Elindeki notları hiçbir yere sığdıramıyor olmasından mütevellit dudaklarının arasından kaçan sıkıntılı nefes havaya karışmıştı. Kat kat giyindiği için bedeninde fazladan bir ağırlık hissediyor, omzundaki çantanın ağırlığı da üzerine binince sızlanmadan durabildiği her saniyeye şaşırıyordu. Zayıf bilekleri bazen üst üste dizilen tabakları, birkaç ağır kitabın bir araya geldiğinde oluşturduğu o yükü bile kaldırmakta zorlanırlardı. Ahu'nun bilekleri düşleri, fikirleri, hayalleri kadar kuvvetli değillerdi. Bu ağdalı bir dili tercih etmeyen, lafı dolandırmadan anlatmaya bayılan usta bir yazarın kitabı gibi açıktı.
Genç kızın sınavları yaklaşıyordu ve bu da ona uykusuzluktan daha fazla küçülen gözleri hediye etmekte bir sakınca görmüyordu. Üstelik nasıl yapacağını, kimden yardım isteyeceğini bilmediği bir proje ödevi vardı. Eğer ödevi eksiksiz yapamazsa, hocasının deyişiyle her kelimesinden kusursuzluk akmazsa, o dersi geçebilmesinin mümkünü yoktu. Devamsızlığı sınıra dayanmışken kendini savunacak güçte değildi.
Sınıfın yolunu tutarken yüzüne düşen bir tutam saça üfledi. İnatçı teller nefesinin etkisini göz ardı edip havada birkaç kez savrulduktan sonra tekrar yüzüne dökülüyorlardı. Ayağındaki hafif topuklu botları onu zerre rahatsız etmiyor, yürüyüşüne ufacık duraklama dahi getirmiyordu. Genelde giyindiği gibi dizlerinin üzerinde biten çıtı pıtı bir elbisesi vardı üzerinde. Uzun kollu ve bir kazak kadar kalın olan elbiseyle aynı hizada biten mantosu vişne rengindeydi. Dudaklarındaki rujdan çok az daha koyu bir tonda. Soğuk bacaklarını ısıracağı için giyindiği çoraba rağmen en çok üşüyen uzuvları bacaklarıydı. Hep böyle olmuştu. Fakat pantolon giymekten hoşlanmıyordu.
Kapı kapalıydı. Ya geç kalmıştı ya da birileri yine işgüzarlık peşindeydi. Sol elinde tuttuğu kitabı da notlarının arasına bıraktığında kapıya uzanacaktı ki birisi ondan önce davranmıştı. Yüzünü bile çevirip bakmadan "Birkan," diye mırıldandı. Genç adamın eli kapı kolunu sarmalamıştı. Hafifçe eğilerek kapıyı açtıktan sonra abartıyla reverans yaptı önünde. "Teşekkür ederim."
"Rica ederim matmazel," derken kullandığı tek kelime bile bu dilde pek acemi olmadığını ele veriyordu. "Buyursunlar."
"Çok kibarsın," diyerek sevimli bir ifadeyle gülümsedi Ahu. İçeriye geçerken Birkan da kendisiyle beraber hareket etmeye başlamıştı. "Ama sana hep söylüyorum. Böyle yaparak kızları bana karşı düşman ediyorsun."
"Onlarla arkadaş olmak istediğini bilmiyordum." Sesindeki tınıdan eğlendiğini anlamak zor olmamıştı. "Yoksa benim arkadaşlığım sana yetmiyor mu?"
Ahu adamın söylediklerine kolayca gülümsüyor, bu gülümsemeyle de birkaç bakışın üzerinde toplanmasına sebebiyet veriyordu. Bazı insanların gülümsemeleri böyleydi. Sanki sizi hiç yorulmayacağınız, üzerine bir de çocuklar gibi eğleneceğiniz bir oyuna davet ederdi. Ahu'nun gülüşü bu oyunda en çok talep gören salıncaktı mesela. Küçük çocukların hepsi sıraya girmiş o salıncakta bir kerecik sallanabilmek için bekliyorlardı.
Orta sıralardan birine yerleşirken Birkan da diğer taraftan dolanarak onun yanındaki yerini almıştı. "O nasıl laf öyle?" diye azarladı kız genç adamı. Sesini yükseltmiyor, şefkat iliklerine doğuştan kondurulmuş gibi yumuşak konuşuyordu. Ahu'nun azarlayışında bile ses tellerindeki kuşlar ürküp kaçışmıyorlardı. "Sen olmasaydın ben bu okulda suratsızın teki gibi dolaşırdım."
"Hiç sanmıyorum," derken Birkan'ın üzerinde söylediği şeye öylesine inanan insan özgüveni vardı ki yanında oturan Ahu değil de başka bir kız olsaydı ona dönüp meraklı gözlerle bakardı kuşkusuz.
Birkan, Ahu'nun bu okulda arkadaşlık edebildiği tek kişiydi. Birkaç kere onu arkadaş gruplarının içine sokmaya çalışan insanlar elbette olmuştu. Ders çıkışlarında bir şeyler içmeye giden, ders aralarında bilardo oynayan ya da bazen dersi ekip alışveriş yapmayı teklif edenlerdi bunlar. Ahu hiçbirini yargılamıyordu. Hiçbirini küçük görecek kadar burnu büyük birisi olmamıştı yirmi üç senelik ömründe. Sadece onlardan çok başka bir hayat yaşıyor, bu hayata uyum sağlamaktan başka bir şey öğretilmediği için de başka hayatların kapısına göz attığında bile bocalıyordu.
Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandığından beri hayatında olup biten onca hadiseye rağmen canını dişine katarak çalışıyordu derslerine. Bazen geç kaldığı için, bazen ise koşullar öyle verdiği için derse gelemediğinden dolayı devamsızlık sıkıntısı yaşayabiliyordu. Bu ciddi sıkıntıya rağmen, narin bedenine ve bu bedene sahip olduğu için bir yerde tıkanıp kalacağını düşünen insanlara rağmen didiniyordu. Mücadeleyi bırakmıyordu. Çünkü mücadeleyi bırakırsa bin bir emekle üst üste dizdiği taşları devirecekti. Ahu o taşlar üzerine devrildiğinde kimsenin onu kurtaramayacağını biliyordu.
İşte Birkan da taşlarını çalıp kaçmak isteyenlerin aksine ona destek olmayı seçiyordu ve çoğu zaman birçok şeyi bilmese de genç kızın yanında olmaya devam ediyordu. Okuldaki kızların birçoğunun kolaylıkla ilgisini çekebilmesine karşılık burnunu havaya dikerek dolaşmayı tercih etmiyordu. Beğenildiğini farkında olan genç bir erkek gibi şişiyordu göğsü. Öyle gerine gerine değil, tatlı bir rehavet yayarak yürüyordu etrafına. Şakalaşırken işini bilir bir usta gibi çenesinde işaret parmağını gezindiriyordu bile isteye. Sanki hiçbir bakışı farkında değilmiş ama her bir bakışın sahibinin yüreğinin nasıl hopladığını biliyormuşçasına kısılıyordu gözleri. Nasıl olsa onu hep isteyeceklerdi. Nasıl olsa o beklemelerini söyleyecekti ve onu bir yerlerde birileri mutlaka ama mutlaka hep bekleyeceklerdi. Birileri onun için ağlayacak, üzülecek, belki de uykusundan olacaktı. Birkan bilecekti. Birkan bilmiyorken de bilecekti fakat bilmiyormuş gibi yapmak onu zorlamayacaktı.
Sonra bir şeyler tepetaklak olacaktı. Genç adam yanında oturan genç kızın ceylan bakışlarında kaybolacak, usul usul idamını bekleyecekti. Yeterince ceylan ölmüştü. Bazıları yaralı bir halde nefes alıp vermeye çalışıyordu. Bu defa doğanın dengesi şaşacaktı. Avcı ceylanın bakışlarıyla dizlerinin üzerine düşüp kan kaybından ölmemeyi temenni edecekti. Bir de bakacaktı ki hiçbir yerinde kan yoktu. Elleri temizdi. Elleri bu kadar temiz olmamalıydı.
Gözleri Ahu'nun önüne düşen saçlarının gizlediği yüzünü aradı. Yalnızca parmaklarını ve onların arasında tuttuğu kâğıt parçasını görebilmişti. Hafifçe eğilerek hocanın dikkatini dağıtmamaya çalışarak –bunu kendisi için değil, kız için yapıyordu- "Dersten daha fazla ilgini çeken bir şey ha," diye söylendi. "Gizli mesaj falan mı?"
"Ödümü patlattın," dedi sessizce. Gözleri Birkan'a tıpkı Sima yaramazlık yaptığında baktığı gibi bakıyordu.
Genç adam sırıtışını gizledi. "Damağını kaldır damağını," derken başparmağını gösterip kendi damağını kaldırıyormuş gibi yaptı.
"Sessiz ol, duyacak şimdi," diye sesini iyice yok ederek hocayı işaret etti gözleriyle.
"Kulakları paslanmış onun," dedi Birkan rahatlıkla. "Burada sana hayat hikâyemi anlatmaya kalksam yine duymaz."
"Birkan," derken kızın sesi ikaz doluydu. "Ayıp ediyorsun." Söylediği cümleye tezat düşecek biçimde dudakları kıvrılmak için can atıyordu. Hep bu yaramaz oğlan çocuğu kılıklı adam yüzündendi. Sere serpe yaşadığı hayatının kapısını aralayıp Ahu'yu molaya çıkarıyordu.
"Senin de ona söylemek istediğin şeyler olduğunu biliyorum," dedi kaşlarını oynatarak. "Boşuna saklama. Hadi içinden geçeni söyle."
"Yok öyle bir şey," diyerek kafasını iki yana sallamıştı. Ancak esmer teninde doğru düzgün belli olmayacak bir pembelik baş kaldırmak üzereydi. Yanakları sızlıyordu bu baskıyla.
"Seni yalancı," diye gözlerini kısarak Ahu'yu kışkırtma yoluna kırdı direksiyonu Birkan. "Devamsızlığın sınıra dayandığı için seni bırakması an meselesi. Proje ödevinde göreceği tek kusuru da aleyhine kullanacağını biliyoruz." Hoca birkaç saniyeliğine es verdiğinde derse o da sustu. Yeniden tam olarak işitmeyen kulaklarını kanıtlarcasına yüksek sesi sınıfı dolduğunda Birkan kaldığı yerden devam etti. "Bıraksana şu kibarlığı. İkimiz de onun geceleri burnundaki et yüzünden horul horul horladığını tahmin edebiliyoruz."
Ahu kaşlarını şaşkınlıkla çattı. "Öyle bir şey yok."
"Eminim yoktur." Sinsi bir dudak kıvrılışı yüzünde patladı. "Allah bilir sen bu adama hayal dünyanda da işkence uygulamıyorsundur."
"Tabii ki uygulamıyorum." Elindeki kâğıt parçasını daha sıkı kavramıştı istemsizce. "Sen çok fenasın Birkan. Beni kötü yola sevk etmeye çalışıyorsun."
Genç adam kahkahası havaya karışıp koca sınıfta çınlamasın diye tüm kaslarını zorluyor, dudaklarını sımsıkı birbirine kenetliyordu. Ders bitene kadar dayanabilmesi mümkün olmadığı için de Ahu'yu dışarıda bekleyeceğini söyleyerek sınıftan tüymüştü. Kızı kalbini ezen o sözlerle baş başa bıraktığından habersizdi. O sözlerin onu başka bir kapının önüne sürükleyeceğinden, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağından, harabeye dönüşeceğinden o kadar habersizdi ki; dudakları aynı canlılıkla parlıyor, cildi sağlıkla ışıldıyordu.
Dersi dinleyememişti. Çekip giden Birkan'dı fakat onun da ruhu buralardan epey uzaklaşmıştı anlaşılan. O gün hastanede Sima'nın yanında gördüğü adamın düşürdüğüne emindi bu avucunda tutmaya devam ettiği kâğıdı. Hiç hakkı olmayarak içinde yazanı açıp okumuştu. İlk önce mürekkebin bulaştığı kâğıdın kat izlerine dokunmuş, fazlaca oyalanmıştı. Kelimelere üstün körü bakmıştı. Daha sonra kendinden çok utanarak şimdi her kelimesi ezberinde olacak kadar çok okumuştu o sözleri. Belli ki adam yazarken tesiri kuvvetli bir büyü yapmıştı kelimelere. Mısra mısra yazılması şiiri andırıyordu fakat aynı zamanda kelimelerde bir ahenk vardı. Uçlarına birer cıvıltı tutuşturup tonlaya tonlaya okumak geçiyordu içinden.
Çıkışta Birkan onu eve bırakmayı teklif ettiğinde geleneği bozmayarak taksiyle dönebileceğini söylemişti. Onunla hatırı sayılacak vakittir arkadaş olmasına rağmen bir bile evine bıraktırmamasının altında yatan haklı sebepleri vardı. Oturup adama bunlardan uzun uzun bahsetmeyi hem çok istiyor hem de istemek duygusunu bile gömmek mecburiyetinde kaldığı için ağzını açamıyordu.
Taksi evinin önünde durduğunda dahi farkına varamamıştı geldiğini. Başını yasladığı camdan taksicinin seslenmesiyle sıyrılmış, parayı aceleyle uzatıp atlamıştı arabadan. Bir kaleyi korur gibi ağır, devasa bahçe kapısının önünde durur durmaz kapı otomatik olarak açılmıştı. Sağa doğru kayarak açılan kapıdan süzülerek geçerken bakışları gökyüzündeydi. Kışa dair en sevmediği şey güneşin erkenden kaybolup yerini kara bulutlara bırakıyor olmasıydı. Biraz sonra tamamen karanlık basacak, tüm bedenini rehavet esir alacaktı.
Eve kimseye görünmeden girmesinin ihtimaller arasında bulunmadığını bilerek onun için açılan kapıdan içeriye küçük adımlar attı. Üşüyen bacakları ve elleri ani sıcağa maruz kalarak çözülmeye başlamışlardı bile. O ana kadar buzdan bir kütleye dönüşmek üzere olduğunu farkına varamamıştı. Çantasını, elindeki kitap ve notları yere yorgunluktan dermanı kalmayarak bırakıverdi. Kendisini karşılayan Mihrimah Hanım'a –ki ona Mihriciğim demeyi pek severdi- çiçekli tebessümlerinden biriyle baktı. Babası her fırsatta onu uyaran disiplinli sesiyle nasıl hitap etmesi gerektiğini söylemese bu kadar diken üzerinde hissetmezdi kendisini.
"Baban daha gelmedi yavrucuğum," diyerek Mihrimah Hanım içine su serpmişti adeta. "Bu akşam misafirleriniz varmış. Birazdan onlarla beraber burada olur."
"O zaman ver bir öpücük Mihriciğim," derken kadının yüzünü soğuk ellerini uzatarak tutup yanağına sıcacık bir öpücük kondurmuştu.
"Donmuş ya ellerin senin," diye telaşla uzanıverdi Ahu'nun rengi kaçan ellerine. "Geç içeriye hemen ısın."
Mantosunu çıkarırken klasik sorusunu duyurmuştu. "Sima ne yapıyor?"
"Misafir geleceğini öğrenince odasına geçip hazırlanmaya koyuldu. İki tane elbise varmış aklında. Halam gelince ona soracağım, hangisini daha çok yakıştırdığını söylerse onu giyeceğim dedi." Mihrimah Hanım küçük kızın söylediklerini anlatırken ballandırıyordu. Ahu ona hak vermeden edemiyordu. Sima'nın her hareketi o kadar büyümüş de küçülmüş imajı çiziyordu ki, insan saatlerce durup onun duruluk akan yüzünü seyrederek her kelimesine kulak vermek istiyordu.
Sima kadar hevesli olmasa da onun da hazırlanması şarttı. Hem küçük kızın ne durumda olduğunu kontrol etmeli hem de kendine çeki düzen vermeliydi. Bir kuşun kanadından düşen tüy gibi merdivenleri süzülerek çıktı. Kapısında çiçeklerden yapılmış bir tacın asılı olduğu kapıyı aralayıp başını o ufak aralıktan uzattı. Evde huzur kokan tek alanın burası olduğunu düşünüyor, Sima'nın annesizliği sırtlanan küçük bedenine dokunmayan kötülüklerin dışarıda kaldığına inanıyordu. Onunla birbirlerinin gözlerinin içine yıldızları kıskandıracak bir ışıltıyla bakmalarının en büyük sebebi belki de buydu. Annesizlik ruhu kamburlaştırırdı. Ahu'nun ruhu böyle bir kamburlukla bükülmüşken Sima'ya her baktığında ona ışık vaat etmenin peşine düşüyordu.
Onu fark eder etmez etrafında dönerek elbisesini göstermeye başlamıştı. Sarı elbisesinin içinde bir papatya kadar güzel, küçük parlak bir boncuk gibi görünüyordu. Sima'nın her etrafında dönüşünde bir alkış hediye ediyordu ona. Cennetten izler taşıyan ellerine alkış. Şeker tutan parmaklarına, annesizliği gayretle taşıyan minik omuzlarına defalarca alkış...
Sima'nın saçlarını ördükten sonra kendisi de hazırlanmak için odasına çekildi. "Halacık sen de sarı elbise giyinsene. Birlikte güzel olalım," diyen kıza dayanabilmesini, geri çevirmesi imkânsızdı. Bu sebeple manşet kollu, sarı renginde, belden aşağısı bollaşıp dizlerinin bir karış üstünde biten elbisesini giyindi. Esmer teninin adeta parıldamasına neden olan elbisesini saçlarını küçük yeğenininki gibi örerek tamamladı. Daha gevşek bir örgüydü ve sağ omzuna almıştı. Yüzündeki makyajı temizleyip yalnızca rimel ve gülkurusu tonlarında bir ruj sürünce hazırlığı bitmişti.
Duyduğu seslere bakılırsa misafirleri gelmişti. Babası onları karşılamadığını görünce şu an etrafa şahin bakışları atıyordu büyük olasılıkla. Sima'nın elini tutarak merdivenlerden inmeye başladığında küçük kızın sabırsızlıkla seke seke yürüyüşünü kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Bu da sanki Sima'yı daha çok heyecanlandırıyor, her ikisini de aşağıdaki seslere daha fazla yaklaştırıyordu. Ahu'nun yüzünde zaaf duygusunun her zerresi okunuyordu. Elli kat kilit vurulmuş nezaketine bile yalnızca bu zaaf bir parçacık gölge düşürebiliyordu.
Nihayet merdivenler bittiğinde derin bir nefes alarak gözlerini Sima'dan çekmişti. Misafirler hâlâ kapı önündeler iken yetişebilmelerine burukça sevindi. Misketi andıran gözleri önce babasını bulmuştu. Eliyle yol açarak misafirlerine yol gösteriyordu. Dudağının kenarına kondurduğu gülümsemeyle önden geçen hanımefendiye bakıp "Hoş geldiniz," dedi ferah bir sesle. "Buyurun lütfen şöyle."
Arkasından hareket eden iki beyefendi vardı. Ahu Selvizade bir tanesinin üzerine misketlerine düşürüvermişti. Ağır çekim filme ait bir karaktermiş gibi hareket eden kolları, bacakları, yüzü ve gözleriyle işaretlemişti yerini. Hastanedeki dağınık görüntüsünden farklıydı adam. Üzerindeki beyaz gömleğinin açık olan düğme sayısı biraz fazlaydı. Sima'nın küçük eline tutunurken o kâğıdı sanki adamdan kendisi çalmış gibi mahcubiyetle büküldü.