Son

3037 Kelimeler
‘’Ben sana en olmaz sevgileri sunmaya geldim; şimdi hiç beklemediğim bu karşılama neden? Ruhuma bir nefes üflersin diye bir çamura cennet gibi tutundum, kurtuluşa bir kalp atışı kadar yakınken, kendini varlığa neden unutturdun. Neden? Tüm masalların en güzel perisi, hepsinin güzellik payesi, çocukluktan kurtuluşum, şimdi tekrar yok oluşum. Ne buldun? Ne umdun ölümde ki bana senden önceki hayatımı sunuyorsun. Mor renkli dudaklarınla inan günahkar bir meleği andırıyorsun. Ne düşündün gözlerini son kez kapatırken, ne hissetti bedenin; olmazların neresindeydin. Oysa ben sana koşuyordum iki ayağım iki elim. Sana hazırladığım repliklerim, kendi içimde küçük meziyetlerim… Her biri büyük bir gürültüyle yıkılırken ruhumun derinliklerine; sen şimdi matemine sonsuz yas tutmayı seçmiş bir insan gibi sessiz, sedasız, varlıktan münezzeh bir şekilde, yatıyorsun öylece. İçimde varlığın manası, diri tuttuğum hayallerim; şimdi nefessiz, solgun… Aynı senin gibi mor hüzün açıyor ümit bahçelerimde.’’ Gözyaşları sicim gibi akarken çenesinden aşağı, yatağın hemen yanında komidinin üstünde yarım bardak su ve bir mektup gördü. Yarım bardak suyu içtikten sonra mektubu gözyaşları içinde eline aldı… Bir taraftan yanaklarına akan hayallerini siliyor, bir taraftan da titrek elleriyle tuttuğu bu taze mektupta acılarına ufacıkta olsa bir cevap bekliyordu.   ‘’En kolayı bu olsa gerek; hiç ses çıkarmadan sessizce gitmek. Yok olduktan sonrasına bir mesaj bırakabilmek. Aslında insan neredeyse bunun için yaşamıyor mu? Sakın pişman olduğumu düşünmeyin, sadece yorgun olduğum için. Yaşantımı kendi arzu ettiğim hayatın yakınına dahi getiremediğim için. Zaman ister sandım umutlanmak, bir şeylere daha hevesli olmak. Üniversite bir şeyleri değiştirebilmek için son umudumdu. Onu da her zaman ki gibi savaşarak ve çalışarak geçirdim. Çalışmak dediğim de sanmayın bir işe yaradığımı. Bir yaprak ne kadar çalışıyorsa, o kadar işte… İşe gidip gelirken onlarca kez yürüdüm İstiklal Caddesi’ni ve tek tek seyrettim insanları. Onlara dokunmayan belki benle savaşıyordu.  Zira ben hayatımı anlamlandıramıyordum. Ben neden yaşadığımı  dahi hiçbir zaman anlamadım. Üç beş eğlenceyle geçiştirdiğim anların dışında hiçbir mana veremedim dakikalarıma… Hayatı yaşarken hep bir karanlık kuyuya durmadan ama hiç durmadan düşer gibi hissettim kendimi. Bir önceki düşme anına tekrar dönemeyecek kadar hızlı, sonunu bilmeyecek kadar korkutucu. Dipsiz bir kuyuya tutunacak hiçbir yer olmadan büyük el kol hareketiyle yıllarca düşmekti yaşamak… Arzuladığım hayatı yaşayan insanlar var diye düşünüyorum. Bir yerlerdeler biliyorum… İnanın biliyorum. Her insan düşünür hayattan daha fazlasını hak ettiğini. Aslına bakarsanız bu konuda herkes gibiyim işte… Ben düşmekten yoruldum sadece, düşerken dahi aç kalmamak için çalışmaktan. Ben yoruldum ve artık kuyunun sonuna varıyorum… Çünkü ben artık bundan sonrasının da aynı olacağını biliyorum. Kim alır bu mektubu onu da bilemiyorum. İlk hangi tanıdık gözler beni görür bu halde; tek bildiğim; hepinize aynı yerde aynı saatte…. Peki sen söyleyebilir misin şuan da odada kaç kişinin var olduğunu.  