İKİ DÜŞMAN KRALLIK
1. Bölüm: İki Düşman Krallık
Ayak seslerim, taş koridorlarda yankılanırken sarayın soğuk havası, üzerimdeki ağırlığı yansıtıyordu. Gece siyahı saçlarım, bukle bukle omuzlarımdan aşağıya sarkıyordu. Yürüdükçe kabarık elbisemin, etekleri yerde sürünüyor ve hafif kumaş hışırtısı çıkarıyordu.
Bir prenses olarak büyütülmenin tüm inceliklerine hakim olsam da, içinde bulunduğumuz durum beni derinden sarsıyordu. Babamın yanına doğru yürürken, kalbimde derin bir huzursuzluk vardı. Bugün verilecek olan karar, iki krallığın da geleceğini belirleyecekti. Bugün sadece bir anlaşma yapılmayacaktı, aynı zamanda nefret ettiğim bir adamla işbirliği yapmak zorunda kalacaktım.
Taht odasının devasa ahşap kapıları önümde açıldığında, taht salonuna girdim. Babam, altın işlemeli tahtında oturuyordu. Salona her adım attığımda, çocukluğumdan beri hissettiğim aynı soğukluk içimi kapladı. Onun otoritesi, sarayın en görkemli sütunlarını bile gölgede bırakıyordu. Tahtın yanında duran annem, değerli taşlarla bezenmiş elbiselerinden birini giymiş, her zaman ki gibi babamın gölgesinde, sessiz ve mesafeli bir şekilde duruyordu. Kraliçe Isolde Kael Ashford'un bakışları, bana bir şeyler söylemek ister gibi görünse de, kelimeler dudaklarından dökülmedi. Annem hep böyleydi. Babamın emirleri dışında bir şey yapmazdı. Babam, kral Thorne Kael Ashford gezegenin en güçlü iki krallığından birinin hükümdarıydı. Diğer krallık ise ezeli düşmanımızdı.
Ezeli düşmanımız ve ebedi müttefikimiz. İki krallık güç birliği yapmak zorundaydı çünkü halkımız sefalet ve açlık içindeydi. İki krallığın topraklarında hüküm süren bir lanet vardı. Bu lanet ben kendimi bildim bileli, topraklarımıza kuraklık ve sefalet getiriyordu.
"Bugün önemli bir gün Sienna," diye başladı konuşmaya babam, her zaman ki gibi sesi otoriterdi. "Krallığımızın kaderi bu anlaşmaya bağlı. Ben Ashford kralı olarak, Kral Alaric Galadriel ile bir anlaşma imzaladım." diyerek es verdi babam. Ashford ve Galadriel iki düşman krallıktı.
"Galadriel Prensi Arthur ile birlikte yola çıkacaksın." diye devam etti sözlerine.
Arthur.
O ismi her duyduğumda içimde aynı nefret uyanıyordu. Bizimle yıllardır süregelen düşmanlıklarının temsilcisi, o soğuk ve kibirli adam. Babamın gözleri benimkilerle buluştuğunda, bu görevden kaçamayacağımı anladım. Babamın sesi emir verici bir tonla, "ikiniz karanlık sarmallar ormanına gideceksiniz. Orada, laneti bozacak güce sahip olan büyücü ve cadıyı bulacaksınız. Bu görev sadece senin değil, tüm krallığımızın geleceğini belirleyecek." Karanlık sarmallar ormanı, küçük çocukların masallarına konu olurdu. Çocuklar oradan uzak dursun diye, ormanda yaşayan korkunç yaratıklar anlatılırdı çocuklara. Yutkundum. Küçükken bende çok korkardım oradan. Büyücü ve cadının iniydi orası.
Bu görev, halkımızın geleceği için önemliydi, biliyordum ama aynı zamanda düşmanımın yanında yürümek zorunda kalmak, tüm gururumu zedeliyordu. Sarayın taş duvarları arasında yankılanan bu emir, bana çocukluğumdan beri yüklenen sorumluluğun en ağır anıydı. İtiraz etme hakkım yoktu.
Bu bir soru değil, emirdi.
Arthur ile birlikte bu laneti bozmak zorundaydık. Karanlık sarmallar ormanın derinliklerine gitmek, gücünü yitiren krallıklarımızı kurtarmak ve halkımızın umudu olmak zorundaydık ama bu yolda Arthur ile aynı tarafta olmak sinir bozucuydu. "Büyücü ve cadıyı bulup, bu laneti bozmadan geri dönmeyeceğime yüce krallığımız Ashford üzerine yemin ederim Kralım." Başımı öne eğdim ve dizlerimi kırıp, reverans yaptım. Babamın gözleri gururla parıldarken, bana ne kadar önemli bir görev verdiğini anlıyordum. "Şimdi git ve dinlen güzel prensesim. Yarın güneşin ilk ışıklarında yola çıkacaksınız. Kalabalık gitmeniz büyücü ve cadının hoşuna gitmeyecektir o yüzden ikinizde yanınıza bir kişi alacaksınız." Muhafızlar olmadan gidecek olmamız içime korku tohumları ekmişti ama belli etmemek için başımı dikleştirdim.
"Anladım, Kralım." dedim, sesi titremiyordu ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Bana onaylayan bir bakış attı ve başıyla kapıyı işaret etti. Bu, onun için konuşmanın bittiği anlamına geliyordu. Annemle göz göze geldim. Gözleri dolmuştu. Gitmemi istemediği belliydi ama itiraz edemiyordu. Krallığın tek veliahtı bendim ve bu görev benim vazifemdi. Küçük bir erkek kardeşim vardı ama annesi başka bir kadındı ve sarayda yaşamıyorlardı. Babam onları herkesten saklıyordu çünkü düşmanları başka bir veliahtı öğrenirse onu öldürürlerdi. Bir nevi babamın 'B' planıydı küçük oğlu. Eğer benim başıma bir şey gelirse, yedekte bir veliahtı daha olacaktı. Salondan çıkarken, bir süre ne düşündüğümü anlamaya çalıştım. Babamın emirlerini yerine getirecektim çünkü bir prenses olarak görevim buydu ama bu yolculuk boyunca Arthur ile nasıl başa çıkacaktım, bilmiyordum.
Koridorlarda yankılanan ayak seslerim, beni odama doğru götürürken, zihnimde bir çok düşünce vardı ama en baskını; Arthur ve ben, bu görevi başarabilecek miydik? Düşmanımdan nasıl bir müttefik yaratabilirdim? Arthur Galadriel krallığının tek varisi değildi ama en büyük çocuk olduğu için taht sırası onundu. Yani, ikimizde krallıklarımızın geleceğiydik.
İki düşman krallık ve iki düşman veliaht.
Odaya vardığımda, beni Elena karşıladı. Saraydaki en yakın ve sadık dostumdu Elena. Her zaman ki zarif gülümsemesiyle beni karşıladı ama bu sefer ki gülümsemesi endişeliydi. "Sienna, nasılsın?" diye sordu, sesi alçak ve yumuşaktı. Saraydaki diğer çalışanlar bana asla adımla hitap edemezdi ama Elena bir çalışandan fazlasıydı. Tek arkadaşımdı.
Yüzüne hafif bir gülümsemeyle baktım. Onun varlığı her zaman bana huzur verirdi ama bu sefer derinlerimde kopan fırtınayı dindirmek zordu. "Zor bir gün, Elena." dedim, derin bir nefes alarak. "Arthur ile aynı tarafta savaşmak zorunda kalacağım. Babalarımız anlaşmayı imzalamış. Karanlık sarmallar ormanına, Arthur ile beraber gideceğiz."
Elena, bana yaklaşıp elimden tuttu ve pencere kenarındaki koltuğa oturmamı sağladı. Odamdaki masadan, ben gelmeden hazırladığı sıcak meyve çayını fincana döktü ve bana servis etti. "Halkın için bunu yapmak zorundasın Prenses. Belki de Arthur, düşündüğünden farklı bir insan çıkar ve yolculuk daha kolay geçer." diye beni teselli etti. Çaydan bir yudum alıp, koltuğun yanındaki eskitme, altın işlemeli sehpaya bıraktım.
Bu düşünce aklımda yankılanırken, dışarıdaki karanlık sarmallar ormanı manzarasına baktım. Saraydaki odam çok yüksekte olduğu için penceremden görünüyordu ormanın girişi. O orman, içinde sonsuz tehlikeler ve sırlar barındırıyordu. Ormanın karanlığında bizi neyin beklediğini bilmiyordum ama bir şey kesindi. Bu yolculuk, sadece düşmanları bir araya getirmekle kalmayacaktı, aynı zamanda içimizdeki karanlıklarla da yüzleşmemizi sağlayacaktı.
☆
Sarayın avlusunda toplanan askerler, gözlerimi büyüleyen bir ihtişamla sıraya dizilmişlerdi. Her biri ağır zırhlar içinde, karanlık ormanın tehlikelerine karşı hazırlıklıydı. Fakat ormanın derinliklerinde bizi bekleyen tehlike, fizikselden çok daha fazlasıydı. Arthur ile bu göreve gitmek, ruhsal bir sınav olacaktı. İçimdeki öfke, her ne kadar yerinde durmaya çalışsa da, bu görev boyunca onu kontrol altında tutmanın zor olacağını biliyordum.
Avluya çıktığımda, Arthur çoktan oradaydı. Yeşil gözleri bana soğukkanlı ve mesafeli bir bakış attı. Yüzünde her zaman ki kibirli ifadesi vardı. İçimde bir şeyler titredi. Onunla daha önce savaş meydanında karşılaşmıştım ve o gün aramızdaki nefret doruğa ulaşmıştı. Şimdi, aynı tarafta olmak zorundaydık.
"Prenses Sienna." dedi dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle. "Bu yolculuğa hazır mısınız?"
Onun alaycı tavrı, içimdeki öfkeyi daha da körükledi ama bu sefer ona aynı şekilde karşılık vermek istemedim. Bu yolculuk, sadece iki düşmanı birleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda bana sabrı öğretecekti. Derin bir nefes alıp, sakin bir sesle cevap verdim. "Hazırım Prens Arthur ama senin de benim kadar bu görevi ciddiye almanı umuyorum." dedim mesafeli bir tonda.
Arthur, hafifçe kaşlarını kaldırdı ve güldü. "Ciddiyet mi? Prenses, emin olun ki bu görevin ciddiyetinin en az sizin kadar bilincindeyim. Halklarımızı kurtarmak için birlikte çalışmak zorundayız." diyerek o da ciddiliğini ortaya koydu. Baştaki alaycı tavrı toz bulutu olup, havaya karışmıştı.
Bu sözler, içimde bir şeyleri yerinden oynattı. Arthur’un bu kadar sorumluluk sahibi olduğunu hiç düşünmemiştim. Onu hep soğuk ve kibirli biri olarak görmüştüm ama şimdi onun da bu görevi ciddiye aldığını görmek, içimi bir nebze olsun rahatlatmıştı. Belki de Elena haklıydı. Belki de Arthur, sandığımdan daha farklı bir insandı.
Düşüncelerimi bir kenara bırakıp, önümdeki göreve odaklanmam gerekiyordu. Karanlık ormana doğru yola çıkmak sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda ruhsal bir savaş olacaktı. Arthur ile birlikte bu zorlu görevi başarmak zorundaydık.
Atlarımıza binerken, Elena ve Leon da bize eşlik ettiler. Elena, her zaman ki zarif tavırlarıyla yanımdaki atın üzerinde dururken, Leon’un güçlü ve koruyucu duruşu güven vericiydi. Leon bir saray muhafazıydı. Arthur ile dostluğunu bilmeyen yoktu. Leon, Arthur’un hem koruyucu muhafızı hemde arkadaşıydı. Ormanın derinliklerinde bizi bekleyen tehlike, ne Elena'nın zarafeti ne de Leon’un gücüyle aşılabilirdi. Bu yolculuk, hepimiz için bir sınav olacaktı.
Başımı dikleştirdim ve atın dizginlerini sıktım. "Ateş kanatlarıyla ileri!" Bağırmamla at dört nala koşmaya başlamıştı. Diğerleri de peşimden geliyordu. Arthur hızını arttırıp, bir rekabetle bana yetişti. İkimiz yan yana dört nala koşuyorduk.
☆