1. "Rockstar ve İngiliz Beyefendisi"
Gecenin geç saatlerinde, hastahane koridorlarında yorgunca yürüyen genç adam elindeki bir kaç belgeyle, odasına doğru ilerliyordu. Bu günün temposu o kadar yoğundu ki, daha önce hiç bu kadar yorulduğunu hatırlamıyordu. Asistan olduğu zamanlar, dinlenmeyip nöbet tuttuğu vakitlerde bile bu kadar yorulmamıştı.
Gözlerini zar zor açarken, koridor ışıkları gözlerini yerinden çıkartmak istercesine acıtıyordu. Birazcık dinlenmeye gerçekten ihtiyacı vardı.
Odasının önüne geldiğinde beklemeden içeri girdi ve direk deri koltuğa doğru yayıldı. Elini ensesine atıp, birazcık ovarak ağrısını geçirmeye çalıştı. Belgeleri sehpaya bırakarak, yastığı düzeltti ve yan bir şekilde kıvrıldı koltuğa. Bir doksanlık adam nasıl sığa bilirse küçük koltuğa, öyle sığdı işte.
Umursamadı bunu o anlık. Tek istediği biraz da olsa uyumaktı. Elini kaldırarak kanepenin hemen yanındaki düğmeye basarak ışığı kapattı ve gözlerini yumdu.
Güzel ve huzur dolu uykunun kollarına bıraktı kendini..
***
Uyandığında saat 11’e geliyordu. Gariptir ki, kimse rahatsız etmemişti. En çok buna şaşırmıştı işte.
Şikayetçi değildi bu durumdan.
Koltuktan kalkarak gerindi ve tutulmuş bedenini azıcık da olsa rahatlatmaya çalıştı. Esneyerek, yüzünü yıkamak için odasındaki tuvalete ilerledi. Genel cerrahide olmanın faydalarıydı bu.
Tuvalette elini yüzünü yıkadıktan sonra, kurulanarak çıktı. Üzerini değiştirip siyah paltosunu giyindi. Anahtar, cüzdan, telefon üçlüsünü de alıp odasından çıktı.
Bu gün hastası olmadığından ve kaç gündür kendini pert ettiğinden dolayı izin almıştı. Eve gidip bir güzel dinlenmek istiyordu. Bunun sevinciyle de gülümsemesi yüzünden eksik olmuyordu.
Hastanenin otoparkına geldiğinde, hızlı bir şekilde son model arabasına bindi. Kınalı kuzusunu almak için para biriktirdiği zamanları düşündüğünde gözlerini devirdi ve direksiyonu öptü.
“Senin için değer bebeğim.”
Bu hayatta değerli dediği üç şeyden birisiydi bu kınalı kuzusu. İlki ailesi, ikincisi arkadaşları, tabi üçüncüsü de kırmızı meleğiydi. O arabasıyla konuştuğunda, arkadaşları ona bir deli olduğunu söylese bile, umurunda değildi.
“Canım benim, hadi biraz vakit geçirelim.” Küçüklükten beri hep bir kırmızı spor arabaya sahip olmak gibi bir hayali olduğundan, en değerlisiydi ne yapsın çocukcağız..
Bebeğini çalıştırıp, motorunun çıkardığı sesle gülümserken, gaza basıp çıktı otoparktan. Eve hızlı gitmek istediğinden, gaza baya bir yüklendi ve sadece on dakikaya evine vardı.
Baba ve annesi, hastahaneye yakın olan bu evi yıllar önce üniversitedeyken almışlardı ona. İlk zamanlar beğenmediği evini, şimdi hastahaneye yakın oluşundan dolayı öpüp alnına koyası gelmiyor değildi.
Arabasını binanın otoparkına çekerken acele etmeden indi. Son olarak kapısına bit öpücük kondurup gülümsedi.
“Görüşürüz bebeğim.” Diye mırıldandı ve asansöre gitti. Düğmeye basıp gelmesini beklediğinde, iki dakika içinde gelmişti.
Hemen bekletmeden asansöre binerek, on dördüncü kata çıktı. Dairesinin önüne gelip, anahtarlarını çıkararak kapıyı açtı ve içeri girdi.
Dışarısını soğukluğunu unutturacak kadar güzel, sıcak bir hava yüzüne çarptığında gülümsedi. Kapıyı kapatıp paltosunu çıkararak portmantoya astı. Ardından sağ tarafa doğru adımlayıp salona girdi.
