6

2145 Words
Kuyruğu yerlerde sürünen, ön kısmı bir parça daha kısa olup her adım attığında ayakkabılarını ortaya çıkaran elbisesi vardı üzerinde. Omuzları, boynu, gerdanının büyük bir kısmı açıktı. Elbisenin kol kısmı tam omuzlarının bittiği yerden başlıyordu. Tül tül dökülüyordu bileklerine kadar. Göğüs kısmı tam oturmuş, ince belini tamamen ortaya çıkarmıştı. Siyah elbisenin içinde esmer teni ışıldamaya son sürat devam ediyor, dalga dalga dökülen saçlarının büyük bir kısmı sağ omzundan aşağıya akıyordu. Şelaleler gibi durmaksızın... Dudaklarındaki koyu kırmızı ruj onu biraz olgun gösterirken, gözlerindeki hafif makyaj teraziyi daha dengeli bir ayara getiriyordu. Normalde de kıvrık olan kirpikleri rimelle canlandırılınca daha yoğun ve uzun görünüyorlardı. Göz kenarlarına hafifçe dokundurulan siyah renk ve göz pınarlarındaki parlaklık genç kıza bakan herkesin dönüp bir daha bakmasına sebep olacak ölçüdeydi. Yüzük ve orta parmağına taktığı ince, zarif yüzüklerin bulunduğu elini boynunda dolaştırdı etrafına bakınırken. İki göğsünün arasına doğru varan kolyenin ucunda kırmızı bir yakut taşı vardı. Taşı ancak ondan uzun bir insan dikkatle bakarsa farkına varabilirdi. Ahu'nun eli alışkanlıkla o kolyenin ucuna gitmek istedi fakat kendini tutarak boynunda bir süre daha oyalandı. Gerginliğinin nedeni günlerdir içinde asice dolaşıp duran, laftan sözden anlamaya niyeti olmadığı bariz bir histi. Başına buyruktu. Oysa Ahu'nun her hareketi, her adımı, ağzını aralayışı bile, kızın kırk kere düşünüp kırk kere elekten geçirdiği şeylerdi. Şimdi elleriyle tutamadığı, tutacak gibi olduğunda kayıp çok daha uzağa savrulan bir his onu didik didik ediyordu. Bu gece bir şeyler olacaktı ve bir daha eskisi gibi olmayı başaramayacaktı. O ses susmuyordu. Hastanenin on ikinci yıl balosunda insanlar alttan alttan çalan muhteşem bir müzikle kulaklarına bayram ettirirken, Ahu kendi bedeni içinde sıkışıp kalmıştı sanki. Nereye dönse ruhundan bir köşeye çarpıyordu. Nereye baksa sayılı kez gördüğü adamı arar gibi kısılıyordu gözleri. İnsan kendinden ve ona tuzaklar kurmaya meyilli duygularından kaçabilir miydi? Ucu kızgın demirli bir çubukla onu dürtüp duruyorlarmış gibi hissediyordu. Hem kaçacak delik arıyor hem de o tatlı sızıdan hoşlandığını inkâr edemiyordu. Aras Özgür Ilgar'ı arayan gözler nasıl olurdu da onun sürekli insanlardan kaçırıp durduğu gözleri olurdu? Doktor Aras Özgür'e bakmak tozun dumanın birbirine katıldığı yerde gözlerini açık tutmaya çalışmaktan başka bir şey değildi. Ne pahasına gözlerini sımsıkı yummak yerine bunu yapıyordu? Dertsiz yerlere ayak basmış da dert mi arzular olmuştu? Burukça bir şekilde kıvrıldı dudakları. Dertsiz toprakların kokusunu bile bilmiyordu. Ayaklarının ucunu süremediği topraklar böyle sıra sıra dağların ardından bile göz alıcıydı. Taha yanına gelip koluna dokundu kısaca. Elini çeker çekmez düz bir ses ve o düzlüğe yaraşan taş gibi surat ifadesiyle Ahu'nun bakışlarını yakaladı. "Dans etmemiz gerekiyor," dedi uygulanması kati suretle şart bir kuralı vurgularcasına. "Babam biz dans etmezsek konukların çekineceğini ve dikkat çekeceğimizi söyledi." "Tamam," diye kabullendi genç kız başını sallayarak. "Edelim o zaman abi." Taha elini uzatınca bekletmeden tuttu Ahu. Gözleri donuk bakan adamla birlikte boş alana doğru yürürken bakışların tanıdık iğnesini üzerinde hissedebiliyordu. Yüksek topuklularının üzerinde dönüp Taha'nın omzuna elini yerleştirdi ve diğer elini de abisinin usulca kavramasına izin verdi. Çellonun sesi kulakları doldururken, kurulmuş oyuncak bir bebek gibi dans ediyordu. Dışarıdan bakıldığında çok güzeldi. Dışarıdan bakıldığında zarafeti sedef sedef dökülüyordu. Fakat Ahu, abisiyle göz göze gelmemek için sokak sokak koşturuyordu. Kimse bilmiyordu. Nefes nefese kalıyordu, kimsenin aklının ucuna uğramıyordu. Buzlarına çarpmamak, zangır zangır titrememek için nefesinin zayıflamasını göze alıyordu. "Sima'nın okuluna uğramam gerekiyormuş." Yüzüne bakmadan konuşan Taha onu afallatmıştı. İfadesini korudu yine de. "Senin halledemeyeceğin bir şey mi oldu?" Ahu'nun halledemeyeceği çok şey olmuştu ama halletmişti. Tırnaklarını devreye sokup avuçlarının soyulmasını gözden çıkararak... "Onlara ilgilenebileceğimi söyledim." Yüzüne küçük bir tebessüm kondurdu kaslarını zorlayarak. "Yine de senin gitmen konusunda ısrarcı oldular. Sima'nın bu huzursuzlukları bilerek çıkardığını söylüyor öğretmeni." Taha kaşlarını karşısındakine yanılsama gelebilecek kadar uçuculukla çatıp yeniden yaprağı yerinden oynatmayacak kadar düz ifadesine büründü. "Gidemem." "Tabii," diye mırıldandı Ahu küçük tebessümü dudaklarına kırık kalplerin sızısını bırakırken. "Gidemezsin." "Kaşıma işte Ahu." Genç kızın parmakları Taha'nın omzunda idamını isteyen, umudu kalmamış bir mahkûm gibi duruyordu. "Dokunmuyorum bile abi. Ben sadece bana söylenileni yapıyorum. Fazlasını yapmıyorum, sen de bunu biliyorsun." Taha gözlerinin ta içinde patlayan, Ahu'nun dışında kimsenin kolaylıkla farkına varamayacağı bir hissiyatla soluk aldı. Fakat o soluğun ardından söyleyeceği şey her neyse yutmak zorunda kaldı. İçindeki boşlukta süzülüp hemen yok olacak kelimeleri unutuldu. Hayatının yaradan işlenmiş olan hatırasını hafızasından silmeyi beceremeyen bir insanın yapacağı gibi başka şeyleri unutmaya başladı. Unutmak Taha için bu nereye sürüklediğini bilmediği hayatında sıkça önüne konulan yemek haline geldi. Bıktı. Usandı. Yine de gıkını çıkarmadı. Kustu, ağzını çalkaladı. Sonra yine aynı yemeği yedi. Hep unuttu. Tek bir hatıra için tüm hatıraları ateşe attı. Asistanlardan Beril, Taha hocasıyla dans etmek için çekine çekine yanlarına gelmişti. Böylelikle Ahu boğazını dahi karıncalandıran bu konuşmadan kurtuldu. Ellerini abisinin bir şey söylemesini dahi beklemeden çekti adamın üzerinden. Beril'le mecburi ve kibarlık sınırlarını zorlayan bir dansın kurbanı olan Taha'ya son kez bakıp kenara çekilecekken, insanların birçoğunun keyif içerisinde dans ettiklerinin farkına vardı. Sağ eli elbisesinin kumaşını yakaladı ve arkasını dönüp iki adım ancak atabildi ki, siyahlar içerisinde bir adam tam önünde durup öylece geçip gitmesini engelledi. Kirpiklerini kaldırıp Aras’ın yüzünü gördü ve bu defa kirpiklerini aceleyle eğiverdi. Adamın papyon ya da kravat takarak süslemeyi tercih etmediği siyah gömleğinin yakalarına baktı. Açık olan iki düğmesine, güneşte saatler geçirmiş gibi yanık duran tenine, âdemelmasına ve gömleğiyle aynı renkteki ceketinin ceplerine... "Doktor Aras," diye söylendi ağzının içinde. Hiç onu beklememiş gibi. Bu balodan ona bahseden ilk kişi kendisi değilmiş de yedi kapı yabancı birisiymiş gibi. "Geç kaldınız." Neden sizli bizli konuşmaya başlamıştı ki bir anda? Heyecandan kibarcık haline mi sığınmıştı yoksa onu gören gözleri tüm bedenini ayaklandırarak muziplik yapmanın peşinde miydi? "Selvizadeler’den Ahu hanımefendi," diye onu taklit eden Aras gecenin başından beri ilk kez dudaklarını gerçek bir gülüşün zorlamasına sebep oluyordu. "Sizi beklettim mi yoksa?" "Aa!" Hemen kaşlarını kaldırıp elbisesinin kumaşını kavrayan parmaklarını sıkılaştırdı. "Olur mu hiç öyle şey? Gayet eğleniyordum ben." Aras'ın gözleri bir girdap gibi kızı içine almaktan çekinmiyordu. Kopkoyu bir girdap... Dudağının köşesi de kuyu. Hepsi kapkaranlık. Ahu gözün gözü görmediği yerlerde çıplak ayak dolaşıyordu. "Seni dansa kaldırmama izin vermeyeceksindir o zaman," derken sahte bir anlayışla başını sallıyordu. "Onu nereden çıkardın?" diye ağzından kaçırdı Ahu. Utançla dudağının bir köşesini dişleriyle ezerken, Aras ellerinden bir tanesini ona uzatmıştı. Genç kıza tutmak düşmüştü. Bir şeyler içinden hep şangır şungur düşmüştü zaten. Elini tuttuğunda da kesik kesik, üflemenin fayda getirmeyeceği yaraların arasına düşmüştü mesela. Göğüs kafesi seneler sonra kendini zorlayan avuç kadar kalbin delip geçecek gibi atmasından çılgınlar gibi memnundu. Bu, yaşamaktı zira. Bu, kışı düşünmeden yaşamaktı ve tadı bal gibiydi. Yedikçe yiyesi geliyordu. Biraz daha derken bir bakıyordu ki sonu gelmişti. Birlikte üç adımda dans eden insanların arasına karışmışlardı. Aras'ın elinin sıcaklığı elini terk edip beline yerleşti. Diğeri de onu takip ederek Ahu'nun titrek nefesinin dudaklarının arasından süzülmesine sebebiyet verdi. İnce belindeki kocaman eli oraya tam oturmuşken, diğer eli sırtına yakın bir nokta belirlemişti kendine. "Elini tutarak mı dans etmemi mi isterdin?" diye sorarken bakışlarını kızın yüzünü daha rahat görebilmek için eğmişti başıyla uyumlu olarak. "Nasıl rahat ediyorsan öyle edebiliriz." Her iki eli de Aras'ın omuzlarına dokundu. Parmakları bir dere kenarında sefa sürüyormuş gibi daha derine inmeyi arzuladı. Parmak uçları ceketinin üzerinden onu dürttü. Hiçbir şey yapmadan... Yerlerinde sallanırlarken, Aras'ın bakışları başka hiçbir yere değmeme sözü vermiş gibiydi. Ahu'nun kolyesini, ucundaki yakut taşını fark etmesi de bu bakışların sürpriz sonucuydu. İki göğsünün arasında parlayan taşa yalnızca iki saniye bakmasının ardından misket gözleri kendi karalarıyla işaretledi. "Güzel bir saklayış yolu," dedi ve alt dudağını dişlerinin iz bırakmasını umursamadan hoyratça nemlendirdi. Ahu'nun bacakları ceylan gibi titredi. İsmini anbean muhteşem bir gayretle taşıdığını ispatlıyordu sanki. "Çok da iyi saklayamamışım belli ki." "Ben görünmeyenleri görürüm," derken adamın sakince omzunu silkmesi Ahu'nun kan oturan yüzünde bahar çiçekleri açtırdı. "İstisnayım senin anlayacağın." "Çok biliyorsun gibi geldi bir de bana." Gözlerini kısıp başını geriye atarken Aras'ın onu bir porselen bebeğe benzettiğinden habersizdi. "Yanlışsam düzeltebilirsin Aras Özgür Ilgar." "Yanlış olamayacak kadar hayali görünüyorsun Ahu Selvizade." Başka bir lisanla konuşmaya başlamıştı sanki Aras. Bu sebeple söyledikleri kulaklarına aşina gelmiyordu. Kelimelere yabancı olmak Ahu'yu daha çok kışkırtıyordu. Kelimelerin gizemini çözmek, Aras'ı anlamak, Aras'ın söylediği yerden devam etmek ve kabullenmek istiyordu. Böyle istekler damak mı kaşındırıyordu? Bir bebek gibi dişleri yeni patlayacakmış da damakları sızım sızım sızlıyormuş gibi hissetmesinin nedeni bu muydu? Dilinin uyuşmasının, diline iğneler batmasının ve çok daha fazlasının... Aras'ın boynuna uzanmak için kendisinden beklenmeyecek bir performansı sergilemek isteyen parmakları onu ne hale getirdiklerini biliyorlar mıydı? Hiç sanmıyordu. Adamın omuzlarına daha sıkı asıldı. "Ama gerçeğim," dedi naneli bahçeleri andıran sesiyle. "Görüyorsun ve kollarının arasında durabiliyorum." Aras'ın parmakları belinde ve sırtında içini alt üst eden bir hareketle kımıldadı. Nefesi alnına vurdu konuşurken. Nefesi alnını yakıp iz bıraktı. "Kollarımın arasında çok güzel duruyorsun." Kalbi tam üç kez katlandı ufak, pembe, tatlı bir kâğıt gibi. Üç konusunda ısrarcı oluşunun sebebi daha az olamayacak kadar sancılı, daha fazla olamayacak kadar da öldürücü darbeyi yapmamış oluşundandı. Ayağının altındaki yerle kendini aynı kefeye koyan uzuvları sabit kalmakta ciddi bir mücadele gösterdiler. Galip görünüyorlardı. Ahu kendini hiç de zafer kazanmış gibi hissetmiyordu oysa. Kim zafer kazanınca ayaklarının dermansızlaştığını, yığılıp kalmanın çok uzak bir ihtimal olmadığını düşünürdü? "Müzik bitti," dedi kız bundan hiç hoşlanmayarak. Aras çatık kaşlarıyla gülümserken asit gibi damlıyor, damladığı yerden inletiyordu. Çetrefilli gülüşünün kıyısında dizeler barınıyordu. Ondan iyi mi barınak mı bulacaklardı? Dizeler güzel yerde yaşıyorlardı. "Dışarı çıkacağım." Ahu'dan toprağından kopar gibi kopan ellerinden biri ensesinde, oradaki saçlarında dolaştı. "Gelmek ister misin?" "Ben sigara kullanmıyorum ki." Bir asit damlası daha... "Sigara içeceğimi nereden biliyorsun?" Ahu başını sol omzuna düşürdü. "Tütün diye bağırıyor gözlerin." "Demek öyle," dedi abartılı bir ciddiyetle kaşlarını kaldırarak. Oyun oynuyordu eskiden çok sık yaptığı gibi. Ahu da bunu görüyor, kendini oyuna dâhil edebilmenin çocukluğuyla kıkırdayarak el çırpma isteği tarafından çivilendi. "Başka ne diye bağırıyor? Duyuyor musun?" Genç kızın masumiyet kavramını şeker gibi eline yüzüne bulaştırmasına karşılık gözleri hayranlıkla koyulaştı. Sorusuna verilecek bir cevabının olmayışını bildiğinden olsa gerek daha fazla üstelemedi. "Peki," dedi son harfe vurgu yaparak. "Gelmiyor musun şimdi sen?" "Geleyim mi şimdi ben?" Omurgasında sıralı duran kemiklerinden biri adamın tek bir bakışıyla eksildi. Bu eksikliğe saniyesinde alıştı. "Gel sen," diye mırıldanan Aras'ın peşine takılması da örgü ipinin sökülmesi gibi gerçekleşti. Soğuk hava titreyerek dirilmesine yol açtı. Ne yaptığını bilmeyen, sorgulamaya fırsat bulamayan haliyle yanında duran ve mekânın bahçesinde sessiz sedasız sigara içme imkânı bulan adama baktı. Kısa kısa ağaçların önünde durup ceketini çıkarmıştı. Omuzlarına bıraktıktan sonra sıcaklığın Ahu'yu iyice sarıp sarmalaması için yakalarından tuttu ve kızın göğsünde birleştirmesine yardımcı oldu. "Teşekkür ederim," diye fısıldadı kirpikleri birbirleriyle ağır ağır buluşurken. Aras bunun önemsiz bir şey olduğunu ifade etmek istercesine omuzlarını kaldırıp indirdi. Ceplerinden birine uzanıp sardığı tütenlerden birini çıkardı, itinayla dudaklarının arasına yerleştirdi. Ahu o sırada bunu onun yanında ikinci kez yaptığını düşünüyor, aklına evlerine geldiğinde bahçede yaptıkları kısa sohbet geliyordu. Güzel yüzüne kanatlı bir gülüş gelip yerleşmek istedi, onu engellemedi. Çok narindi. Elinin tersiyle itmek kıza yakışmazdı. Başını düşürüp bu tebessümü Aras'tan gizlemek için sevimli bir çaba gösterdi. Fakat olan yine ona olmuştu. Ceketten yayılan tütünle karışmış parfüm kokusu burnuna çarptı ve bir bülbül kulaklarına bayram ettirmeye çalışır gibi ötmeye başladı. Onu da susturamadı. Sesini beğenmediğini, varlığından rahatsızlık duyduğunu düşünmesini istemedi. Aras'ın kokusuna bir ihanet hançeri saplayıp ortalığı kana buladığını hayal bile edemedi. Hayallerinde böyle kırıcı, kanın gövdeyi götürdüğü sahneler yer almazdı. "Çakmağın var mı?" Aras başını iki yana sallayıp küçük bir kutu çıkardı pantolonun arka cebinden. "Kibritin de iş göreceğini düşünüyorum," derken ağzındaki sigara hareket ediyordu ve sesini boğuklaştırıyordu. Harfler ezilip ezilip Ahu'nun kirpiklerine yapışıyordu. Ateşe attığı bakışın ardından, "Sen kendin mi sarıyorsun onları?" diye sordu. Adam başını tek bir defa sallayarak doğrulamıştı sadece. Ahu ise susmaya niyeti olmayan kıpır kıpır bir muhabbet kuşunu andırıyordu. "Sana bir şey söylemem gerekiyor sanırım," dedi ayakkabısının topuğunu hareket ettirirken. Bakışları yere düşüyor, utancını perçinliyordu. "O gün hastanede karşılaşmıştık ya hani biz." "Biz birden fazla hastanede denk geldik Ahu," dediğinde kız ismini onun sesinden işitmenin büyüsüne kapıldı. Adını bu haliyle kilitli sandıklara kapatmak, ara sıra açıp tekrar tekrar aynı etkiyi derinine kadar hissedebilmeyi isterdi. "İlk kez karşılaşmamızı söylüyorum." Artık onun yüzüne bakıyordu. Aras alt dudağını sert mizacına bir tutam şeker katılmış gibi çok hafif sarkıtmıştı. "O gün sen bir kâğıt düşürdün, değil mi?" Gecenin ortasında kandiller yanıverdi. Bir uyuşukluk hissi ikisinin de bakışmasından doğup ayakta duran bedenlerine sirayet etti. İçinde sırların saklandığı bir kapının önündeydiler. Bir kere açılmıştı ya, bir kere anahtarı bulup girmişlerdi ya içeriye... Belli ki her şey kucaklarına dökülecekti. Arkalarını dönüp gidemeyeceklerdi. Üstelik Ahu evde kısıtlanan ve dışarıya çıktığında kendini zindanından kurtulmuş gibi hisseden her çocuğun yapacağı gibi kapı önünden ayrılmıyordu. Çünkü o odaya bir kez adım atmıştı. Ayaklarına söz geçiremeyeceği gün gibi ortadaydı. "Okudun mu?" dedi Aras çatık kaşları alnında yarıklar açarken. Ahu başını salladı. "Çok güzeldi." Aras itilaf nasıl kabul edilir çok da sarrafında olan bir insan değildi besbelli. Ahu onu anladı. Kelimelerce konuşmasına gerek kalmadan onu düştüğü tuzaktan anladı. Düğüm düğüm yaptı şuncacık anı. Etinde bir yer açtı. "Onu bana getirir misin?" "Getiririm," dedi usulca. "Hastaneye mi?" "Hayır," diye reddetti anında Aras. "Oraya getirme." Durdu, küle dönmek üzere olan sigarasından son kez içine çekti. Ahu onun yıkanmış bir bahçenin ortasındaki zinciri kopmak üzere olan salıncak olduğunu göremedi. Yere olabildiğinde az temas ederek yürüdüğü o bahçede gacır gucur sesler çıkaran salıncağa kuruldu. "Yeri söyleyeceğim sana."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD