Sıçrayarak uyanmasına sebep olan bir rüya görmüştü gece. Yatağının ortasında oturup gözyaşlarını silerken ne ara ağlamaya başladığını bile hatırlamıyordu. Belli ki rüyayı görürken –her ne görürse görsün kâbus demekten hoşlanmazdı- süzülmeye başlamıştı yaşlar gözünden. Çok önemli değildi. Şimdi durup düşününce ne gördüğünü tam manasıyla anımsayamıyordu da işin aslı. Rüya konusuyla, içinde var olan kişilerle ya da mekânlarla yok olup gitmişti. Arkasında yalnızca tesirini bırakmayı seçmişti. Bu tesir Ahu aklına getiremiyor olsa dahi bütün gün onun ruh halini etkileyebilecek kuvvetteydi.
Eline bir arabanın dikiz aynası çarpmadan evvel rüyası aklına gelmemişti.
Eline bir arabanın dikiz aynası çarptıktan sonra ve genç kız acıyla olduğu yerde kıvrandığında da rüyası aklının kıyılarına uğramamıştı.
Evet, bir tesir söz konusuydu fakat Ahu her dakika daha da kötüye giden gününü buna bağlayamayacak kadar dağınıktı. Zihni darmadumandı. Ruhu keşmekeş, kalbi buhranlardan buhran beğenir haldeydi.
Okuldan çıkıp Birkan'la vedalaşmaya yeltenmek üzereyken gerçekleşen bu hadise Ahu'nun saatlerdir tuttuğu gözyaşlarını serbest bırakması için bir bahane olmuştu. Şimdi genç adamla, onun arabasına binerek bir yolculuk yapıyordu. Hastaneye varacakları bir yolculuk. Bu da Ahu'yu oturduğu yerde sessizce daha çok ağlatırken, bileğini boştaki parmaklarıyla daha sıkı tutmasına sebep oluyordu. Birkan'ın telaşlı bakışlarını üzerinde hissederken sessizce içini çekti. Adamın kendisine çarptıktan sonra ortalıktan hızlıca kaybolan arabayı takip etmek için geç kaldığını, bu nedenle kendisine içten içe kızıp durduğunu biliyordu. Yakalasaydı ne olacaktı bilmiyordu gerçi Ahu. İnsanlar kabaydı. Dünya onun şeffaf bir perdenin altındaymış gibi duran ruhuna göre çok kabaydı.
"Buz falan bulsaydık bari bir yerlerden," diye kendi kendine söylendi Birkan. "Ne kadar salağım!"
"Deme şöyle," diye mırıldandı Ahu sesi iyice kaybolmuşken. "Aslında hastaneye gitmemize gerek olmadığını-"
"Hiç tamamlama cümleni," dedi kaşlarını çatarak. "Elinin halini görmüyor musun? O hastaneye gidilecek."
Yolu izlerken kara gözlerindeki yaşlar parıl parıl parlıyorlardı. Gün boyu kara bir bulut sürekli onu takip etmiş, peşini bırakmaya hiç niyetinin olmadığını her fırsatta göstermeye gayret etmişti. Projesiyle uğraştığı dersin hocası bugün onu epeyce paylamıştı. Yalnızca bir soru sormuştu. O başında sabahlamak pahasına üzerinde çalıştığı ödevle ilgili tek bir soru sormuştu ve bir anda berbat bir öğrenciye dönüşmüştü. Kızın derslere doğru düzgün gelmezse böyle basit soruların cevabını da kendisinin veremeyeceğini ima etmişti. O anlarda yerin yarılmasına ya da gökten kendisine kuyruğunu yakalayabileceği bir uçurtma yollanmasına ihtiyaç duymuştu Ahu. Elbette her ikisi de gerçekleşmemişti. Belki yer yarılırdı, belki adım atılacak yer bile kalmazdı ama o uçurtmanın ipini dahi hiçbir zaman tutamazdı.
Tanıdık bir yola sapmalarıyla kucağında sabit tuttuğu bileğinin acısına aldırmadan kıpırdanmaya başladı. Dudakları aralanırken gözlerini de irice açmaktan vazgeçemiyordu. "Hangi hastaneye gidiyoruz biz?"
"Okula en yakın hastaneye tabii ki Ahu," derken genç adamın sesinden sabırsızlığın her noktası hissediliyordu. "Geldik zaten." Hastanenin hemen girişindeki otoparka arabasını nasıl park ettiğini çok da farkında olmadan park ediyordu o sırada Birkan.
"Gelemem ben," diye sızlanmaya başladı hemen Ahu. Gözleri hastane bahçesini tararken saçlarıyla yüzünü kapatma isteği ayyuka çıkmıştı. Birkan'ın o hastane derken bahsettiği babasının hastanesi miydi yani? Genç adamın kendisine çok daha büyük bir endişeyle yaklaşacağını bilmese hıçkırarak oturduğu koltukta ağlar, ciğerlerini kusana kadar da susmazdı.
Birkan nefesini seslice koyuverdikten sonra Ahu'nun incinmiş bileğine kısa bir bakış attı. Morarmaya başlayan vaziyetini görmeye mecali yoktu. Tıka basa bir enerjinin tüm bedenine hükmettiği inkârı mümkün olmayan gerçeklerindendi. Fakat kızı böyle gördüğünden beri birisi onun da bileklerinin hakkından gelmişti. Sanki bunca zamandır balkonunda baktığı birçok çiçeği varmış da şimdi bir saksı çiçeği solup gidecekmiş gibi kederliydi. Bu ağzında nasıl baş edeceğine aşina olmadığı garip bir tat bırakıyordu. Birkan çiçek bakamazdı. Evinde bir balkon bile yoktu. Modern çağa ayak uydurmuş, yüksek binalardan birinde boydan boya cam olan bir dairede oturuyordu.
Ahu'yu evine götürse orayı sevmezdi kesin.
Ahu, onun evini bile sevmezdi.
"Korkacak bir şey yok," diye fısıldadı kızın yüzündeki ıslaklık boğazını kuruturken. "Gidip eline baktıracağız sadece tamam mı matmazel?" Kendini zorladı ve onu güldürecek birkaç kelimeyi yan yana getirmeyi denedi. "Derslerden kaçmak için bahane üretemeyeceksin. O ödev bitecek. Kulakları paslanmış o herifin söylediklerini çatır çutur yedireceksin ona, duydun mu?"
"Çatır çutur mu?" Kanına karışmaya başlayan korkuyu bu benzetmeye takılarak yenmeye çalışıyordu Ahu.
Birkan ona eşlik etmek konusunda yabancılık çekmedi yine. "Çatır çutur tabii," derken kendi kapısına uzanıp açmıştı. Arabadan atlayıp kızın kapısına kadar dolanırken konuşmaya devam ediyordu. "Hapır hupur da diyebilirdim." Ahu'nun kapısını açıp inmesine yardımcı oldu. Dikkatini dağıtarak ona hastanedeki bölümlerin hepsini dolaştırabilirdi şu an. "Katır kutur ya da patır putur... Sana burada o kadar çok ikileme yaparım ki aklını kaybedersin."
Genç kız sahiden de aklını bir sandık hazineye rast gelmiş, o hazineyle nereye varacağını, ne yapacağını bilmeyen bir insanınki gibi yitirmekten endişeliydi. Hastanenin giriş kapısından Birkan'ın yönlendirmesiyle geçerken konuşmaya gücünün olmasını dilerdi. Eğer bunun için kırıntı kadar takati olsaydı Birkan'a arkasına bakmadan kaçıp gitmesini söylerdi. Belki bu kadar dramatikleştirmezdi fakat ağzını açar açmaz ilk söyleyeceği şey de adamı yerine mıhlayacak kelimeler olmazdı. Bu hastaneyi benimsemenin yakın arazilerinde bile dolaşmıyorken, Birkan'a doğru düzgün cümle kuramazdı.
"Acile geçelim hemen," diye söylendi ağzının içinde. Birkan'ın belindeki elini çekmesi için dik durmaya çalışıyordu ama sopa yutmuş gibi dursa da adamın elini çekmeyi düşünmeyeceği besbelliydi. "Lütfen."
Başını eğerek bir alt katta bulunan acile hızlı adımlarla ilerleyecekken omurgası pamuk ipliğine bağlıymış, onca kaburga, onca sıralanış boşunaymış gibi eğiliverdi. Önce kıyametin dalga dalga yayılacağının haberini duyuran ambulansın siren sesi duyuldu. Hemen ardından da kıyametteki eksiklikler tamamlanırcasına yerli yerini bulmaya başladı parçalar. Hiç kimsenin gözü hastanenin orta yerindeki diğer insanları görmüyordu. Beyaz önlüklerini üzerine geçirerek olabildiğince çabuklukla hareket eden doktorlara gözünün ucunu dahi değdirmedi Ahu. Neler olacağını biliyordu. Ağır bir hastanın geldiğini anlamak için doğduğundan beri babasının bu işi yapmasına, hastanedeki karmaşaya şahit olmasına gerek yoktu aslında. Kalbi kızgın bir maşayla çevriliyormuş gibi kavruldu.
Koşturmaca dışarıdan bakan birinin yetişemeyeceği kadar büyük bir hızla sürüyordu. Birkan’ın yönlendirmesiyle acile inerlerken, elinin hiçbir önem teşkil etmeyeceğini söylemek istedi. "Gidelim," diyebildi sadece. "Başka hastane buluruz. Baksana, durumu kritik bir hasta geldi herhalde."
"Ortalık karıştı cidden," dedi genç adam şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak. "Yine de hastanede başka doktor mu kalmadı Ahu? Oyalanmayalım, elin morarıyor."
Çocukken yaptığı gibi pansuman araç gereçlerinin bulunduğu o küçük odalardan birine saklanmak isterken mi? İçini çeke çeke ağlamak, eteklerini toplayarak bir sandalyenin üzerine küçüle küçüle kıvrılmak isterken mi? Çaresizlikle düştü omuzları Ahu'nun. Yapacak bir şey yoktu. Tuzağa düşeceği bariz olan ama yine de kaçacak delik aramayı bırakamayan bir fare canlanmıştı gözünde. Bir sağa bir sola koşturmayı bırakıp nihayet kapanına razı olmuştu.
Acile indiklerinde yangının ortasına düşmüşlerdi sanki. Yangın merdiveni arayan misket gözleri uçuruma uzanan bir kapıya çarpmıştı. Çelik kadar sertti ve sendelemesine sebebiyet vermiş, Birkan'ın belini daha sıkı kavramasını sağlamıştı. Ayaklarının altı buzdan bir pistte kayıyormuş hissi yaratsa da kalbi bu heyecandan memnuniyet duyarak onun daha hızlı kaymasını, akrobatik birkaç hareket yapmasını istiyordu deli gibi. Sürekli dürtüyor, kızı zor durumda bıraktığını umursamadan arsızca daha fazlasını talep ediyordu. Yangın merdivenini bulamaması onun umurunda değildi. Onun ilgisini çeken tek şey Aras Özgür'e dair her şeydi.
Kan olmuş gömleğinden kurtularak sedyenin üzerine çıkmasıydı kalbini ağzında attıran. Kan olmuş ellerini sedyede yatan hastanın üzerinde dolaştırarak parmaklarını yarasına bastırmasıydı. Kan sıçramış yüzü, kan çanağına dönmeye yüz tutmuş gözleri... Baştan ayağa kan olsa ne olurdu ki? Hâlâ Ahu'nun bedenine ağır bir hülyanın yayılmasına yetebiliyordu.
Sedyenin üzerindeki hastaya ağırlığını vermeden bacaklarını iki yana açarak duruyordu Aras. Dizlerine vermişti tüm kuvvetini. Çıplak kollarına bulaşan kanın zerresini umursamıyordu. Ahu ahir gözleriyle bunu mübalağasız görebiliyordu. "Eldiven ver bana," dedi adam üzerinde vahşete dair izler taşımıyormuş gibi sakince. Uzatılan eldivenler çabuklukla parmaklarına geçirilirken Ahu'nun dizleri zangır zangır titriyordu ya da sadece ona öyle geliyordu. “Önlük ver çabuk.” Asistan olduklarını bildiği iki kişi birbirilerine bakarak koştururlarken tahammülsüzlükle sesi bir kez daha yükseldi. “Getir şu önlüğü Çilli.”
Çilleri belirgin asistan kız önlüğü büyük bir telaşla Aras'a giydirirken, sedyede yatan adamdan fütursuzca akan kan durdurulmaya çalışılıyordu. Ahu onları titreyen çenesiyle hiçbir yere kımıldamadan seyredebilirdi ama Birkan kızı sarsarak başka bir köşeye çekmeye başlamıştı. Hemşirelerden birine doğru hareket ettiklerini tahmin ediyordu. Gözlerinin önüne Aras'ın görüntüsünden sonra sis inmiş gibi hiçbir şeyi tam manasıyla seçememeye başlamıştı. "Ahu," dedi Yaren hemşire onu görür görmez. "Ne oldu sana? İyi misin?"
Birkan bir şeyler anlatıyordu ama Ahu cevap verebilecek kuvvete yakınlaşamıyordu bile. Aras Özgür ve ailesinin hastanelerine ortak olacaklarını biliyordu. Bunu evlerine geldikleri o tuhaf gecede öğrenmişti fakat kimse kıza elleri kalem tutan bu adamın doktor olduğunu söylememişti. Elleri kalem tutan birinin aynı zamanda neşter tutamayacağını da kimse söylememişti. Onun yalnızca yazdığı satırlarla ruhları değil, aynı ellerle bedenleri kurtardığını da böylece öğrenmek Ahu'yu inceden inceden sarsmıştı.
Birkan muhtemelen hemşireyle nereden tanıştıklarını sorguluyordu. Şimdilik bu konu hakkında konuşmaması iyiydi. Ahu kendini ona en başından anlatacak yerde nefes alıp vermiyordu. Yaren hemşire telefonuna bırakılan çağrıyla onları tekrar baş başa bırakırken birazdan ona bir doktoru yönlendireceğini söylemişti.
"Seni dinleseydim keşke," diye söylendi Birkan elleriyle saçlarını dağıtırken. "Başka bir hastaneye gitseydik daha çabuk müdahale edilebilirdi."
"Sakin ol." Genç kızın sesinde ötüşüp duran kuşlar başka diyarlara göç etmiş gibilerdi. Bu da hemen karşısında sabırsızlıkla hareket edip duran Birkan'ın neler olup bittiğini anlamaya çalışırcasına kaşlarının çatılmasına sebep olmuştu. "Bana bir buz torbası bulur musun?" Birkaç saniye Ahu'nun gözlerinde ayrı ayrı oyalandıktan sonra başını tek bir defa oynatıp perdeyi aralayarak çıktı.
Onu gizleyen, aynı anda olup biteni görmesini engelleyen perde yerinden oynayınca Aras tekrar bir nebze olsun görüş açısına girmişti. Oturduğu sedyenin üzerinde hafifçe eğilerek adamı daha rahat görebileceği bir pozisyon ayarlamaya çalıştı kendine. Babasının hastanesinde köşe kapmaca oynarken bu yaptığı akıl sır erdirilecek bir davranış değildi. Eli sızlayarak kendini hatırlatsa da gıkını çıkarmayacaktı. Çünkü Aras'ın sesi ara ara yükseliyor, kan naklinin lazım olduğunu söyleyerek ortalığı iyice ayağa kaldırıyor, ellerini kati suretle hastanın üzerinden çekmiyordu. Bu da Ahu'nun belini kırarak onu izlemesine yetiyor da artıyordu. Normal değildi. Açıkçası normallik sınırlarını terk ettiğini çok iyi biliyordu ve bu bile geri çekilmesine yetmiyordu.
Biraz sonra sesler uzaklaştı. Acil daha kontrol edilebilir bir bölgeye dönüşünce Ahu da nefes alabildiğini hatırladı. Dakikalardır mutlaka nefesini alıp veriyordu ama bunun farkında olamayacak kadar uzaklaşmıştı ortamdan. "Ucuz atlattım galiba," diye kendi kendine mırıldanırken sedyenin üzerinde daha dik bir pozisyon almıştı. Oturuşu düzelir, ayakları hissettiği gevşemeyle belli belirsiz sallanırken perde yavaşça aralandı. Birkan'ı görmeyi bekleyen gözleri Aras'ın yüzünü eleğine aldığında irileşip sıkça kapanıp açılmaya başlamışlardı.
"Sobe."
Genç adamın dudaklarından dökülen tek kelime o kadar net ve sakin çıkmıştı ki, Ahu'nun tüyleri gerçekten de bir kovalamaca sonrasında yakalanmış gibi ayaklanmıştı. Saç diplerindeki uyuşma yayılırken, Aras'ın hangi ara üzerindeki kanlı önlükten kurtulup temiz bir şeyler giyindiğini merak etti. Kıskıvrak yakalanmıştı ve merak ettiklerinden bir liste çıkaracak olsa bu minvalde ilerleyeceklerinden şüphesi yoktu. Dikiz aynası bileğine çarpmış olmasa beyin sarsıntısı geçirdiğine kanaat getirirdi.
"Senin burada ne işin var?" dedi adama sanki onun burada olması aşırı doğal bir gerçekmiş gibi.
Aras'ın dudakları belli belirsiz kıvrıldı. Böyle bir kıvrılış yüzündeyken dahi kaşlarını tamamen serbest bırakmıyordu. Onların alnında, iki kaşının ortasında ve miktar yukarısında oluşturduğu çizgi dikkat dağıtıyordu. "Yaklaşık yirmi sekiz saattir aralıksız burada çalışıyorum," derken Ahu onun uykusuzluktan meydana gelen gözaltı morluklarına baktı. "Merak ettiğin başka soru varsa eline baktıktan sonraya sakla bence."
Genç kızın ağzını açmasını beklemeden eline uzanıp parmaklarını hareket ettirip ettiremediğine baktı. "Nereye vurdun?"
"Ben vurmadım," dedi gidip gelen sesiyle. Boğazını küçük bir öksürükle temizleyip devam etti. "Arabanın dikiz aynasıyla çarptı birisi." Eli parmaklarının arasında erir miydi? Akışkan bir kıvama ve fırına atılıp bir güzel kabarması beklenilecek hale geldiğini zannediyordu. Başını iki yana sallayarak adamın ciddiyetle kasılmış çenesine odakladı bakışlarını. "Sen doktor olduğunu söylememiştin."
"Henüz elinle işim bitmedi."
"Röntgen mi çekilmesi gerekiyor?"
“İyi olur.” Kaşlarını çatarak morarmış kısmı inceledi. “Buz koymayı neden akıl etmediniz?”
Tam zamanında çalan teneffüs zili gibi Birkan perdeyi hızla çekerek ortama giriş yaptı. Elindeki buz torbasını havaya kaldırıp sallarken, "Bunun için kaç kat çıkıp indim bili-" Doktoru görünce duraklayıp dudağının köşesini dişledi. "Çok şükür."
Ahu'nun göğsünün etrafında kaşındıran otlar peyda olmuş gibi kıpırdandı. "İyiyim," dedi fazla neşeli çıkan bir sesle. "Ölmeyecekmişim."
Aras yapılması gereken işlemleri yazarken söylediği şeye kirpiğini bile oynatmamıştı. Nihayet başını dosyasından kaldırdığında ise Birkan'ın elinde tutmaya devam ettiği buz torbasına atılabilecek en umursamaz bakışı attı. "Onun için geç kalmışsınız," dedi acımadan. "Aldığın yere geri götür istersen."
Genç adamın bir harf söylemesine müsaade etmeden tek çağrıyla hemşirelerden birini çağırdı. Ahu'nun parmaklarına son kez bakıp yüzüne çevirdiği gözlerinde gazı bitmek üzere olan bir çakmağın alevi vardı. Yalnızca dudaklarını kımıldatarak kızın anlayabileceği iki kelimeyi kullandı. Elindeki buz torbasına pis bir şeyi tutuyormuş gibi bakışlar atan Birkan bunun farkına varamamıştı.
Selvizadelerin bir tanecik kızı Ahu, kim olduğunu, ne yaptığını, nereye dokunup, nerelerde iz bıraktığını bilemediği bu adam arkasını dönmüş giderken günün yorgunluğu yüzünden rengi kaçmış dudaklarını aralamıştı. Aras hem onu tanıdığını belli edip kızı zor durumda bırakmamış hem de giderayak aklını karıştırmaktan geri durmamıştı.
Adamın kıpırdayan dudaklarından dökülen kelimeler sanki onun sesiyle kulağında çınlıyordu. Küçük numaracı.