Gecenin siyaha çalan lacivert perdesi, Balat'ın eski, çatlak duvarlarına gerilmişti. Serap, kirli beyaz spor ayakkabılarıyla kaldırım taşlarını çiğnerken, sırt çantasının askıları omuz kemiklerini acıtıyordu. Ancak bu fiziksel acı, göğsünde taşıdığı pranganın ağırlığı yanında bir hiçti. Bir saat önce, kimsenin uyanmadığından emin olduğu o sessiz anlarda, anahtar deliğinden çıkardığı mandalı kalbi gibi usulca yerine koymuş, parmak uçlarında yürüyerek o küçük, dar evden nefes alarak çıkmıştı.
Geride bıraktığı şey... O bir ev değildi, bir hapishaneydi. Duvarları sevgisizlikle sıvanmış, pencereleri ise "el âlem ne der" korkusuyla perdeleri hep kapalı tutulmuş bir hücre. Yirmi yaşına bir kala, "iyi bir kısmet" diye önüne sürülen, yüzünü bile zar zor hatırladığı o adamla kurulan "yuva" hayali, Serap'ın zihninde bir mezar taşı gibi belirmişti. Annesinin keskin ve soğuk sesi, "Kız kısmı evinde oturur, kocasına hizmet eder," sözleri, babasının suskunluğuyla birleşince, Serap'ın içindeki isyan ateşi tavan arasına kilitli bir fener gibi yanmaya başlamıştı. "Kaçmaktan başka çarem yoktu," diye fısıldadı, sesi kuru, dudakları çatlak.
Yürüdü. Hızlı, kararlı ve arkasına hiç bakmayarak. Ta ki metronun ışıklı, metalik merdivenlerine ulaşana dek. Biletini makineye okuttuğunda çıkan tık sesi, onun için bir kapının kapanışı, bir diğerinin açılışıydı. Trenin yeraltındaki gürültüsü, kafasının içindeki eski sesleri bastıran bir senfoniydi.
Şehre, yani İstanbul’a vardığında, gökyüzü ilk gri ışıklarını veriyordu. Serap, perondan yukarı, İstiklal Caddesi'nin henüz uyanmamış, ıslak asfaltına adım attı. Yüzüne vuran ilk rüzgâr, bir yaz gününde içtiği ilk soğuk su gibiydi. Göğsü doldu, derin bir nefes aldı. Etrafındaki yüksek, birbirine geçmiş binalar, ışıklı tabelalar, caddenin boşluğunda yankılanan bir çöp arabasının sesi... Bütün bunlar, ona ait değildi. O, artık bir isimdi, bir kimlikti; Serap. Ne "Falanın kızı," ne de "Filanın nişanlısı." Sadece, özgür Serap.
Bir an durdu. Olduğu yerde, caddenin ortasında. Gözlerini kapattı, kollarını iki yana açtı ve o an, bir perinin kanatlandığına inanarak gülümsedi. "Geldim," diye düşündü. "Artık benim hayatım."
Ancak bu yüce his, gün ağarıp da cadde insan kalabalığıyla dolmaya başladığında, tenine yapışan bir zehirli sarmaşık gibi yavaşça iç sıkıntısına dönüştü. O büyük şehir, binlerce insana rağmen, tuhaf bir şekilde tek kişilik bir sahneydi. Cebindeki kısıtlı para, sırt çantasındaki üç parça kıyafet ve bir telefon... İşte tüm sermayesi buydu. Bir köşede oturmuş simit yiyen bir adama, el ele yürüyen bir çifte baktı. Gözlerinde ne bir kınama, ne bir sevgi vardı. O büyük makinenin dişlileri gibi, her biri kendi yolunda ilerliyordu. Ve Serap, o dişlilere nereden, nasıl dahil olacaktı?
Güneş, Beyoğlu'nun binaları arasından kendini gösterdiğinde, Serap bankta tek başına oturuyordu. Özgürlük, tadı çok keskin bir içecekti; midesini yakıyor, başını döndürüyordu. Hayalini kurduğu renkli hayat, şu an sadece yüksek, soğuk ve onu görmeyen bir şehir manzarasıydı. Kalbinin en derininde, bir ses fısıldadı:
"Şimdi ne olacak, Serap? Ne yapacaksın bu koca, korkutucu özgürlükle?"