İki kişinin mi, tek kişinin mi var olduğunu? Ölüm iki kişi içinde bir yoksunluk mu? Peki ben yok muyum orada şuan gerçekten, sen söyle… Ben yok muyum orada? Sence?’’     Ağlamaktan neredeyse bütün yüzü ıslanmış, şakakları kasılan Uğur öylece oturduğu köşede kaldı. Zeynep’in cansız bedenine baktıkça, onun için bir şey yapamadığını düşünüyor; kendi hayatına dair her şeye sövüyordu. O ellerinden beyazlar içinde uçmuştu işte. Neredeyse tüm hayalleri büyük bir rüzgarla uçuşmuştu. Zeynep’e yaklaşıp sarıldı, hiç duyamadığı sıcaklığını tüm soğukluğuyla hissediyordu. Ellerini öptü kokladı. Kalbini mühürlüyordu adım adım. Sanki her dokunuşu Zeynep’e daha yakın, tüm varoluşlara daha da uzaktı. Benliği her şeye karşı uzaklaşıyordu; hayatına, bulunduğu ortama, örtündüğü karakterine. Öylece seyir etti sadece, dünyaları feda edebileceği Zeynep’in güzelliğini. Gözlerini kapattı, eliyle karnına dokundu incecik ve yumuşacık belini hissetti, sonra yavaş yavaş beyaz kıyafetleri üzerinden göğsüne, oradan lafzının imzası çenesine dokundu. Dokundukça Zeynep’i hissediyordu içinde. Aklında son kalacak haliyle Zeynep’in iç dünyasında ki girdaplarını da omuzlarına alıp evden çıkmaya karar verdi… ‘’Ben gördüm Zeynep seni, ilk defa ben gördüm. Hayatta ki ilk ezberimi de unuttum, seni bu halde ilk ben gördüm. Adalet ilk defa yerini buldu, en çok hak eden gördü. Tüm planlarımda senle öldü. Kendi anlamsızlığımın yanına seninkini de sırtlandım, kendi ruhuma gömdüm. Dipsiz kuyunun önünde durdum, sen atlayınca bende oracıkta öldüm. Hiç ummazdın değil mi? Senden arta kalanı benim içeceğimi… Seni böyle güzel böyle cansız böyle huzurlu ve böyle ölümlü göreceğimi…’’ Artık acısı çaresizliğe dönüşmüştü. Ölüm bir hedef gibi saplanmıştı beynine. Tüm sular duruldu zihnindeki… Ayağa kalktı ve son kez baktı hayatının anlamına… Kim görüyordu ki hayatının anlamını ölü de olsa böyle yatağa uzanmış şekilde. Mektubu yanına almak istese de mektup Zeynep’e aitti. O halde ‘’oda da varsın Zeynep’’ dedi kendi kendine… ‘’ya da ikimiz de yokuz, hepimiz dipsiz kuyunun yolcusuyuz’’. Odadan çıkarken son kez kapının kenarından yaşlı gözlerle Zeynep’e baktı. Hızlı bir şekilde apartman kapısından dışarı attı kendini. Az önce büyük hedeflerle girdiği bu kapıdan, ölümün sıcaklığını kollarına almış çıkıyordu işte. Saatine baktığında saat ona gelmişti. Küçük parkta Zeynep ile ilk oturdukları bankı gördüğünde tekrar hıçkırıklara boğuldu. Bu acı her hatırada tekrar tekrar içinde büyüyor, boğazında düğümleniyor, kurtulmak için eliyle canını söküp atmak istiyordu. Neden her gece ki gibi bir gece değildi. Cinayetin diyeti kaçmak değil, aynı acıyı yaşamak mıydı? Binlerce soru beyninde, bir o kadar acı yüreğinde hepsi cevapsız bir şekilde, neticeye bakmadan gözyaşı olup akıyordu Uğur’un ruhundan… Orada öylece otururken sokağı dönmüş yürüyen iki kız bir erkek gördü. Konuşarak apartmana yaklaşıyorlardı. Eğer bunlar Zeynep’in arkadaşlarıysa birazdan onlarda anlayacaktı ölümden yaşama olan incecik çizgiyi. Zeynep herkese aynı saati vermekle aslında tüm tanıdıklarına aynı şeyi anlatmayı hedefliyor gibiydi. Bir ölünün dahi başkalarının hayatını anlamlandırabileceğini… İçinde ki ağıt yakan kadını bir nebze daha susturup hızlı adımlarla Yıldız Posta caddesine Onur’un evine doğru adımladı. Yürürken kendinde değildi, yürümüyor sanki uçuyordu. Kendi içine dönüşün en derin halini yaşıyordu. Beynine derin bir yara almışta, hatıraları oluk oluk boşalıyor gibi; olur olmadık bir tahayyül içerisinde çocukluğuna, gençliğine ve Zeynep’e ait anıları canlanıyordu gözünde. Öylesine doluydu ki zihni, binlerce şeytan vesvesesi içerisinde hayatında hedef diyen, amaç diyen tek insanın yanına gitmek istiyordu. Çünkü artık hayatta ki boşluğun bir adı bir neticesi bir de acısı vardı. Bir hayalet gibi adımladı ve kapının önünde durup kapıyı çaldı. Apartman kapısı açıldı merdivenleri çıkıp Onur’un mütevazı bakışları içerisinde kılı kıpırdamadan eve girdi. Onur önce tebessümle karşılasa da Uğur’un yüzünden bir şeylerin ters gittiğinin farkına vardı. Uğur sessiz bir şekilde, geçip duvarın yanında ki eski çekyatın yanına oturdu. Öyle sessizlik içerisinde birbirlerine baktılar. Onur;   - Sen ağladın mı? ‘’Onur’’ dedi kırık bir sesle. Konuşmak istiyor konuşamıyor, içinde ki ateşi bir şekilde söküp atmak istiyor ama hiçbir şekilde bedeninden sıyıramıyordu. Elleri gözleri dili içinde durmadan korlanan alevin içinde çaresiz bir şekilde yanıp duruyor, Uğur sadece seyredebiliyordu. ‘’biraz yanında kalsam olur mu?’’ ‘’Olur üstadım’’ dedi Onur vakur bir sesle. Sonrasında bir sigara uzattı. Uğur sigarayı aldı, cebinden çakmağını çıkarttı ve sanki o an ki derin dünyasına ait olmayan ufacık bir çakmak ateşleme sesi duydu. Bu ses sanki onu alıp birkaç kademe birden yaşadığı dünyaya yaklaştırdı. Geriye yaslanıp ağzından çıkan sigara dumanına baktı. Onur’da sessiz bir şekilde Uğur’u izliyor, bu uhrevi havanın ikliminde hayatında ilk defa böylesine üzgün gördüğü arkadaşını, hasta başı bekler gibi, ortamın kendine has üslubunca elinde sigarasıyla bekliyordu. ‘’Ruh İnsandan böyle mi çıkıyor’’ dedi Uğur ağzından çıkan dumanı göstererek. ‘’İnsanın ne kadar canı acıyordur kim bilir’’ diye devam etti. Onur’da sigarasını yaktı. Yaşanan acının ölümle bir alakası olduğu fikri zihin denizine bir damla gibi düşmüştü. ‘’Doğru zordur herhalde’’ dedi. ‘’Ölüm olmasa da hayatın ne anlamı var ama’’ diye devam etti. ‘’Bizler ölüm olduğu için yaşadığımız hayata bakar sonra bir anlam yükleriz’.   ‘’Peki ya sonrası’’ dedi Uğur, Onur’un gözlerine bakarak. Onur’da kendinden emin bir şekilde yaslandı geriye;   - Sonrası ebedi istirahatgahtır Uğur, Allah’ın lütf- u keremidir sonrası. Bir kapıdır, var olduğunu bildiğin şu yan taraf da ki oda kadar gerçek, yaşamakta olduğun dünyadan daha endişesiz hayata açılan bir kapı. Ait olduğuna kavuşmaktır ölüm dediğin.   Aslında Uğur’un konuşmasını istiyordu. Bu denli üzülmesine vesile olan şeyi öğrenmek istiyordu. Korkun yok olmaksa, korkma! Öyle bir mesele zaten yok demek istiyordu Onur. Bu Uğur’un ateşler içinde ki gönül cehennemine boca edilen bir su gibiydi. Onur;   - Bu ince tasarım, kainatın bu denli ihtişamı daha ileri başka bir ihtişamın önsözü gibi. Önsözden okumaya başladık hepimiz. Yaratıcının aksi bir istikamette gelişigüzel bir iş yapacağını düşünmek, onun ihtişamına, yaradılış esasına ve engin sıfatlarına istinaden vahdetine yapılan saygısızlıktandır.   ‘’İçim çok acıyor’’ dedi Uğur başını kollarının arasına alarak,  ‘’kelimeler yetmiyor, bilemiyorum kendimi yerlere mi vursam; senelerce bir odaya kapanıp hiç mi konuşmasam. Durup düşünmeden, sakince yaşayabileceğim bir hayatın çok üstüne çıktım. Tamamen boka battım’’ derken sesi öylesine çatallaştı ki ağlamamak için kendini zor tuttu.   - Hayat zaten aynı anlattığın şeydir üstadım. Sadece birileri bunu zahirende görür, birileri görmez hayatı vazgeçilmez sanır. Yaşadıkların ne bilmiyorum ama belki de Allah’ın günahlarına kefaret vurduğu şevkat tokatlarıdır.   Uğur başını kaldırıp Onur’a baktı. Bulunduğu evin dahi yeni farkına varıyordu. Onur’a anlatmalı mıydı içinde bulunduğu girdabı. Hangisinden başlayacaktı peki? Aranıyordu, kaçmak için ileride ne olacağını tahmin bile edemediği insanlara kendini emanet etmeliydi ve sonrasında hayatının anlamı, hayatın anlamsızlığına karşı hayat sözcüğünü lügatinden silmiş, intihar etmişti. Uğur kucağında kocaman bir anlamsızlık ortalık yerde kalakalmıştı. Onur ise kendi hesabına Uğur’un bu içe dönüşünü tahmin edebiliyor, hissiyatının ördüğü taş duvarları yıkıp Uğur’u içerden çıkarmak istiyordu. Bu sessizliği tekrar bozup;   - Bilmiyorum ne derdin var ama eğer çevrene ait bir ölüm yaşanmışsa Uğur, tüm benliğimle ve inandığım değerler adına tekrar göreceğini, tekrar duyacağını, tekrar hissedeceğini ama bunun içinde sana görevler düşeceğini söylüyorum. Bunu ben değil inandığım ilahi güç söylüyor. Unutma ki bir bilinmez olmalıydı, bir gizem anlamlandırmalıydı, belki nice hastaya da bereket olarak görünen ölüm, bir kaide olarak hayatın başköşesinde oturmalıydı. + Peki ya günahlarım? - ‘’Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz; Allah sizi helak eder yerinize günah işleyip tövbe edebilecek, mağfiret edeceği bir kavim yaratırdı’’ diye bir hadis var. Unutma İslam dini günah işlememek üzerine değil, tövbelerin üzerine kurulu bir dindir. Sen seni yaratanın sana olan sevgisine güven.   Uğur gittikçe şuursuz ve bedbin bir şekilde içine dönüyor, hayatının geldiği uçurumu düşünüyordu. Onur’un söylediklerinden belli başlı vahdet, lütuf, kapı, tasarım, günah ve tövbe gibi kelimelerin dışında aklında hiç bir şey kalmıyordu. İç dünyasından gelen seslere kulak vermeye başlamıştı. Koyu siyah bir renkle çevrelenmiş gibi, hiçbir sözün işlemediği kara büyüyü tüm hücrelerinde hissediyordu. Onur belki haklıydı ama anlattıklarının hepsi güç istiyordu. Oysa Uğur şuan yıkık bir harabe gibiydi. Nefes alacak takati kalmayan kendisi için, bunlar bir başlangıcı değil olması gerekeni ifade ediyordu. Onca konuşmanın ardından tek aklında kalan ölümün bir son olmayacağı fikri, şuan ki ruh haletiyle direnmeden kabul ettiği bir inançtı. Belki daha öncesinden de bunu hissediyordu ama ölümle yaşamın arasında ki ince çizgiyi ve daimi sonrası bu kadar yakından ilk defa anlıyordu. Saat gece yarısına gelirken beyhude bir şekilde ayağa kalkıp;   ‘’Gitmem gerekli Onur. Kafamı toplamam lazım.‘’ Yalnız kalmak istediğinden dolayı Onur’un buna karşı ısrarcı olmasını istemiyordu. ‘’Hem söylediklerini düşünmek için zamana ihtiyacım var’’ dedi. Onur kantarın topuzunu çoktan kaçırmış bu incecik adama bakarak ‘’peki’’ diyebildi sadece. ‘’Zamana ihtiyacım var’’ı öyle ustaca vurgulamıştı ki karşısında ‘’gitme kal’’ diyebilecek bir kapı aralığı bırakmamıştı. Çantasını alıp yavaş yavaş kapıya ilerledi. Vedalaşırken Onur’un gözlerinin içine bakarak; ‘’söylediklerin takat işi Onur ama senin gibi bir insanla zamanında tanışmayı gerçekten çok isterdim’’ dedi. Merdivenlerden indi ve ruhunda anlam veremediği bir yolculuğa çıktı. Anlatılanların uhrevi havasından mı? Zeynep’in intihar şiddetinin azalmasından mı? Ya da bir son olmadığını kabul etmesinden mi? Daha kesin kararlar verebileceğini hissediyordu. Durgunluk ve dinginlik arasında, amaçsız pejmürde bir şekilde saat geceyi vururken Beşiktaş’a doğru yürüyordu. Ne yapacağını bilmeden, yakalanma korkundan arınmış bir vaziyette Beşiktaş’a, oradan Dolmabahçe’ye ve Gümüşsuyu parkına yürüdü. İçinde ki boşluk adım adım onu hissizleştiriyordu. Kulakları neredeyse tamamen kapandı, gözleri bir noktaya odaklanıyor ve yönünü bile istemsiz bir şekilde buluyor. Derinlerine nüfus etmiş olan ‘’hayatı anlamlandırma’’ fikrinin aslında nelere gebe olacağını sonucuyla beraber daha keskin bir şekilde net görebiliyordu. ‘’Çünkü yaşamak için bir sebep bulamıyorsanız, ölmek için bir sebep bulmuşsunuz demektir’’ diye sayıkladı dudakları. Zeynep’ in de anlatmak istediği buydu belki de. Gözlerini her kapattığında da O’nun mor dudakları, şişmiş ellerini görüyordu. Oysa ki yüzü ne kadar güzeldi. Kendi ruhuna yakın bir yer ararcasına yürüyordu. Taksim dolmuşlarına yaklaştığında sol tarafında çocukken bir arkadaşıyla girdiği kocaman tahta binaya doğru yürümeye başladı. Bütün heybetiyle yıllarca orada duran, birçok metruk bina gibi kapısına zincir vurulmuş bu yapının arta tarafta ki onlarca kırık pencereden birisinden içeri atladı. Dışardaki sesler bir taraftan kulağına geliyor, diğer taraftan tahta merdivenlerden üst kata çıkıyordu. Yanından sallanan örümcek ağları, talaş parçaları, harabe yığınının onulmaz yaraları eşliğinde kendi kendine söyleniyordu. Merdivenlerden çıktıkça iç dünyasında bu tahta binayla bir bağ kuruyor, onunla dertleşir gibi ezgiler mırıldanıyordu. Oysa hala yaşanmışlığa ait aynalar, eski kırık sandalyeler, tinercilerin kaldığının göstergesi bira şişeleri; bu binanın hala kullanılıyor olduğunu fakat artık büyüsünün kalmadığını gösteriyordu. Kendi gibiydi işte… Her şeyi yaşayıp içinde barındıran kendisi de Zeynep’i yok kabul ettikten sonra eski şaşalı gösterişli halini hissedemiyordu. ‘’Sanırım burasıydı’’ dedi kendi kendine ve arka tarafa bakan küçük bir odanın içine girdi. Buraya çok küçükken gelmişti adını dahi hatırlamadığı çocukluk arkadaşıyla. Heyecanda ısrarlı oldukları zamanlardı. Eski binaların içine girip sigara içmek, olmayan camların ışıl ışıl görünen penceresinden gökyüzüne kadar seyretmek en bilinen zevkleriydi. Çocukluktan yükseklere karşı bir hayranlığı vardı; her ne kadar büyüdükçe diplerden kurtulamasa da… Pencerenin tam karşısında ki tahta duvara sırtını yasladı ve oturdu. Pencereden gelen ışıklar tam ayak uçlarına kadar geliyordu. Öylece bakıyordu etrafına. Yorgunluğunu yeni hissetmişti. Bir hafta da hayatı tamamen dağılmış ve son bir umutla geldiği İstanbul’da büyük bir hayal kırıklığı içerisinde öylece karşısında ki pencere