Beyaz ve krem tonlarının hakim olduğu salon uyumlu görünüyordu. Tabloların asılmış olduğu duvarlara yaslanmış krem renginde bir koltuk, hemen karşındaki duvarda ise plazma TV vardı. Sehpa krem rengindeyken, altındaki hali beyaz olduğundan salon ile uyum içerisindeydi. Hemen karşı duvar ise camdan oluşuyor, şehir manzarasını gözler önüne seriyordu.
Salonu geçip, koridora girdi, oradan da banyoya. Üzerindeki kirli kıyafetleri sepete atarken, güzel bir duş aldı, ardından havlusunu beline bağlayarak çıktı.
Evin olağan dekorasyonunun dışında kalıp, kırmızı ve siyahın hakim olduğu odasına girerek, dolabından bir kazak, bir de eşofman altı alarak hızlıca giydi. Aynadan kısa bir şekilde kendini süzdüğünde, yakışıklı görüntüsüyle öpücük attı.
Başka bir havluyla saçını kurulayarak kendisini yatağa devirdi. Yorgunca gözünü kapatırken hastanedeki uykusu yetmemiş gibiydi.
Aslında uykuya düşkün falan değildi ama kaç gündür o kadar yoğundu ki, tüm gün uyumak ve dinlenmek istiyordu.
Derken, gelen zil sesiyle gözlerini devirdi.
Yine kim rahatını bozmak için gelmişti acaba?
Ayağa kalkıp, paytak adımlarla kapıya ilerleyip, kim olduğunu sormadan açtı kapıyı.
“Sürpriz.” Sırıtarak elini iki yana açmış bağıran adama şaşırarak bakıp ardından sevinçle gülümsedi.
“Sıraç?” İkisi, özlemle sarılırken. “Ne işin var lan senin burada?” Diye sordu Arslan.
Ayrılırken, Sıraç ona küskün bir bakış attı. “Vay be, istiyorsan gidiyim?”
“Saçmalama da geç içeri.” Dedi Arslan, kapıdaki iki bavulu içeri çekerken. Kapıyı da son olarak kapatıp salona geçti. Çoktan koltuğuna yayılmış adama bakarak gözlerini devirdi.
“Nereden esti gelmek? İzmir’de değil miydin sen?”
“Taşınmaya karar verdim.” Arslan gözlerini şaşkın bir şekilde açarken. “Harbi mi?” diye sordu. “Neden peki? Hani hayalindi senin izmirde yaşamak?” Alaylı sorusuna karşı Sıraç omuz silkti.
“Ne biliyim oğlum, kafama esti öyle, geldim işte. Özledim buraları.”
Şaşırmaması gerekiyordu aslında. Küçüklükten beri hep böyle biri olmuştu Sıraç. İçinden geldiği gibi davranır, istediği gibi yaşardı hayatını.
“Yorgun görünüyorsun?” Arslan mutfağa girdiğinde, arkadaşı da arkasından takip etti.
“İşten yeni geldim. Kaç gündür hastanendeydim, daha yeni uğraya bildim eve.” Kahve makinesini çalıştırıp ikisine de kahve yapmaya başladı.
“Sana demiştim oğlum, doktor olursan hayatın bok olur diye.”
“Ulan sikik, kaza yaptığında seni kim kurtardı? Ben olmasaydım asıl bok sen olacaktın hala ne diyorsun.” Dedi sinirle. Mesleğine her defasında laf söylemesi gerçekten sinirlerini çok bozuyordu. Bu çocuk onu özlediği için mi yoksa onu sinirlendirmeyi özlediği için mi gelmişti?(!)
“Tamam lan kızma. Ne kadar işkolik bir adam olduğunu unutmuşum.” Dedi imayla. Allah affetsin baya uğraşmayı seviyordu arkadaşıyla. Baya da özlemişti üniversite yıllarında tanıştığı bu arkadaşını.
“İşkolik değilim ben, sadece işimi çok seviyorum.” Mutfağa dolan kahve kokusuyla ister istemez sakinleşip, kupalardan birini “Tabi Tabi” diye alayla gülen Sıraç’ın önüne koydu sertçe.
“Sıraç zaten yorgunum abi, bir de sen sikme kafamı.”
“İyi be, demedik bir şey.”
İkisi birlikte kahvelerini içtikten sonra, Arslan buzdolabında bulunan, annesinin getirdiği hazır yemekleri ısıtarak, masayı hazırladı. Dolmadan, pilavına kadar binbir çeşit yemeği masanın üzerine dizdi.
“Sultanımız gene döktürmüş.”
“Sorma ya, ne zaman eve gelsem yemek buluyorum. Annem onca işine rağmen hala bana yemek yapmaya devam ediyor.”
Yemekler bitince, fırsattan istifade ederek, Arslan ‘Ben hazırladım, sen de topla’ deyip salona geçti, Sıraç da arkasından küfür ederek toplamaya başladı ortalığı.
“Misafire böyle davranılır mı be?! Şikayet edeceğim seni Aslı anneme.”
Tabi kime anlatıyorsa, Arslan onun serzenişlerini duymazdan gelip, boş boş TV izliyordu.
Sıraç salona geçtiğinde koltuğa yayılan Arslan’ı görünce gözlerini devirdi. “Ruhun ölmüş oğlum senin. Emekli dayılara benzemişsin. İstersen meyve tabağı getireyim. Ben sana elma soyarken, sen de televizyon izlemeye devam edersin.”
Arslan sinirli bir soluk verip, kafasını ondan tarafa çevirdi. “Uğraşma benimle, yorgunum zaten, bir de seni çekemem.”
Sıraç sırıtarak, Arslan’ın kolunu dürttü. “Senin yorgunluğunu alırız biz yavrum. Hadi akşam bir yerlere gidelim de, aldıralım yorgunluğunu. Eminim buna talip çok kişi olacaktır.”
“Güzel bir mekan olursa neden olmasın.” Dedi ayağa kalkarken. Akşam iyi bir vakit geçire bilmesi için yorgunluğunu üstünden atması gerekiyordu. Bunu da en iyi şekilde uyuyarak yapa bilirdi.
“Nereye lan?”
“Uyumaya” Esnediğinden olsa gerek yamuk yumuk çıkmıştı sözler ağzından.
“Ee ben ne yapacağım tek başıma?”
“Ne bok yersen ye.” Odasına girip, üzerindeki kazağı çıkardı ve yatağına uzandı.
Artık hiç kimse onu bölmeden rahat bir şekilde uyuya bilirdi.
***
Aynada kendini süzerek, son bir kez daha göz attı, yansımasına. Üzerinde gri boğazlı ince bir kazakla, siyah bacaklarını yılan gibi saran dar bir kot vardı. Son olarak siyah postallarını giymiş ve her zaman taktığı gümüş yüzüklerini parmağına geçirmişti.
Havanın soğuk olmasını umursamadan deri ceketini üzerine geçirdi. Saçlarını da son olarak dağıtıp, memnuniyetle gülümsedi.
Şu anda doktora kıyasla bir serseriye benziyor olsa bile, görünümünü beğenmişti.
“Kardeşim, hadi çıkalım.” Sıraç’ın sesiyle kendine gelip çıktı odasından.
“Geldim.” Diye bağırıp evinin ışıklarını kapattı ve odaları teker teker de kontrol etmeyi unutmadı.
Bu huyu annesinden edinmiştir sağ olsun. Baya pimpirikli ve dikkatli biri olduğundan annesi ne zaman evden çıksalar, her defasında her bir şeyi kontrol ediyordu. Bu durumdan babası pek memnun olmasa bile, yapacak bir şey yoktu.
“Hadisene oğlum.” Sabırsız ses ile birlikte adımlarını hızlandırıp kapıya çıktı. Elinde bavullarıyla birlikte bekleyen Sıraç'ı görünce kaşlarını çattı.
“Bunları neden aldın?”
“Mekandan sonra evime geçeceğim. Evi temizlettiğim için buraya gelmek durumunda kalmıştım.” Dedi ikisi birlikte çıkarken. Arslan kapıyı kapatıp kitledi. Ardından asansöre binip aşağıya indiler.
“İyi o zaman, senin arabayla gidelim. Dönüşte, ben bir taksiye binerim, sen de eve geçersin.”
“Tamamdır.”
İkisi birlikte bavulları yerleştirdikten sonra, arabaya binip, Sıraç’ın ’ın bulduğu mekana doğru yola koyuldular. Arslan yolda nereye gideceklerine dair bir şeyler öğrenmek istese de, Sıraç’ın ağzından tek bir laf dahi alamamıştı.
“Sanki devlet sırrı saklıyor pezevenk” Son sözünü de söyledikten sonra bir daha da zaten sormadı hiç.
Yarım saat sonra, gelecekleri yere vardıklarında, Sıraç “Geldikkk!” diye çığırmış ve Arslan’ı korkuttuğu için ağzının ortasına bir güzel tokat yemişti.
Arslan arabadan inip kısa bir göz gezdirdi mekana. Lüks bir mekana benziyordu.
Kapısında üçer tane izbandut gibi koruma vardı. Kendi de iri bir herif olsa da, daha önce kimseyle dövüşmediğinden onların karşında şansının sıfır olacağına emindi.
“Hadi geçelim.” Valeye arabayı teslim eden Sıraç, arkadaşının kolundan tutarak ilerletti. Yoksa bu herifin gitmeye niyeti yok gibiydi.
Kapıya geldiklerinde koruma derhal önlerine geçti ve “Kimlik!” Dedi sertçe. İkisi de kimliklerini çıkarıp, adama verdi. Bodyguard ise elini kulağına götürüp bir şeyler söyledikten sonra, kimliklerini geri verdi.
“Buyurun efendim, geçe bilirsiniz” ded. Arslan kimliğini alıp, korumanın açtığı kapıdan içeri girdi. Dışarıda hiç ama hiç duyulmayan müzik sesi, burada gayet net duyuluyor, hatta kulağını patlatmak istercesine yüksekti.
Bu garip durum karşında kaşlarını çatsa da sonradan umursamadı. Buranın sahibini merak ediyordu doğrusu. Gerçekten iyi bir zevki vardı.
Kapıdan girdikleri taktirde uzun bir koridor karşılıyordu onları. Sağ tarafta insanların eşyalarını emanete edebileceği bir dolap gibimsi bir şey, vardı. Sol tarafta ise uzun bir koridor vardı. Tabi her yerde de koruma cirit atıyordu.
"Sanki beyaz sarayı koruyorlar amina koyayım." Arslan gözlerini devirdi ve Sıraç ile birlikte sağ tarafa doğru ilerledi.
Sıraç orada duran hanım efendiye paltosunu verirken, Arslan üzerini çıkarmamayı tercih etti. Genç Bayan onları süzerek eşyalarını alıp bir kağıda imza artırarak arka tarafa götürdü. Ardından iki tane maske ile geri döndü.
Bu mekanda her kes istediğini yapabilecek kadar özgür olduğundan, olası bir duruma karşı hepsi maske kullanırdı. Gizlilik önemliydi.
Arslan bunun bir çeşit konsept olduğunu düşündüğünden, siyah burnunun üzerinde biten maskeyi alıp taktı.
Gümüş rengindeki, yüzünü tümüyle kaplayan maske ise Sıraç'a kaldığından onu takmak mecburiyetinde kalmıştı ve buna baya içerlenmiş görünüyordu.
"Değiştirek mi?" Diye sorduğunda Arslan kafasını iki yana salladı.
"Senin masken kıyafetime uymuyor." Arkasını dönüp müzik sesine doğru ilerlemeye başladı.
Sıraç ise ona söve söve arkasından geliyordu.
İki arkadaş koridoru geçip merdivenlere ilerlediller. Buranın bir üst bir de alt katı olduğunu anlayan Arslan, “Yukarıda ne var?” diye sordu merakına yenik düşüp.
“Yukarıda odalar var. Aşağıda ise,” dedi sırıtarak. “Görünce inanamayacaksın.”
“Ayık kafa ile ilk oraya uğrayalım.” Merdivenlerden inerek aşağı kata geldiler lakin, koridora geçmeden büyük siyah, demir kapı karşıladı onları. Önünde yine iki kişi durmuştu. Sıraç onlara ilerleyip, altın renginde bir kart çıkardı, ardından, korumalara gösterdi.
Koruma kartı görünce başını eğip, kapıyı açtı. “Buyurun efendim.”
“Siktir” Arslan işte o dakika gördüklerine inanmadı. Karşısında büyük kumarhane vardı. Yan tarafta dizilmiş slot makineleri, büyük salonun neredeyse tüm ışık kaynağı olduğu söylenile bilirdi. Diğer tarafta bir bar tezgahı, etrafta koşuşturan ve misafirler hizmet den bir birinden güzel kızlarla burası Vegas’dan halliceydi.
Tüm alana yayılmış oyun masaları ise maskeli herifler ve güzel kadınlar tarafından çevrelenmişti.
İkisi, içeriye adımlarını attıklarında, gerçekten Amerika’da falan olduklarını düşünmeden edemediler. Neyseki en akıllıları Arslan kendine gelip, sinirli ifadesiyle Sıraç’a döndü ve kolundan tutarak kenara çekti.
“Ulan it herif, ne işimiz var lan bizim kumarhanede?!! Bir de avukat olacaksın başımıza!!” Müzik olduğundan dolayı bağırsa bile kimse fark etmemişti.
“Oğlum, burası yasal lan. Birazcık oyun oynayalım, sonra yukarı çıkıp, takılırız işte.”
“Çıldırtacak misin lan sen beni? Ömrü hayatın boyunca kaç kere kumar oynadın da, şimdi oynayacağın tuttu, anlatsana Allah aşkına?” dedi sinirle. “Annem öğrenirse siker beni, babamı saymıyorum bile.”
“İkimiz de söylemezsek kimse bir şey bilmez. Hem şuna bak, kim tanır bizi şu kılıkta? Sen rockstarlarına benzemişsin, ben ise İngiliz beyefendilerine. Takma kafana, bir şey olmayacak.” Arkadaşının endişeli hissettiğini biliyordu ama 40 yılın başı (!) içinden bir şey yapmak gelmişti, işte ne yapsın. “Hadi ya lütfen, bir kere oynayıp bırakacağız.”
“Söz mü?” diye sordu Arslan derin bir nefes alarak. Sıraç sevinçle el çırpıp, baş parmağını yukarı kaldırdı ve bir şey demeden masalardan birine doğru ilerledi.
Arslan ise arkasından, “Lan söz mü?” diye bağırmış, lakin cevap alamayınca, mecburen onu takip etmeye başlamıştı.
Bu heriften gerçekten bıkmıştı. Her zaman onun yüzünden belaya girerdi başı. Eğlenmek için gittikleri her yerde, üniversitesinde hatta ve hatta stajında bile.
Bir de avukattı hayırsız..
Kendisine hayrı yoktu bu herifin, millete nasıl hayrı oluyordu ki?
Sıraç büyük kodamanların olduğu masalardan birine oturmak isterken, Arslan son anda yetişip kolundan yakaladı onu. “Yerler seni orda puşt.” Diye fısıldadı kulağına doğru. “Başka bir masa bulalım.”
“Tamamdır.”
İkisi birlikte salonun en sonuna doğru, etrafa bakarak adımlamaya başladılar. Sonunda bir masa bulduklarında hiç düşünmeden oraya gittiler.
“Merhaba, oyuna katıla bilir miyiz?”
Masada iki bayan ve bir tane de yaşlı adam vardı. Kadınlardan biri, eli ile boş sandalyeleri gösterdiğinde hiç düşünmeden oturdular. Kartlar paylanıp oyun başladı ve kaç dakika sürdüğünü bile anlamadan gerizekali şansı mı derler ne derler, Sıraç oyunu kazandı.
Bir kaç tur devam eden oyunda, bir kez Arslan, iki kez Sıraç -ki o bala kazanmıştı-, bir kez de yaşlı adam kazanmıştı. Son oyunu ise,
“Hahaha, bu gün şanslı günümdeyim.” Deyip, fişleri önüne çeken Sıraç’tan başkası değildi.
Bu kadarının yeterli olacağını düşünen Arslan, koluyla Sıraç’ı dürttü ve “Hadi gidelim artık, bir oyun dedin, kaç oyundur buradayız sayını unuttum. Kalk!”
Sıraç, Arslan sinirlendirmemek için, gülümseyerek başını salladı ve ayağa kalktı.
“Benden bu kadar bey amca, ve hanım ablalar. Şeytanınız bol olsun. Hadi eyvallah.” Dedi fişleri ceplerine doldururken.
‘Yemin ederim geri zekalı bu herif.’ İçinden sövmekle, dışından ise sadece gülümsemekle yetinen Arslan, Sıraç’ı kolundan yakalayıp sürüklemeye başladı. Masadan uzaklaşınca ise sinirle bıraktı kolunu. “Yürü gidelim artık.”
“Tamam lan tamam, Altı aylık olduğunu söylediklerinde inanmamıştım ama doğruymuş.”
Elini yumruk yapıp, elini havaya kaldıran Arslan, gözleriyle yumruğunu işaret etti. “Dağıtacağım şimdi yüzünü, göreceksin altı aylığı.”
“Tamam be demedik bir şey. Yabani.”
İkisi birlikte kumarhaneden çıkıp, yukarı çıktılar ve ikinci kattaki kulübe ilerlediler.
Kulağı sağır eden müzik dışında, onu rahatsız eden bir şey olmadığından derin bir nefes aldı ve bar kısmına ilerledi.
Güya buraya rahatlamaya gelmişti ama, yanındaki ibne sağ olsun daha da stres olmuştu anasını satayım.
Bir kaç bardak bir şey içip, kendi de pistte dans eden bedenler arasına karıştı. Bir kızla göz göze geldiğinde, sessiz bir anlaşma yapmışlar gibi bir birlerine ilerlediler ve dans etmeye başladılar. Öyle masum bir dans da değildi yani.. Baya sürtünmeli cinsten...
“Naber?” dedi kızın kulağına doğru. Kız kıkırdayarak ve ağzını yayarak “İyiyim. Sen?.” Deyince kızdan soğumuş, gülümseyerek geri çekilmişti.
Hiç göz göze gelmemişler gibi bar kısmına geri dönüp, bir kaç bardak daha bir şey istedi. Bu sırada da etrafa bakınıp, kancık arkadaşını arıyordu.
Sıraç’ın girişin biraz ilerisinde bir erkeği sömürdüğünü görünce yüzünü buruşturup başını çevirdi.
Bu herif cidden adam olmazdı.
Telefonunu çıkarıp Sıraç'a gideceğine dair bir mesaj çaktı ardından çıkışa doğru ilerledi. Terli ve durmadan dans eden bedenlerin ardından geçtiğinde birisinin ona çarpması sonucu, refleksle omuzuna tutulan eller ile şaşırarak sırtından yakaladı ona çarpan kişiyi.
Tuhaf olan şey, ona çarpan adamın yüzünde maskesinin olmamasıydı. Bu yüzden istediği gibi süze biliyordu.
Çikolata kahvesi, sert gözlerine bakınca, dudaklarını yaraladı. Yaklaşık aynı boyda olduğu bu adam, kendisi gibi kaslı ve yakışıklı bir herifti. Normalde kahve rengindeki saçları, karanlık ortamdan dolayı kömür siyahı gibi görünmüş, kirli sakalları ise yüzüne çok yakışmıştı. Uzun kirpikleri hafif yansıyan ışıktan dolayı gözlerinin altında gölgelenmiş, kendi gibi dolgun olan dudakları ise pembemsi bir tonda olduğu için Arslan’ı cezp etmişti.
Baya yakışıklıydı ve ateşli bir adamdı. Arslan’ın tipi olmamasına rağmen baya etkilenmişti, çikolata gözlü adamdan.
Arslan biseksüel olduğundan, iki cinsi de seviyordu. Tabi kadınlar daha ağırlıkta idi ama, erkeklerde daha çok minyon tipli , çekingen , utangaç tipli çocukları severdi. Böyle kaslı, ne bileyim yakışıklı, ateşli, sert erkek tipleri hiç beğendiği olmamıştı. Ama şimdi etkilendiğini kabul etmek zorunda kaldı. Esasta çikolata kahvesi gözlerinden.
Lakin adam böyle düşünmüyor olacak ki, Arslan ellerini hareket ettirip, sırtından beline indirdiğinde yüzünü buruşturup, hemen ittirmişti kendisini. Eli ile karnını tutarken, hızlı adımlarla arkasına bakıp, arka kapıya doğru koşmaya başladı.
Ondan tiksindiği için kaçtığını düşünen Arslan, üzülerek başını eğdi ve gitmek için hareketlendi.
Ancak, dikkatini deri ceketinin üzerindeki ıslaklık çekince durdu. Elini atıp ıslaklığa dokundu. Eline bulaşan kırmızı renkli sıvıyla kalbi tekledi.
Bu.. Kan mıydı?
Arslan, ardı ardına ona çarpıp giden iki izbanduta bakarken, onların çikolata gözlünün arkasından gittiğini gördü. Şimdi her şey yerine oturmaya başlarken, Arslan kaşlarını çatarak, onları takip etti.
Arka kapıya geldiğinde , kimsenin olmamasından istifade ederek, kapıyı açtı ve çıktı kulüpten. Müzikten arınmış, temiz hava ile dolu sessiz sokağa çıkınca derin bir nefes aldı.
Lakin sessiz sokağı delip geçen bir silah patlama sesiyle, yerindece irkildi. Kalbi hızla atmaya başlarken, sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı.
Bir kez daha silah sesi duyduğunda, ara sokağa çoktan girmişti. Yerde yatan adamı görünce adımlarını yavaşlattı ve sonunda durdu.
Evet, bu adam... Çikolata gözlüsüydü....
Devam Edecek...