Çok eskiden, daha bunca yolu arşınlamamışken, çok insan tanımamış ve çok insan tanımamış olmayı da dilememişken bir şeyler olmuştu Aras Özgür'ün hayatında. Onun yediğini, içtiğini, bunların yanında katık ettiği aşkını burnundan getirecek şeyler yaşamıştı. Şimdi o yaşadıklarını uzak diyarlara emanet etmiş gibi başka bir yol yürüyordu. O yolu yürüme kararı alalı asırlar olmuştu fakat o yolu yürümek için ilk adım bu akşam atılmış sayılırdı.
Otopsi odasında şarkılarının sözlerini yazdığı o hastanede misketleri üzerine düşen bu kızın evindeydi şimdi. Üstelik önemli bir detay daha eklenmeliydi bu bilgiye. O hastanenin sahibi üzerinde sarı bir elbise olan bu kızın babasıydı. Muazzamdı. Daha muazzam olan şey ise buraya o hastaneye ortak olmak için ailesiyle birlikte gelmiş olmasıydı. Kafasının içinde bir aslan ordusu varmış gibi hissediyordu. Hepsi birden kükremeye başlayarak işe yarar hücrelerinin hakkından gelmeye çalışırcasına hareket ediyorlardı.
Genç kızla onu tanıştırdıkları anda kalakalıyor, yanındaki küçük kızın halasının eteğini çekiştirerek onu küçük parmağıyla işaret etmesini engelleyemiyordu. Belli ki bu gece önemli şeyler olacaktı. Bir şeyler değişecek; değişim hepsinin hayatına çeşitli izler, lekeler, dokunuşlar bırakacaktı. Kız incecik bir sesle ismini dillendirirken başını sanki üç harfli tek nefeslik ismini anlıyormuş gibi sallıyordu fakat bu jest esasında aklından geçenlere yönelikti. "Ahu," derken dudağının köşesini hafifçe kıvıran şelale saçlı kızın eli kendisine uzanmıştı. Ceylan. Karaca. Zarif, ince, kırılgan...
"Aras," demişti bir nehir ismini dile getirirken kullanılabilecek en sert ses tonuyla. "Aras Özgür."
Elleri kavuştu. Parmaklarının aralarından bir titreme geçti. Kimsenin, kendilerinin bile farkına varamayacağı o titreme nefes gibiydi. Kısacık bir anın içine sığdırılan küçücük bir dokunuş Aras'ın kalem kavramayı çok iyi bilen parmaklarını karıncalandırmıştı. Sözleri kaybolmuştu ama çok fazla uzaklaşmadıklarını biliyordu.
Genç kız onun annesi ve babasıyla tanışırken de zarafetini korumaya devam etmiş, belki daha fazlasını bahşetmişti. Aynı masaya geçip oturduklarında, Sima'nın boyu yetişemeyeceği için sandalyesinin üzerine bir minder bırakıldığında ve derhal halasının yanındaki yerini aldığında aklından geçenleri durdurma tuşuna sahip olabilmeyi istiyordu. Yani yine hiç olmayacak bir şeyi isterken buluyordu kendisini. Oysa hiç olmayacak şeyleri istemeyi bırakmasının üzerinden hatırı sayılacak kadar vakit geçmişti. Şimdi Ahu'nun onun ellerini seyrederken ne aradığını bilemeyerek hafifçe çatılan kaşlarını kontrol etmek zorunda kalması hiç iyi değildi.
Gözlerini tabağından aniden kaldırıp kızın bakışlarını yakaladı muhteşem bir nişancı edasıyla. Parmağı tetiğin üzerindeydi. Ateş ederse ortalık kan içinde kalacaktı. Fakat küçük bir kız çocuğunun bu bakışların keskinliğine maruz kalması haksızlık olacağı için Sima'nın sesini duyar duymaz tavrını daha düz bir hale getirdi. "Kocaman kocaman," diye abartıyla fısıldaması ve kendisine gözlerini açarak bakması dudağının belli belirsiz kıvrılacağını düşündürttü adama.
Meraklı bakışların ikisinin üzerinde olması Ahu'nun ağzının bir açıklama yapmak için aralanmasına neden olmuştu. Fakat Aras onu beklemeden, "Sima'yla evinize gelmeden önce tanışma şerefine eriştik biz," dedi ses tellerinde topaç çevirir gibi. Ahu'nun babasına bakmıştı bunu söylerken. Daha sonra kızın abisine, yani Sima'nın babasına, ardından kendi anne ve babasına kısaca bakışlarını değdirip geçmişti. "Hastaneye uğradığımda karşıma çıkmıştı. Biraz sohbet ettik değil mi?"
Ve tekrar bakışları küçük kızdaydı. Ona göz kırparken yanında oturan halasının şaşkınlığı gelip yüzüne, kirpiklerine kadar yapışıyordu.
"Hıhım," dedi Sima başını tatlı bir tebessümle sallayarak. Bir şeyler daha söyleyeceğini anlayan Aras Sima'nın babasına, Taha'ya, dönerek esas konuyla ilgili bir şeyler söylemeye başlamıştı. Bu esnada Ahu'ya attığı çok kısa, bir yanılsama kadar kısa bakış yanında oturan sevimli, harfleri yuvarlayarak konuşan kızı susturması gerektiğini söylüyordu.
Olay en temiz haliyle şuydu; Selvizade ailesinin sahip olduğu bir hastane vardı ortada, Ahu'nun babası Feza Bey ise bu hastanede doktordu. Taha da aynı şekilde baba mesleğini seçmişti ve her ikisi dur durak bilmeden çalışmayı ilke edinmişlerdi kendilerine. Aras'ın ailesi bu hastaneye ortak olmak için gerekli görüşmeleri çoktan yapmışlardı ama işi biraz daha aradan resmiyeti kaldırarak yapmaları gerekiyorlardı herhalde. İşin garip tarafı dört tarafı kabuk olan Aras Özgür'dü ailesine bu teklifi götüren.
Bu aile hakkında yeterince fikir sahibi olmuştu. Kendisine yetecek, işini görecek kadar en azından. Selvizadelerin babası eşini çok uzun zaman önce kaybetmişti. Anlaşılan oğlu bir tek babasının mesleğini icra ederek devam etmiyordu bu hayata. Aynı zamanda babasının kaderinin acıyan, kanayan yerlerinden de besleniyordu. Bu beslenmeyle birlikte içi hep zehir doluyordu. Zira evlendikten kısa bir süre sonra eşi hamile kalmış ve şimdi tam karşısında oturan küçük kız dünyaya gelirken annesini kaybetmişti.
Aras'ın gülümsemenin kırıntılarının uğrayamadığı gözleri –ki ona göre en güzel gülümseme göz bebeklerinin ışıldamasıydı- Sima'nın yüzünü her bulduğunda bu sebeple bitkin bir askere dönüşüyorlardı. Silahını bırakıp kızı kaptığı gibi savaş alanından kaçırması an meselesiydi.
Dayanamayacağı boyuta gelen o baskı göğsünü zorladığında tatlı servisi yapılıyordu. Oturduğu sandalyeden yavaşça kalktı. Müsaade istemek pek âdeti değildi. Birden ayağa kalktığında tüm bakışların adamı bulması tenini diken diken yapıyordu. "Bahçeniz müsait mi?" diye sordu tek kaşı havalanırken. Sadece biraz tütüne ihtiyaç duyuyordu. Köşeleri sivri kibarlıkları kaldıracak vaziyeti yoktu. Babası ona içten içe gözlerini devirmek istiyor olabilirdi ya da annesi şu dakikaya kadar nasıl olmuştu da hareket etmeden oturabilmişti ona şaşırıyordu belki.
"Tabii." Feza Bey hemen kızını harekete geçirecek bir bakış yolladı. "Ahu sana yolu gösterir." Bu bakış Aras'ı hudutsuz kere daha rahatsız etmişti. "Kızım," diyen adamın ses tonu Ahu'yu ayaklandırmaya, Aras'a yolu göstermek için önden yürümesine yetmişti.
Aras yüzündeki mağara taşlarıyla takip etti genç kızı. Bahçeye adım attıkları anda uçsuz bucaksız bir araziye giriş yapmış gibi hissediyordu. Az ilerideki çardak alabildiğine geniş, ferah görünüyordu. Büyük bir salıncak bile vardı. Ahu'nun naneli kokusuna yaraşan, sanki taklidini yapan bir koku hâkim olmuştu bahçeye. Bu yeşilliğin arasında pantolonunun cebine sıkıştırdığı, kendi elleriyle sardığı tütünlerden birine uzandı ve çakmak arayışına girişti. Ütülenmiş beyaz gömleğinin içinde rahatsızca kıpırdanmıştı. Ne zaman şu çakmakları kaybetmeye bir son verip yanında taşımaya başlayacaktı acaba? Bir öncekini Çiçek almıştı, şimdi nerede olduğunu ise sadece Allah biliyordu.
"Bekle burada," diyen kızın sesini işitince çatık kaşları ve dudaklarının arasına mühürlediği sigarasıyla ondan tarafa döndü. Ancak Ahu o başını çevirir çevirmez kelebek gibi çabuklukla kaybolmuştu yanından. Adam onun söylediğini yapıp beklerken, içeride olduğu her saniyenin hırsını çıkarmak istercesine parmaklarını şakaklarına bastırıyordu. Bu nereye varacağı, kendini nerede bulacağını bilmediği yolda tökezlememek için ayaklarını yere sağlam basmaya çalışıyordu.
Ahu'nun kendisinden önce kokusu geldi. Ardından nefesi duyuldu. Onun ardından da yanına varan bedeni durakladı. Elinde tuttuğu şeyi adamın yüzüne yaklaştırıp ateşlediğinde bunun çakmak olduğunu fark edebilmişti Aras. İkisinin yüzünün tam ortasında, adamın sardığı sigaranın ucunda o ateş yanarken gözlerini kızın misket gözlerinden alıp kısarak ateşe biraz daha yaklaştı. Dumanı nihayet içine çekebildiğinde başını geriye atmış, göğsünü ağır bir nefesle şişirip indirmişti. "Bu çok iyi oldu," diye mırıldandı belli bir süre sonra. "Sağ ol."
"Rica ederim," dedi çakmağı her iki elinin parmaklarını kullanarak tutarken. Bayram kıyafetini herkese göstermek için can atan çocuk gibi sağa sola sallandırdı kendini. Ufak ufak. Göze çarpmadan. Yalnızca Aras'ın kirpiklerinin altından baktığında göreceği bir hafiflikle... "Ben aslında sigara kullanmıyorum. Daha önce hiç içmedim."
Yaptığı açıklama Aras'ın kaşlarının her ikisinin de havalanmasına neden oldu. "Ciğerlerin şanslı o zaman," derken sigarayı dudaklarının arasına tekrar aldığından söyledikleri çok da anlaşılabilir çıkmamıştı ağzından. Duman bir kere daha havaya karışmıştı ve Ahu'nun ferah kokusuna bir ihanet bıçağı gibi saplanıvermişti. "Çakmağı babandan ya da abinden mi bulup getirdin?"
Dudaklarını sol yanına doğru toplayıp büzdü. Yaramazlık yapmış gibi eklem yerleri sürekli bir hareket haline geçmenin peşindeydi. "Babamdan aldığım doğru." Bahçenin ışıkları altında kahve gözlerine pırıltılar düşüyordu. "Ama gizlice aldım. Sen de bu sırra ortak oldun artık. Ağzından bir şey kaçırmazsın, değil mi?"
Aras dudaklarını sımsıkı birbirine bastırıp başını iki yana hafifçe salladı. Yaptığı şeye anlam veremese de sürdürmekten alamıyordu kendini. Feza Selvizade'nin kızıyla onun evinin bahçesinde durmuş, sigarasını içerken nereye varacağı belirsiz bir sohbetin içinde buluyordu kendisini. Kaşlarının ortasında bir çizgi derinleşti. O çizgide Ahu gibi incecik kızların ondan arkasına bakmadan uzaklaşacağı kapkara bir gece vardı. Kabuğu kaldırılmış, izi geçmemiş, dikişi besbelli bir yara vardı. Ahu ise hâlâ bir kaçırıyordu gözünü adamdan, bir onun yüzünün farklı bir köşesine bakıp orada kalıyordu. Ahu belli ki hiç geceye kanat çırpmamıştı. Nasıl çırpılır diye çocuksu bir merakla tutuyordu nefesini.
"Bu çakmağa kıymet veriyor," derken omzunu silkti Ahu onun sessiz kalışına aldırmamayı seçerek. "Ben de onun kıymet verdiği bir şeyi saklamak istiyorum." Parmakları daha sıkı kavramıştı çakmağı. Göz ucuyla bakan Aras onun ağır bir zippo olduğunu görmüştü. Gümüş rengindeydi. Üzerindeki F harfinin oluşturduğu o kabartılı yerin üzerinden başparmağıyla geçiyordu genç kız.
"Uslu kızlar böyle şeyler yaparlar mı hiç?" diye sorarken bir parça olsun eğlenir gibiydi.
"Ona bakacak olursan uslu kızlar tütün için adamların yanında durup onlarla böyle sohbetler de etmezler," dedi kadife etkisi yaratan sesiyle.
"Demek ki o kadar da uslu bir kız değilmişsin."
"Sadece bir çakmak," dedi çaresizlikle gözlerini kırpıştırarak.
"Sadece bir çakmak olmadığını artık her ikimiz de biliyoruz," dedikten sonra sigarasından son kez bir nefes çekip boş paketin içinde söndürdü izmariti.
"Gidip babama söyleyecek misin?" Kollarını göğsünde kavuştururken ayağıyla çimeni eşelemeye başlamıştı. Onun tedirgin haline akıl çelen bir dudak kıvrılışıyla baktı Aras Özgür. "Söylemezsin ki. Hastanede karşılaştığımızı da söylemedin zaten."
"Ağzım sıkıdır."
Her ikisi de birbirlerini tartarcasına gözlerini kırpmadan bakışlarını konuştururlarken Sima koşturarak bahçeye çıkmıştı. "Halacık!" Eteklerini savura savura Ahu'nun yanına varan kıza rağmen Aras'ın gözleri genç kızın saniyesinde şefkate bulanan yüzündeydi. Ağız, göz, burun... Bunlar kadar yüzünün bir parçasıydı şefkat. Sima yanındaysa kaburgalarının arasındaki şefkat de hemen yüzündeki yerini alıyordu. Bunu fark etmek Aras'ın parmak uçlarını tekrar sızlatmıştı. Bir yere gizlenip kâğıt ve kaleme sarılmalıydı hemen. "Ben tatlımı bitirdim. Sen yemeyeceksen seninkini de yiyebilir miyim?"
"Olmaz halacığım. Çok fazla tatlı yersek dişlerimiz çürür demiştik, hatırlıyor musun?"
Genç kız Sima'nın yüzünde dünya üzerindeki tüm kimsesiz çocukları görür gibi seviyordu. Kolluyordu. Kötülüklerden, canavarlardan, çok fazla yendiğinde karın ağrıtan şekerlerden... Her şeyi bırakıyordu. Gözü kimseyi görmeyecek hale geliyordu. Bir dakika öncesinde söylediği cümle aklından uçup gidiyordu. Çünkü Sima yaratıcının dünyaya gönderdiği en güzel, en bakmaya doyulmayacak suretiydi onun gözünde. Çünkü Aras biliyordu ki, Feza Selvizade'nin karısı arkasında bir kimsesiz kız çocuğu bırakarak gitmişti. Geri dönemeyeceği bir yere gitmişti. Bir varmış bir yokmuş ile başlayan masalları kaybettirmişti Ahu'ya. İşte sonra Sima'yla masallar hafızasına hiç onu terk etmemişler gibi yerleşivermişlerdi.
Aras neşter kullanmayı iyi bilirdi. Senelerce okulunu okumuş, diplomasını alıp doktor olmuştu. Yaşatmayı hiç de iyi bilmeyen birinin eline tutuşturulan neşter iyi etmekten çok israf ve telef etmek üzerine kullanılırdı.
“Aras da tatlısını yemedi,” dedi küçük kız birden adını söyleyip dikkatini çekerek. “Bari onun tatlısını ben yiyeyim.”
“Birincisi hangimizin tatlısını yediğinin bir önemi yok. Kendi hakkını yedin. Fazlasını yemen hiç sağlıklı değil bebeğim. İkincisine gelirsek…” Tatlı bir ifadeyle gözlerini kısmıştı. “Sen az önce kendinden büyük birine ismiyle mi hitap ettin?”
“Sorun yok,” dedi Aras araya girme ihtiyacı hissederek.
Ahu ona itiraz dolu bir bakış attı. “Elbette var.”
“Sorun yokmuş halacığım,” dedi Sima bu sefer şirince gülerek. “Aras öyle dedi. Sorun yoksa ben tatlısını yemeye gidiyorum.” Ahu ona bir şey söylemek için ağzını açmıştı ama sözcükler dökülemeden küçük kız koştura koştura yanlarından uzaklaşmaya başladı. Bir noktada arkasına dönüp Aras’a seslendi. “Teşekkür ederim!”
Genç kız iç geçirdi. “En azından onu unutmadı,” diye mırıldandı kendi kendine.
Aras gözden kaybolan Sima’nın arkasından biraz daha baktı. Anladığı her şey hem çok ağırdı hem de onun biraz daha burada kalmak istemesine yol açıyordu.
“Bir dahakine isminle seslendiğinde ona bundan rahatsız olduğunu söyler misin?”
Aras kaşlarını yukarı kaldırarak, “Neden?” diye sordu. “Bundan rahatsız olmadım.”
“Ama doğrusu bu…”
“Nasıl istiyorsa öyle seslenebilir. Kime göre doğru? Neye göre doğru?” Omzunu silkti. “Bence sıkıntı yok.”
Bir süre sessizce bekledi Ahu. Daha sonra, “Burada beklememe gerek yok sanırım,” dedi. “İçeriye geçeyim. Müsaadenle.”
Aras tasasızca başını hafif omzuna doğru yatırdı. “Müsaade senin.”