boşluğundan ışıkları ve gökyüzünü seyretmeye başladı. Yanındaki çantasının kapağını açtı ve küçük gözüne sakladığı enjektörü çıkardı. Elinde çeviriyordu öylece; zihninde oluşturduğu tik tak sesleri içerisinde. Sonra ayağa kalkıp siyah tokalı kemerini çıkardı. Tekrar çantasına uzanıp küçük plastik poşetin içinden beyaz kristal tozlu plastik bir paket çıkardı. Tokanın arkasına tükürüp tozu olduğu gibi boşalttı. Gözleri çantasındaydı hala. Bir paket daha açıp onu da boşalttı. Sonra bir paket daha… Kendine bir sigara yakıp eliyle tuttuğu tokayı zippo çakmağıyla ısıtmaya başladı. Demir toka ısındıkça kristaller hafifçe kaynayıp kabarcıklar çıkartıyor Uğur soğukkanlı bir şekilde hem sigarasını içiyor hem de kaynayan kristalleri seyrediyordu. O an sanki gözlerinin önünde pencerenden gelen ışıklarının içinde bir darağacı belirdi. Durdu dar ağacına baktı. Seyretti löküs takılan çataldan sarkan ipi. Kendisi için böylesi miydi? Bir İspanyol çingenesi gibi satacağı hiç bir şey olmadan yaşayan, son dansını yaptıktan sonra kendini yol boyunca uzanan köprüden atacak kadar vazgeçmiş, bedbaht, bedbin. Belki serin sularda ölümü tatmak isteyecek kadar aç, sefil… Her ölüm bir yaşayışı andırıyorsa ne yapması gerektiği çoktan belliydi aslında. Zeynep gibi asil, kansız, tahtından olan prensesler gibi bembeyaz bir elbiseyle, yüzüğünde ki zehre mana veren bir iklimde ölmeyi hak etmiyordu… İşte sevgi dağıtacaklar, dünyayı gül bahçesine çevirecekler bunlardı. Ölürken dahi asil kalanlar… Değerinden fazlasını görmediği anda huzura çekilenler… Bir de benim gibiler, yokluğun ateşiyle tutuşup, tabiin olanlar. Sığmıyor sensiz hayat bedenime, yokluğun verdiği acıya dönüşüyor varlığının verdiği tat. Ne kadar etsem karat, ne kadar etsem karat, bulunmuyor kuyumcu değerime… Asıl olan züdde dönüyor kendi asli alemine… Ölüyorum yavaş yavaş seninle aynı günde… Kabarcıklar çıkartan tokasının içindeki tüm zehri enjektörüne çekti. Işıklara son bir kez daha soğukkanlı ve mimiksiz bir şekilde baktıktan sonra tüm şırıngayı sol kolunun damarına boşalttı. Baş parmağıyla bastırırken bir ölümün bu kadar ufak bir hareketle olacağını kim tahmin edebilir diye düşündü. Tüm vücudu yumuşamıştı sanki. Şırıngayı çekip odaya fırlattı… Öylece baktı gökyüzüne ‘’Yer derinleşti. Damarlarımdan akan sanki göz kapaklarıma kadar ulaştı. Sızısını duydum. Kanıma bulaştıkça sanki biri beni aşağı başka biri yukarı çekiyor. Ruhumu gasp ediyor kişiliğimin mevzileri. Hislerim sanki teker teker benliğimi ele geçiriyor, ben oluyor… Her nefeste daha derine bir yolculuk daha derin bir alem. Kapılar ardına kadar aralanıyor sonsuzluk müsellem. Sonra ben daha küçük oluyorum da yemek masasının üzerinde babam annem…  Yemek yiyorum. Yüzleri yok, silik ama oradalar, hissediyorum. Ablam bir zeytin tanesi atıyor ağzına, sonra çayından bir yudum; dudaklarından süzülüyor bir damla… O’nu görüyorum. Ne kadar acıymış bir daha yok demek; ben elbette göreceğim hepsini, hiç görmediğim annemi. Bu defa seveceğim belki, bu defa fazla fazla… Söyleyeceğim her şeyi; teyzemi senin kadar, sevmedim diyeceğim… Kelimelerin ardına sakladığım beyhude yıllarım; çocukluğuma ait bir klarnet sesiyle bölündü şimdi. Hani mahalleden Sezgin abi ateş yakardı arkadaşlarıyla yıkık bir duvarın yanına bazen. Klarnet çalardı geceyi yırtar gibi inceden inceden. O ses bütün mahalleyi gezerken, bazıları balkona çıkardı sessiz sessiz dinlerdi. Ben ranzada inip koşardım pencereye. O yer altından dünyaya açılan pencereden görmeye çalışırdım en çocuk halimle. İşte ben o sesin buğusundan bir ömür hiç kopamadım. Hayatımı o klarnet sesinin fon müziğinde yaşadım, daha yaşarken gördüğüm bir resimle tamamladım. Vazgeçtiğim tövbelerimi şimdi bir yılan gibi tutuyorum. Ben yaşarken de ölürken de bir müptelayı canlandırıyorum.’’ Bir acı duydu, kalbi yandı sanki…Ellerinin kollarının çoktan tükendiğini anladı. Göz kapakları bir nebze daha sarktı. Ayaklarını uzatmış kolları iki yana düşmüş, karanlığın içinde öylece bulanık gördüğü gökyüzüne bakıyordu. Alnının terlediğini çenesine akan ufacık bir damlayla fark etti. ‘’Zeynep’’ dedi gönlünden… Şimdi hatırladım güç olanı... Zemheri bir kış günü çıkmıştın dışarı. Kırmızı kalın bir atkıyla yüzün sargılı. Ellerinde eldivenler kapatırken güzelliğini, kokunu engelleyemiyordu cilbab-ı  şahanelerin. Kapalı perdeler arasından gözlerin de yetiyordu karları eritmeye. Sanki bir ara, küçük bir fasıla göz göze dokunduk birbirimize. Kirpiklerin asma bahçeleri; üzümler tanelerin, hicranımı seyrediyordu zergun gözlerin. Karşında eridim santim santim. Vukuatın seyrinden nail oldum kadere; sordum aya, sordum geceye. Hepsi bitaraf, yorgun;  dediler ahkam-ı ezeli, teamüller gereği. Ben hiç sönmez sanmışdım o gözlerinin feri… Bu yüzdendi yaşama bağlanışım, içimde ki hayrete sessiz kalışım… Nerden gördüm  hiçbir çiçeğe yakışmayan o mor rengi, nerden tattım zemzem sandığım zehri… Hicranımın neşterleri arasında;  sordum aya sordum geceye; sus dedi, sükut; teamüller gereği… Varlık senin için yaşamaksa yokluk senin adına ölmekmiş… Yaradılış bir tasarımsa bu güzelliğini görmekmiş… Şimdi boğazıma düğümlenen nefeslerimi bir bir senin adına veriyorum… Son sözümü yine sana saklıyorum… Bekle Zeynep bekle, mezarını görmeye dayanamadım, yine sana geliyorum….   Yutkunmakta zorlanıyor sanki görünmez bir el kendini boğazlarmışçasına nefesini can havliyle ve daha soluk alıyordu. Nefes almak için neredeyse tüm gücünü kullanıyordu artık. Hissizlik ayaklarından göğsüne adım adım yaklaştı… Başını duvara yaslamış hırıltılar eşliğinde aklında oluşan düşünceleri bir şey saklarmışçasına içe dönük bakan gözleriyle okuyordu.   ‘’Kötü evim, kaçtığım Cunda’m, gezdiğim yollarım, mahallemde ki kedim. Şuan sebepsiz gelen cinayetim. Galiba şuan gerçek bedelini ödüyorum… Doğduğumdan beri yaşadığım yüzü çıkardım kendi aslıma dönüyorum… Ben karşılığında ölerek tövbe ediyorum… İbrahim gibi kendimden olana niyetleniyorum… Cazip olmayı değil meczup olmayı seçiyorum… Zeynep’im tekrar yanında olma adına, seninle kurduğum hülyalara… Yokluktan münezzeh bir şekilde; geceye ait olmayan, sanki büyüyen bir ışık görüyorum; tutundum, ben sonsuzluğa yürüyorum… Bir gün daha galebe çaldı benliğime; bir gün daha eskisi bedenim… Yine sensiz soludum geceyi sevdiğim; yine senli dualarla sabah ettim… Dahası bu alışkanlığı karşı koymadan kabul ettim…   
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE