Bölüm 28: Konağa Dönüş

812 Words
İbrahim’in siyah jeepi taş konağın büyük ahşap kapısının önünde durduğunda, hava kararmıştı. Arabanın motoru sustuğunda, Yusuf hemen arabadan inip arka kapıyı açtı. İbrahim ağır adımlarla dışarı çıktı. Yüzünde belli belirsiz bir ifade vardı; ne tamamen öfke ne de tamamen sükûnet. Ama asıl dikkat çeken, sağ kaşının üzerinden açılmış aşağıya inen yara izi ve sol yanağındaki hafif şişlikti. Kan tamamen durmasa da izler daha çok taze görünüyordu. Taş konağın dışındaki iki hizmetli, ağalarının bu haliyle içeri girerkenki görüntüsünü şaşkınlıkla izliyordu. Daha önce İbrahim’i hiç böyle görmemişlerdi. Çocukluğundan beri iri yarı yapısı, esmer ve sert yüz hatları, yıkılmaz bir dağ gibi dimdik duruşu onun korkutucu bir figür olmasını sağlamıştı. Küçüklüğünden beri girdiği her kavgada kendini kanıtlamış hatta büyük kavgalara atılmıştı. Ama hiçbirinde bugünkü gibi dayak yiyip eve dönmemişti. Kapının önüne geldiğinde, Yusuf sessizce geri çekildi. İbrahim, kapıyı kendi açarak içeri girdi. Konağın geniş salonunda oturan Fatma ve Ayşe, fısıldaşmayı bırakıp gözleri büyüyerek ona baktı. İbrahim onların bakışlarını umursamadan, büyük adımlarla ilerledi. Koridorda yankılanan ayak sesleri, eve bir gerginlik havası yayıyordu. Annesi Mihriban, merdiven başında bekliyordu. Oğlu içeri girer girmez, yüzündeki yaraları ve kararmış göz altlarını fark etti. Bir an için sessiz kaldı, ama endişesi gözlerinden okunuyordu. “Ne oldu, İbrahim? Sana bunu kim yaptı?” diye sordu, sesi keskin bir karışımla endişe ve sorgulama doluydu. İbrahim duraksamadan, annesine bakmadan, “Önemli bir şey değil, anne,” dedi. Sesi, her zamanki gibi derindi, ama bu kez bir sorgulanmaz bir tınısı vardı. Mihriban, oğlunun yanına bir adım attı. “Oğlum, sen çocukluğundan beri kimseden dayak yemedin, kimseye boyun eğmedin. Şimdi şu haline bak! Söyle bana, kim yaptı bunu sana?” İbrahim, bir an durdu, bakışları salondaki büyük avizeye kaydı. “Anne, dedim ya, önemli bir şey değil,” dedi, ardından hızlı adımlarla yukarıya elini yüzünü yıkamaya çıktı. Akşam yemeği vakti geldiğinde, İbrahim herkesle birlikte sofradaydı. Gelenek olduğu üzere, konağın geniş yemek masasında herkes yerini almıştı. Mihriban baş köşede otururken, İbrahim onun karşısında, diğer baş köşede oturuyordu. Simya ise sol çaprazında, sessiz ve derin düşünceler içinde yemekle ilgileniyordu. İbrahim’in kaşındaki yara ve yüzündeki izler, masadaki herkesi rahatsız ediyordu. Göz ucuyla ona bakıyorlar, ama açıkça sormaya cesaret edemiyorlardı. Yüzündeki her bir iz, sanki onun esmer tenine işlenmiş birer hikâyeydi. İri ve kaslı yapısıyla İbrahim, masanın diğer ucundaki herkesin üzerinde adeta bir gölge gibi duruyordu. Ama bugün bu gölgeye, farklı bir sessizlik eklenmişti. Simya, onun yüzüne bakmamak için çaba gösteriyordu. Ama gözleri istemsizce, kaşındaki derin kesikten yanaklarına şişliklere takılıyordu. Bu adam, onun gözlerinde hem bir korku hem de bir güç sembolüydü. Ama şimdi, karşısında yara almış bir şekilde oturuyordu. Bu, onunla ilgili kafasında başka soruların doğmasına neden olmuştu. İbrahim’in küçük kız kardeşi, bir an cesaretini toplayarak fısıldadı. “Ağam, bir şey mi oldu?” İbrahim, ona kısa bir bakış attı. Sesi sert ve sorgulanmaz bir tondaydı; kısa bir şekilde cevapladı. “Önemli bir şey yok.” Yemek boyunca herkes, birbirine kaçamak bakışlarla, İbrahim’in açıklama yapmasını bekledi. Ama o, her zamanki gibi otoriter bir şekilde çatalını alıp yemeğini yemeye devam etti. Arada bir, masada oturan Simya’ya kısa bir bakış atıyordu. Onun sessizliği ve masumane yüzü, içindeki gerilimi daha da artırıyordu. Simya, İbrahim’in güçlü, kaslı ellerini izlerken, bir yandan da onun yüzündeki yaraların sebebini düşünüyordu. Gözleri, her detayı inceliyor, yaraların altında yatan hikâyeyi çözmeye çalışıyordu. Ama soracak cesareti yoktu. İbrahim ise yemeğini yerken, fark ettirmeden Simya’ya bakıyordu. Genç kadının, narin hareketleri ve kendine özgü çekingen tavırları, onu her geçen gün daha da içine çekiyordu. Onu geri vermesi söz konusu bile değildi. Belki ilk evlendikleri zaman ona bu teklifi yapsalar düşünmeden kabul ederdi ama şimdi her şey çok farklıydı. Yemek sona erdiğinde, İbrahim bir bahaneyle masadan kalktı. İnsanların ona dik dik bakmasına katlanamıyordu. Ama masadakiler, özellikle de Simya, onun gözlerindeki kararlılığı ve yüzünde ilk kez gördükleri yenilgiyi bir an için dahi unutamayacaklardı. İbrahim, odasına çekildiğinde yüzündeki yaraları incelemek için aynanın karşısına geçti. Sağ kaşı üzerindeki kesik, kan pıhtısıyla kaplanmıştı. Dokunduğunda, hafif bir sızı hissetti ama bu, yaşadığı içsel gerilimin yanında hiçbir şeydi. Sinan'ın durmayacağını biliyordu. Bugün sadece bir başlangıç, belki de sadece bir uyarıydı. Aynadaki yansımasına baktı. Gözlerinde bir ateş yanıyordu, ama bu ateş, bugün yaşadığı çatışmayı hatırladıkça daha da harlanıyordu. “Simya benim,” diye mırıldandı kendi kendine. "Neye mal olursa olsun o, benim ve onu kimseye vermeye niyetim yok." diye devam etti hırsla. O sırada, konağın diğer odalarında, hizmetçiler ve diğer kadınlar İbrahim’in durumuyla ilgili fısıldaşıyorlardı. Fatma, “İbrahim Ağa gibi güçlü bir adam, kimden böyle dayak yemiş olabilir?” diye sordu. Ayşe omuz silkti. “Belki de aşiretten biriyle kavga etmiştir,” dedi. "Saçmalama" dedi Fatma. "Bugüne kadar Ağanın kimseden bir fiske yediğini bile görmedim. Bu işte bir iş var." Mihriban ise kendi odasında, oğlunun haline bir anlam vermeye çalışıyordu. “Oğlumla kimin ne alıp veremediği olabilir?” diye düşünüyordu. Ama kimse, gerçek hikâyeyi tam olarak bilmiyordu. İbrahim’in yüzündeki izler, sadece bir çatışmanın değil, aynı zamanda yaşayacağı zorlu günlerin de işaretiydi. Ve bu mücadele, taş konağın duvarlarının ötesine uzanıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD