Bölüm 1 – Gözle Görülmeyen
Kaz Dağları'nın eteklerine serilmiş, sisli sabahlarda neredeyse tamamen kaybolan küçük kasabanın adı Karakavak idi. Güneş doğduğunda taş evlerin çatılarından ağır ağır yükselen duman, ormanın soğuk nefesiyle karışır; sokaklar, yavaş uyanan bir rüya gibi sessizce günün içine açılırdı. Burada zaman, büyük şehirlerdeki gibi aceleci değildi; insanlar sabah kahvesini içerken saate değil, dağlardaki ışığın tonuna bakarak vakit tayin ederdi.
Ama üç haftadır bu sakinlik yerini uğursuz bir sessizliğe bırakmıştı.
İlk saldırı, kasabanın doğusundaki eski çoban Mahmut’un başına gelmişti. Küçük sürüsünü yaylaya çıkaran Mahmut, sabah geri dönerken yalnızdı. Keçilerin parçalanmış cesetleri, çalılıklar arasında saçılmış yünler ve kanla çizilmiş izler hâlâ konuşuluyordu. Yaşlı Mahmut kimseye bir şey anlatmamıştı; sadece “rüzgar hareket ediyordu” demiş, sonra günlerce konuşmamıştı. Herkes, bunu yaşlılığın ve korkunun getirdiği bir hezeyan sandı. Sürü kaybı da, o günlerde Kaz Dağları’na inen kurtlar ya da ayılarla açıklanmaya çalışıldı.
Ama sonra, aynı izler başka çiftliklerde de görülmeye başlandı.
İkinci hafta, karanlık bastığında hayvanlar garip sesler çıkarıyor, köpekler zincirlerini kırıp kaçmaya çalışıyor, civcivler kümeste birbirine sokuluyor, atlar ise boşluğa kişniyordu. İnsanlar ise hiçbir şey görmüyor, sadece sabah uyandıklarında geride kalan vahşeti buluyorlardı. Bazen tavukların kafaları yoktu. Bazen ahırın kapıları yerinden sökülmüştü. Bazen de hiçbir iz yoktu, sadece sessizliğin içinden çıkan bir soğukluk kalıyordu geriye.
Üçüncü haftaya girildiğinde artık tüm kasaba bu “vahşi hayvan saldırılarını” konuşur olmuştu. Kimse yaratığı görmemişti ama bıraktığı tahribat gözle görülüyordu. Kasaba halkı her gün aynı soruyu tekrar ediyordu: “Ne bu böyle? Hangi hayvan böyle iz bırakır ama hiç görülmez?”
Karakavak’ın karakolunda görevli Komiser Tarık Uludağ, başta herkes gibi bu işin altında bir ayı ya da kurt sürüsü olduğunu düşünmüştü. Tecrübeli bir adamdı. Gözünden kaçan çok az şey olurdu. Ama bu kez her şey... farklıydı. İzler normal değildi. Adımları ölçtüğünde bir çakal kadar hızlı, bir boz ayı kadar ağır bir varlıkla karşı karşıya olduğunu düşünmüştü. Yine de elinde delil yoktu. Geceleri devriye gezdi, kamera yerleştirdi, ormanda tuzaklar kurdurdu ama hiçbir şey yakalayamadı.
Ve sonra, üçüncü haftanın sonunda, kasabanın batı yamacındaki eski değirmende genç bir adam—Serkan Durmaz—ağır yaralı halde bulundu. Kanlar içindeydi. Tırnak değil, pençe değil, bir bıçak gibi keskin ve uzun bir şeyle yaralanmıştı sanki. Kalçasından başlayan yara, omzuna kadar bir hayvanın değil bir canavarın izini taşıyordu. Nefes alıyordu ama gözleri boşluktaydı. Sanki sadece eti değil, ruhu da parçalanmıştı.
Tarık Uludağ, o gece kararını verdi. Bu artık onun çözebileceği bir mesele değildi. “Vahşi Hayvanlar ve Yaban Güvenliği Daire Başkanlığı” adı altındaki devlet birimine başvurmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Sonunda prosedürü başlattı. İlgili birime dijital sistem üzerinden raporunu geçti. Basit bir bildirim gibi görünüyordu ama onun ardında başka bir tetikleme vardı. Tarık bunu bilmiyordu—bilemezdi de. Tüm dünyada sayıları sadece bir avuç olan insanlar biliyordu bu sistemin gerçek işleyişini.
Tarık bilgisayarı kapatırken içini bir boşluk kapladı. Sanki bir kapıyı açmıştı ama ardında ne olduğunu henüz bilmiyordu.
