, sürekli tetikte olmak Queen. Bu zor değil mi?” Bakışlarımı bir an bile üzerinden ayırmadım.
“Hayır Liliot, bu her zaman yapman gereken bir şey ve bunu burada değil; dışarıda bir imparatorun kızıyken öğrendim. Bunun ne demek olduğunu anlıyorsun, değil mi?” Başını hızla salladı, tek kelime bile etmedi. Onunla birlikte koridordan geçip merdivenlerden çıkarken bir grubun bakışlarını üzerinde hissettim.
“Yanındakini bir günlüğüne bize ver, Queen. Ona dünyanın nasıl bir cennet olduğunu gösterelim.” Bu Olric’ti. Sayısız tecavüz ve istismar… İçlerinde kız kardeşi bile vardı. Siyah kıyafetlere sahip bir diğer mahkum oydu. Liliot yanımda titredi, sadece bazen birini öldürmenin insanları buraya düşürmemesi gerektiğini düşünürdüm ve bunun tek sebebi Liliot’tu. O buraya yanlışlıkla düşmüş gibiydi, herkesten daha masumdu. Kolumu onun omzuna attım ve Olric’e döndüm.
“Siktir git elini becer, seni sapık piç!” Sesim geniş alanda yayılırken Olric eskisi kadar eğleniyor gibi durmuyordu.
“Bir gün senin o küçük amını parçalayacağım, Queen. O zaman bu kadar burnu havada olabilecek misin merak ediyorum.” Şuh bir kahkaha atarken odama doğru ilerliyordum.
“Sadece dene göt herif, sana meydan okuyorum.” Dudakları bir köpek gibi yukarı kalktı, burnunu kırıştırdı ve tam anlamıyla bana hırladı.
Liliot odaya geçmiş eşyalarımı koyarken gardiyanların arka kapının kilidini açtığını duydum, korkulukların başına ilerlerken içeri giren yeni mahkumları görmek için biraz daha eğildim. İçlerinden biri benim yeni lanet olası oda arkadaşım olduğunu bilirken sinirlerim yeniden tepeme çıkmıştı. O sıra içeriye beş kişi girdi. Üçü erkek, ikisi kadındı. Hepsinin kıyafetleri beyazken, saçları siyah; iri yarı olan adamın üstü siyahtı. Seviyesini görmek için koluna baktım, kırmızı şeridi görünce yutkundum. Ondan önceye kadar tek kırmızı şerit bendim.
Mevcut mahkumlar sözleriyle yeni gelenleri çoktan taciz etmeye başlamışken siyah giysileri olan adam onu izlediğimi biliyormuş gibi bakışlarını direkt olduğum yere doğru kaldırdı, sarıya çalan gözleri gözlerimi bulduğu gibi afalladım. Yakışıklı suratı, korkunç bir kibri üzerinde taşıyordu. Sarıya çalan kehribar rengi çekik gözler, dolgun dudaklar, çıkık elmacık kemikleri, sert bir çene hattı. Gözlerim sağ gözünün hemen altındaki beni bile seçebiliyordu.
O an anladım, odama girecek kişi oydu. Bir kral gibi karşımda dikiliyordu. İri cüssesiyle bana göz dağı veriyor, bundan da zevk duyuyordu. Omuzlarımı dikleştirerek korkuluğun demirlerine daha sıkı tutundum. Gözlerini bir an bile gözlerimden çekmezken yıkılmaz duruşunu seyrettim.
Bana bir kral gibi bakıyor olabilirdi ama bilmesi gereken tek bir şey vardı. Benim gölgemde bir kral değil, sadece soytarı olabilecekti. Bunun için elimden gelen her şeyi yapacaktım.