Ege, Serap’ın telefonunu sildiğini, mesajlarını görmezden geldiğini fark ettiğinde, önce öfkelendi. Serap, onun için bir "yatırım"dı; hem Maddi hem de egosunu tatmin eden bir mülk. Ancak gün geçtikçe öfkesinin yerini tuhaf, tanımadığı bir huzursuzluk aldı. Serap'ın kayboluşu, "Mekân"daki diğer yapay ışıklar içinde Ege'nin hayatında büyük bir boşluk yaratmıştı.
Serap, Doğudan geliyordu. Gözlerinde ne İstanbul’un yorgunluğu ne de gece hayatının sahte parıltısı vardı. Serap'ın teni, Ege'nin alışık olduğu ağır makyajlı, sert şehir kadınlarına benzemiyordu. O, "doğanın saflığına" dair bir şey taşıyordu; belki bir Van Gölü'nün berraklığı, belki bir Mardin taşının otantik dokusu... Ege, bu "güzelliği" sadece bir meta olarak görmüştü, ama şimdi o meta elinden kayınca, ilk kez bir şeye sahip olamama duygusuyla karşı karşıyaydı.
Serap'ın yüzünde, kaostan kaçan ama içinde hala saklı bir onur taşıyan kadınların çizgileri vardı. Saçlarının siyahı, Ege'nin alay ettiği o "köy kızı" masumiyetini taşıyordu. Ege’nin gece kulübü dünyası, her şeyi ucuza çeker, ucuzlatırdı. Ama Serap'ın sessizliği, onun paha biçilmez olduğunu, parayla satın alınamayacağını fark ettirmişti. Bu farkındalık, Ege için bir "aşk" değil, korkutucu bir takıntıya dönüşüyordu.
Ege, onu bulmak için hastane kayıtlarına ulaştı. Serap'ın son adresini öğrendi: Karaköy civarında, köhne bir pansiyon. Ege’nin lüks arabası, Karaköy’ün dar, pis kokulu sokaklarında bir yabancı gibi duruyordu.
Serap ise o sırada, çay ocağının buharlı mutfağında, hayatının en ağır ama en temiz işini yapıyordu. Bulaşık suyunun sıcaklığı, geçmişindeki kirleri temizler gibi hissettiriyordu. Elleri çatlamış, beli ağrıyordu ama bu fiziksel acı, ruhen hissettiği huzurun yanında dayanılabilirdi.
Yaşlı çay ocağı sahibi Hasan Usta, Serap’a adını sormuyor, geçmişiyle ilgilenmiyordu. Sadece işini yapmasını bekliyordu. Serap’ın Doğu'dan geldiğini bilen Hasan Usta, onun sessiz, çalışkan ve utangaç tavrını görüyor; "Bu kızın gözlerinde büyük bir dağ göçü var," diye düşünüyordu. Serap'ın tek dayanağı, bu temiz iş ve Hasan Usta'nın sorgulamayan sessizliğiydi.
Bir öğle vakti, Serap elinde sıcak bir bezle masaları silerken, çay ocağının camında o tanıdık, lüks arabanın gölgesi belirdi.
Ege, kapıda duruyordu. Üzerindeki pahalı takım elbise, etrafındaki işçi kalabalığı ve yanık çay kokusuyla tam bir tezat içindeydi. Gözleri, Serap'ı bulduğunda, Ege’nin yüzüne tuhaf bir ifade yerleşti: Hayal kırıklığı ve sahiplenme karışımı bir şok.
"Serap," sesi, mekânın gürültüsü içinde bile çok keskin çıktı. "Ne yapıyorsun sen burada? Bu paçavralar içinde mi?"
Serap’ın elindeki bez düştü. Kalbi, uzun süredir ilk kez, panikle değil, direnişle çarpmaya başladı. Ege'nin onu tekrar karanlığa çekmek isteyen sesi, bir zamanlar cazip gelirdi. Şimdi ise, sadece kirli bir gürültüydü.
Serap, sırtını dikleştirdi. Kırmızı rujunun izi gitmiş, yüzü yorgunluktan solmuştu ama gözlerinde yeni bir ateş yanıyordu. Bu ateş, o güzel Doğu’nun, yıkılmaz onurunu simgeliyordu.
"Hasan Usta'ya bakıyorum," dedi Serap, sesi Ege'nin beklediğinden daha güçlü ve tok çıktı. "İşimi yapıyorum."
Ege, şaşkınlıkla güldü. "İşin mi? Benimle gelirsen, bu üç günde kazandığını bir gecede kazanırsın. Gel, bu çamurdan çık. Ben sana daha değerli bir hayat sunarım."
Bu sözler, Serap'ın geçmişte duyduğu o zehirli vaatlerdi. Serap, yavaşça eğildi, bezi yerden aldı, sanki bezi alırken sadece yerden kalkmıyordu, hayatının kontrolünü de geri alıyordu.
"Sana göre değerli olan, bana göre çamur Ege," dedi Serap. "Ben artık sahibi olduğum parayı kazanıyorum. Senin sunduğun para, benim kendimi utançla boğmama neden oluyordu."
Ege, Serap'ın bu radikal değişimi karşısında donup kaldı. Bu, onun kontrol edebileceği, manipüle edebileceği eski Serap değildi. Bu, yeniden doğmuş, yorgun ama iradesi sağlam bir kadındı.
Tam o sırada, Hasan Usta kapı eşiğinde belirdi. Uzun boylu, çatık kaşlıydı. Ege’ye baktı. "Bir sorun mu var beyefendi? Burası bir iş yeridir. Müşteri değilseniz, lütfen kapıyı kapatın."
Ege, Hasan Usta’ya baktı, sonra tekrar Serap’ın asil yorgunluğuna. O an anladı. Serap, artık onun karanlık dünyasına ait bir gölge değildi. O, kendi ışığını bulmuştu. Bu ışık, Ege’nin dünyasında yabancı ve rahatsız ediciydi. O, Serap’ın eski hayatına duyduğu o küçük aşkı değil, onu kaybetme korkusunu hissediyordu.
Ege, hırlama gibi bir ses çıkardı, arkasını döndü ve oradan hızla uzaklaştı. Serap, arabanın sesi kaybolana dek pencereden baktı.
Ege'nin gitmesi, Serap'ın ailesinden kaçışından daha büyük bir zaferdi. Çünkü bu sefer, sadece mekânı değil, ruhundaki prangayı da kırmıştı.