***
CAT Genel Merkezi...
Ankara’nın merkezine oldukça yakın, ancak hiçbir haritada işaretlenmemiş bir noktada yerin altına inen özel bir asansör, kimsenin bilmediği bir dünyaya açılıyordu. Bu katlara yalnızca tanımlı parmak izi ve kimlik bilgisiyle girilebilirdi. Devletin kayıtlarında bu yer “Yaban Hayat Arşivi” olarak geçiyordu. Oysa içeride dönen şey, çok daha başka ve çok daha eskiydi.
Duvarlarında gaz lambası ışığına benzeyen ama teknolojik bir biçimde titreşen lambalarla aydınlatılmış büyük bir salonda, yalnızca birkaç kişi vardı. Bunlardan biri, gri takımı ve duru bakışlarıyla masanın başında oturan adamdı: Başkan Asaf Kerem.
Masanın üzerinde, üç boyutlu holografik bir ekran beliriverdi. Karakavak isimli kasabanın adı kırmızıyla yanıp sönüyordu. Sistem bir bölgeyi işaretlediğinde bu, sıradan bir protokol hatası olmazdı. O bölgeye yalnızca bir tür tehdit yayılırdı: canavar.
Evet. Onlara “canavar” diyorlardı. Kimi zaman insandan bozma, kimi zamanmutasyona uğramış kimi zaman da görünmeyen varlıklar... Türleri, şekilleri, niyetleri değişse de ortak bir gerçek vardı: Normal insanlar onları göremezdi. Görenlerse, çok nadir olarak aklını koruyabilirdi. İşte bu yüzden bu varlıklarla savaşmak için kurulan teşkilat, varlığını gizli tutmak zorundaydı.
Kuruluş yılı: 1872
Kod adı: C.A.T – Canavar Avlama Teşkilatı
Amaç: Tehdidi yok et. İnsanı koru. Deliliği sustur.
O gece Başkan Asaf Kerem’in karşısında, teşkilatın iç saha koordinatörlerinden biri olan Avcı Rıfat Bilge duruyordu. Saha kıyafetini çıkarmış, yarı resmi haldeydi. Ama suratında karanlık bir düşünce vardı. Hologramın içinde, kasabanın son olay raporu dönüyordu.“Üç haftadır saldırı altındalarmış” dedi Rıfat. “Ve izler... Bir yırtıcı varlık olduğunu gösteriyor. Bu yüzden kimse göremiyor. Geç kalmasak iyi olur.”
Başkan gözlerini kıstı. “Bölgeye bir ekip gönderilmeli. Ama bu sıradan bir vaka değil. O bölgede hiç canavar olmazdı.”
Sonra sandalyesinden doğruldu. Dosyalarla dolu klasik bir çekmeceyi açtı. Eski kâğıtlar arasında, sararmış ama titizlikle korunmuş dosyalardan birini çıkardı. Üzerinde sadece bir isim yazıyordu:“KAYRA SANCAK”
Rıfat dosyayı görünce durakladı. Yüzü hafifçe ekşidi.“Onu mu gönderiyorsunuz?”
“Evet.”
Rıfat başını eğdi, kısa bir sessizlik oldu. Sonra kelimeler ağzından neredeyse istemsizce döküldü. “İyi bir avcı, evet. Belki en iyimiz... ama kimse onunla çalışmak istemiyor. Sınır tanımıyor, emirleri eğip büküyor, üstüne ukala ve burnunun dikine gidiyor. Onun yüzünden üç saha sorumlusu görevini bıraktı. Son görevde yanındakiler onu bırakıp geri döndü.”
Başkanın gözleri o sırada dosyanın üstünden kaldırıldı. Sert ama net bir bakışla Rıfat’a döndü.“O yaratıklar kimseyi anlamıyor, Rıfat. Belki Kayra’yı da kimseanlamıyor. Ama anladığı bir şey var: Canavarları yakalamak. Doğru yerde, doğru zamanda. O bu iş için doğdu. Gönül alma vakti değil, yaşatma vakti. Kayra gidecek.”
“Yanına iki kişi vermemiz gerekiyor. Yalnız gönderemeyiz. Kurallara aykırı.”
“Kuralları yazanlar Kayra gibi biriyle karşılaşmamışlar demek ki,” dedi başkan gülümsemeden. “Ama tamam. Ona uygun ikisini seçin.”
Başkan çekmecedeki dosyayı yavaşça kapattı, lambaların titrek ışığında yüzü gölgede kaldı. Son cümlesi ağır ve kesin geldi. “Kayra kimseyle anlaşmak zorunda değil. Yeter ki görevini yapsın.”
Rıfat başını salladı. İçinde bir huzursuzluk vardı ama emre itiraz edemezdi. Ayakta selam verdi, sonra kapıya yöneldi.“Kayra’yı çağırıyorum.”Kapı kapanırken Başkan Asaf Kerem, penceresiz odada yalnız kaldı.
Rıfat, kapıyı arkasından sessizce kapattıktan sonra derin bir nefes aldı. Dar, loş koridordan geçerken ayak sesleri taş zeminde yankılanıyordu. İçini kemiren huzursuzluk, Kayra ismini duyduğundan beri daha da koyulaşmıştı. Asaf Kerem’in kararlarını sorgulamak haddine değildi ama Kayra Sancak… Onunla görev yapmak bile başlı başına bir imtihandı, hele ki onu bir çaylak grubunun başına koymak…
Dönüp koridorun sonundaki telefon odasına girdi. Ahşap kulübenin içine yerleştirilmiş siyah sabit telefon, hâlâ eski sistemle çalışıyordu. Dışarıdan izlenmesi imkânsız bu hat, sadece teşkilat içi görüşmelere ayrılmıştı. Tuşlara bastı, birkaç sinyal sesi sonra karşı taraftan cevap geldi.
“Kayra Sancak,” dedi kadın sesi, sakince.
“Rıfat. Hemen enstitüye gel. Bir görev çıktı. Başkan seni görmek istiyor,” dedi Rıfat, kısa ve sert. Gecikme istemiyordu. Onunla uzun uzun konuşulmazdı zaten.
Kadının cevabı kısa oldu: “Geliyorum.”
Rıfat ahizeyi yerine bırakırken gözlerini kapadı. Soğuk bir rüzgâr penceresiz duvarlardan geçip içini bulandırmış gibiydi.
Zaman daralıyordu. Rıfat, Kayra gelmeden önce hazırlıkları tamamlamalıydı. Görev tehlikeliydi; bilinmeyen bir bölgede tespit edilmiş canlı izleri vardı ve en kötüsü, henüz türü tanımlanamamıştı. Böyle durumlarda çaylaklar genelde görev dışı tutulurdu, ama Başkan, Kayra’ya “eğitim sorumluluğu” da yüklemek istiyordu. Belki de Kayra’yı teşkilatın bir parçası hâline getirmek için son bir adımdı bu.
Rıfat, kayıt odasına indi. Duvar boyunca uzanan gri dolaplardan birini açtı ve içinden birkaç dosya çekip masanın üzerine bıraktı. Çaylak adaylarının belgeleri.
İlk dosya: Can Özdoğan.
Belge sararmıştı. Fotoğrafındaki genç, 20’li yaşlarının başında, alnı açık, kaşları çatık bir ifadeyle objektife bakıyordu. Ailesinde üç kuşaktır avcı olan bir soyun son temsilcisiydi. Babası kırk bir canavar öldürmüş, büyükbabası ise son görevinde bir cehennemkurdu tarafından parçalanmıştı. Can, uzun süredir çaylaktı ama hâlâ ilk avına çıkamamıştı. Disiplinli, kararlıydı, ama içinde görünmeyen bir eşik vardı; ya korku, ya zamanlama ya da kısmet.
Rıfat dosyayı kenara çekti.
İkinci dosya: Bade Nurlu.
Fotoğrafındaki genç kadın, koyu renk saçlarını omuz hizasında bırakmış, gözlerinde bir kararlılık taşıyordu. Babası hâlâ aktif bir avcıydı. Ancak annesi, Bade dokuz yaşındayken bir canavar tarafından evlerinin içinde parçalanmıştı. O günden beri Bade’nin hayatı değişmişti. Acısını dönüştürdüğü tek yol vardı: Avcı olmak. Fiziksel olarak yeterliydi. Zekiydi. Ama hırsı, bazen tehlikeli bir gözü karalığa dönüşebiliyordu.
Rıfat iki dosyaya da uzun uzun baktı. Kısa bir an, üçüncü bir dosya almayı düşündü ama sonra vazgeçti. Kayra’ya ikiden fazla çaylak vermek, görevden çok bir ceza olurdu.
Masanın başında ayağa kalktı. Görevlilere bu iki ismin hazırlanmasını bildirdi. Silahları kontrol edilecek, zırhlar dağıtılacak, görev brifingi Kayra geldikten sonra yapılacaktı.