Zeynep

2417 Kelimeler
Bunlar Yusuf’a mal almaya gittiğimiz eski depoda ki duvarlara çizilmiş yüzler değil mi? Gözleri mosmor, sanki ruhu çekilmiş, ölümü andırır şekilde bakan? Onlar mı acaba? Nasıl yani yaşama mı kavuştular? Duvarların içinden büyük bir gürültüyle çıkıp benim yanıma mı geldiler. Benim çizdiğim çöp adamlar nerede peki? Hani küçükken baba diye. Onlar babam mıydı yoksa? Babamın da mı gözleri böyleydi? Bir kaderin mirasçısı mıyım ben? Ağaçların arkasına saklanan adam bir gölge gibi takip ediyordu onu. Yoksa sen öldürdüğüm polis misin? Demin kapıyı zorlayanda sensin o halde. Sen bırakmayacak mısın benim yakamı. Bir ölüyü de öldüremem artık. Her yerde şehit diye anılıyorsun, daha ne istiyorsun. Bir suç seni sonsuz cennete beni sonsuz cehenneme atabiliyor. İyileştiremeyeceğim bir yara gibisin zihnimde. Tüm insanların yaraları aynı merhemlerle iyi oluyor ama hepimizin ruhani acıları farklı telkinlerle huzur buluyor. Düşünsene her acıda söylenecek söz şahsına münhasır. Acılar kişiye özel yaralar ortak. Bir taraftan da ruhum hiç yaşlanmıyor gibi. Sanki yaşlanan sadece bedenim. Kendimi 30 hissediyorum diyen yaşlıları daha iyi anlıyorum şuan. Belki ben 32 yaşındayım ama kendimi hiç 32 hissetmiyorum ki. Ruhum her şeyi yapabilecek kadar genç dinamik daha bir tecrübeli ama bedenim iki dakika koşamayacak kadar yorgun, bitkin. Bir zindanda hapis gibi ruhum, etten kemikten. Küçücük bir çocukken nasılda tazeydi yüzüm, berrak tertemiz yanaklarım, lekesiz. Nasıl da geliyor insan bu hale, çok acımasız… Ağaçların içinden geceye karışan dumanlar görmeye başladı. Onlarca ağaç tutuşup yanıyormuşçasına dumanlar göğe yükseliyordu. Bu dumanda neyin nesiydi. Özlem’in tablosu geldi aklına. Onlarca yılanın ve saçlarından çıkan dumanla beraber kendisini hatırladı. Kara, bunaltıcı siyahlı kırmızı gözlerle karşıya bakan bir iblis şekliyle. Sonra o geceyi… Özlem’in yapmaya başladı resimden sonra, ne eskisi gibi kalmışdı? Yoksa Özlem Kaderini mi çiziyordu? İnandı bir an.  ‘’Telefon edip resmi yarıda bırak, ne olur devam etme’’  artık demek istedi. Ben Tanrılaşıyor muyum yoksa? Resimdekiler dışarı çıkıyor ben tuvallere mi saklanıyordum? Sonsuza kadar bir tuvalin içinde bir çift gözle mi seyredeceğim hayatı. Ömür boyu yılanlarla ve ateşle savaş içerisinde. Bir tanrı olmak böyle bir şey mi? yok, böyle olmaz; hayatın içinde olmaz… Benim savaşım hiçbir zaman böyle evrensel bir güce karşı olmadı. Ben hayattan ne istedim ki? Sadece Zeynep’i… En iyi anımdan en kötü anıma kadar sadece… Arzularım bu kadar basitti işte. Bütün güçlere karşı, sadece.  Bir ilim gördüm seni, isteyenin sahip olacağı, hafızasında koruyacağı, hikayelerini anlatacağı. Bedenini değil ruhunu tabloya yansıtacağı.  Hayallerimin şehrisin sen, hiçbir zaman ulaşamadığım tek bir ana ve kelimeye sığdıramadım…    Yıllar önce yaşamış olsaydık burada. Sen beyaz bir Rum kızı, ben büyük bir Yunan Tanrısı. Bütün teamüllere karşı gelip arzulasaydım seni. İmkansız diyenlere karşı savaş açsaydım. Cunda şimşekler zulümler görseydi geceleri. ‘’Ya onu bana verirsiniz ya da her ay adadan bir erkek çocuk kurban isterim’’ diye haykırsaydım insanlara… Sunaklar aşkımızın taze kanıyla boyansaydı. Her ay bir anne senin güzelliğin için çocuğundan vazgeçseydi. Çocuklar delirseydi gelecek aya ait bir ölüm korkusundan ve bu lanet, tarih boyu ilelebet devam etseydi… Bir gece zulüm yağdırırken her karış toprağa, sen evin bahçesine çıkıp başını kaldırarak baksan bana; ben zulmü yağmura dönüştürseydim. Türlü türlü nebatlar, kekik, zeytin ağaçları, başına taç olacak çiçekler doğsaydı sabahına. Dokunup kokladığın anda çiçeklerin mis kokusu sarsaydı bütün adayı, insanlar bu ilahi kokuyu anlatsaydı nesillere yıllara… Ben kokladığım an ölseydim ve bir ömür adada kalsaydı alametin… Saat ikiye yaklaşırken, kendini çimenlerin üzerinde denize karşı bakarken buldu. Zihni neredeyse bomboştu. ‘’Ben neden aramıyorum ki Zeynep‘i. İstemez misin böyle bir gece de sesini duymak… Neden çekmiyorsun pimi? Bir sessizlik sonrası, belki ölmek belki kalmak?’’ Ne zamandır cebinde olduğunun farkına bile varmadığı telefonunu çıkartıp açtı ve Zeynep’in numarasını çevirdi. Gözlerini tütmekte olan ağaçların arasından, ileri de görünen köpük köpük denize dikti ve telefonu kulağına götürdü. Çalıyordu telefon… Her şey ne kadar hızlıydı aslında… Tüm varsayımlar ne kadar gereksiz.. Şuan her şey hayal gibi… Tek bildiği deli gibi özlediği…   - Alo? Duraksadı bir an, sesini duyduğu anda aklına yüzü geldi. Bedduaya bile razı olduğu dudaklar, şuan sadece onun için konuşuyordu. - Alo? Kimsiniz? + Benim Uğur. - Tanıyamadım, Hangi Uğur?  Uğur’un yüzü düştü ne cevap vereceğini dahi bilemedi. + Torbacı Uğur, sana mal getiren. - A tanıdım şimdi, Uğur nasılsın? + İyiyim. Ne zamandır bir şey istemeyince, iyi misin diye sormak istedim. Merak ettim.   Kırıktı sesin, sanki üzgün gibi…Ne olmuştu acaba? Sorgulamaya başladı kendi kendine.. Her kelimen ok olsa, anca böyle saplanır kalbime; sen konuşsan sadece, ben sussam, sen anlatsan…   - İyi sayılırım. Aslında aradığın iyi oldu. Yarın bir şeyler getirebilir misin?   İşte bunu hiç beklemiyordu. Neyi istersin? Dünyaları mı? Yoksa melekleri mi sadece? En iyisi yakalayıp şeytanı kafesiyle? Senin ne istediğin değil, bir şey istemen önemli… Bir insan var oluyordu sadece senin istemenle...   + Tabi, ne zaman nereye? - Bana gel, tam dokuz buçukta burada olur musun? + Olurum - Peki bekliyorum o zaman seni. Bu arada sesin titrek geliyor bir sorun yok değil mi?   Biran afalladı, çok mu belli oluyordu acaba?   + Yo hayır! İyiyim yani. Yarın görüşürüz. - Peki görüşürüz, unutma dokuz buçukta. Konuşmayı biraz daha uzatabilir miydi acaba? Gördüğü mavi renkli uçan kuşlardan söz etse miydi? Cunda’da sular bile yanmak üzere, dese miydi? ‘’Zaman dediğin ip gibi Zeynep, şuan görsen hele, bütün ipler kör düğüm olmuş, gökyüzünden sarkıyor. Çektikçe her birini, bir hatırası düşüyor insanın kucağına… Ben hangisini çeksem sen düşüyorsun inan; tüm o güleç, yorgun, kırgın kızgın yüzünle… Tam kollarıma… Anlatsam mı bütün bunları sana?’’ ‘’Tamam’’ diyebildi tüm içindeki savaşa inatla… Sadece tamama sıkıştırdı tüm söylemek istediklerini. Dünyanın en anlamlı ‘’tamam’’ıydı bu aslında. Sanki zaman durdu ve biranda yattığı çimenlerden doğruldu, saatine baktı, saat gece dörttü. Karşı tarafta olağanca şekliyle denize, ağaçlara baktı. Şaşkın bir haldeydi ama tüm akli melekeleri yerine gelmişti. Olanlara bir anlam veremedi. Hemen cebinde ki telefonu eline aldı ve son arananlara baktı. Evet, Zeynep’i aramış konuşmuştu; peki ya konuştuklarını doğru hatırlıyor muydu? Kendinden emin olamadı ve başını ellerinin arasına alıp hatırlamaya çalıştı. Yarın gerçekten onunla görüşecek miydi? Sesinin o naifliğini net hatırlıyordu. Hafif kırık ve yorgun gibi gelen huşu içerisinde ki o sesi çınladı beyninde. Sabah erkenden otobüse binmeliydi. Döneceği dipsiz çukur aklına geldi. Buranın rehavetine zerrelerine kadar sirayet etmişti. Bu rahatlık sebebiyle yakalanmamalıydı. Ama her şeyden öte sanki aylar sonra onu görecek gibi mutluydu. Kaldırıp başını gökyüzüne baktı. Zaman mefhumu yavaş yavaş yerini alırken, tüm ellerinin ve ayaklarının varlığını tekrar yeni baştan hissediyordu. Uzaktan gördüğü eve doğru yürümeye başlamıştı. Tüm zihninden geçenleri ara ara hatırlıyor, mutlu mu olmalı huzursuz mu olmalı, içinde oluşa gelen şeyi tanımlayamıyordu. Gerçekten Zeynep’i aramış ve konuşmuştu. O anki hevesle bahçe kapısını hızla geçerek eve girdi. Odasına çıkarken yatağında darmadağın uyuyan Yiğit’i gördü. Sabah erkenden yola çıkarsa akşama doğru orada olabilirim diye düşünerek Yiğit’in odasında ki çalar saati yanına alıp kurdu. Öylece tavana dikti gözlerini düşündü. Zerre uykusu yoktu ama aklı yorgun düşmüştü. Gözleri olağan dışı şeyleri görmenin verdiği telaşla kan çanağına dönmüştü. Kim bilir Yiğit hangi alemlere yolculuk yapmış, kendi içinde neleri çözmüştü. Mesela kendisi ilk defa Zeynep’in sesini duymamış, Zeynep’in sesini görmüştü. Zeynep’in sesini tatmıştı adeta. Dokunmuştu o sese… Bildiğin hissetmişti. Hangi badireler atlatıp geldiğinin hiç önemi yoktu, o sesin kokusu muhteşemdi… Tek bir olguyu beş duyu organıyla birden hissetmişti… İçinde tarifsiz, şu ana kadar yaşamadığı bir his vardı. Gözleri hafif ağırlaştı ama bu his uyku bilmiyordu. Ne yapmalı fikrine karşılık gelen hiçbir tasavvur yoktu içinde… Çalar saatin hırçın ziliyle teyakkuz halinde bir asker gibi yerinden fırladı. Saatine baktı; saat dokuza yaklaşıyordu. Hemen üstüne başına bir şeyler giyip Yiğit’in odasına doğru yöneldi. Yiğit hala uykusunda derin derin soluyordu. Oturdu yanına uyandırsam mı diye düşündü. Sonra ‘’hiç gerek yok zaten yarın burada olacağım’’ diyerek çantasını alıp dışarı çıktı. Arnavut kaldırımlı yollardan yürürken geriye dönüp iç çekerek birkaç gündür kaldığı taş eve baktı. Aklının karanlığa hapsolduğu zamanlarda bu ev onu özgür, arzu ettiğini düşünme fırsatı veren bir cennet bahçesine dönüşmüştü. Zeynep ile konuşmasında ki özgüvenin de sebebi belki de bu evdi. Bu ada insanının dahi kendine kattığı derin bir huşu vardı  ‘’Şehir neyse sen de o olursun’’ demişti bir keresinde Özgür. Gerçekten şehir insana sirayet ediyordu. Yavaş yavaş uzaklaşan bir nokta gibi kayboldu gözden. Yeni açılan hediyelik eşyacılardan geçerek sahile vardı. Adadan bir motora atlayıp küçük hayaller eşliğinde Cunda adasını seyrederek Ayvalık’a geçiyordu. Uzun uzun seyretti adayı. Sabahından akşamına her saniyesi güzel olan bu adaya gece vedası yakışırdı sanki. ‘’Ne kadar çok sorguluyorum’’ dedi kendi kendine. ‘’Eskiye nazaran hayatımı ne kadar çok sorgular oldum. Normalde hedefi olan insanların yapacağı şeyi ben her şeyimi kaybettikten sonra yapıyorum’’. Ayvalık’ta hiç vakit kaybetmeden otobüs terminaline geçti. Yaklaşık dokuz saat sürecek bu yolculuktan sonra saat yedi gibi İstanbul’da olacaktı. Başka bir isimle biletini alıp terminalde bir sandalyeye oturup çelişkiler içerisinde otobüsünü beklemeye başladı. Otobüse bindiğinde dün gecenin zihin karışıklığı ve az uykuyla beraber daldığı düşünceler onu kasvetli bir girdaba çekmeye çalışsa da; şuan için yaptığı şeyin birinci hedefi Zeynep’i görmekti. Çünkü Zeynep, O’nun hayatına dair bir sır saklıyor gibiydi. Belki bir ömür kaçacaktı; belki doğuya gidecekti. Kendi hayatına bir yön çizmeye karar verme aşamasında O’nu yanında hissetmek her şeyden daha değerli görünüyordu. O farkında olmadan bir şey söyleyecek belki de hayatın tüm gidişatına aksedecek bir plan oluşacaktı. Belki de hiçbir şey olmayacak ama onu görmenin verdiği sonsuz mutluluk günlerce aylarca Uğur’a yetecekti. Uğur her yönden karlı olacağını düşündüğü bu yolculukta, pencere kenarında hislerine tabi bir seyir edasında kendinden emin bir şekilde ilerlerken; kendisi için uzun belki cinayeti için kısa bu vakit içerisinde ‘’bir şeyler değişmiş midir’’ diye düşündü. Hayatının normal seyrine dönmesi için ne kadar zaman geçmeliydi? Bu seyrin aşamaları neydi? Kafasını en çok karıştıran bu hislere meyletmeden yapacağını yapıp Cunda’ya; şuan için sahip olduğu özgürlüğüne geri dönmeliydi. Derin bir nefes alıp Zeynep’i tekrar görmenin hayalini kurdu. Her görüşmede biraz daha çözdüğü bu narin güzelliği etkilemeyi başarabilir miydi? Esas tüm gidişatın seyrini değiştirecek tek şey bu olurdu. Zeynep’in gözlerinin, Uğur’da bir mana bulması. Şuan için ufacık bir merakta yeterliydi. Onun gözlerine bakıp hiç konuşmadan tüm sevgisini gösterebilir miydi?  Onu arayacak cesaretin verdiği ödülü almak için kalkıştığı bu yolculukta kendi ruhuna güvenli mevzi buldu. Bu mevzi karşılıksız hiç bir şey beklenmeksizin yapılan değerden başkası değildi. Bu sebeple en ufacık bir beklenti bu yolculuğun, bağlılığın ve Zeynep’in güzelliğini zedelerdi. Bütün bu düşüncelerden vazgeçip yarım kalan uykusuna yavaş yavaş tekrar daldı. Uyandığın da ilk yol sesini duydu. Huzur içinde saatlerce deliksiz uyumuş, nerede olduğunu sonradan hatırlar şekilde saatine baktı. İstanbul’a iki saat mesafedeydi. Uyku arasında gördüğü karışık saçma sapan şeyler zihninde bir silüet şeklinde var olup gitti.. Artık hayatın dışında rüyalarına da bulaşmış, rahatlatıcı içmeden uyuyamayan bir insan hürriyetine bürünmüştü. ‘’Ama bunlar yersiz… Şuan için son derece gereksiz. Hayatın içerisinde çokta iddialı olma. Aklın kadar her şey, prosedürlere takılma. Yapacağın şey sadece hayatının varoluş amacı gibi sadık olduğun bir insanın gözlerine bakıp dönmek. Onu yüreğinde hisset ve yaptığının doğruluğuna inan. Bu şuan ki başarının tek yolu…’’ İstanbul’da Harem’e ulaştığında gün akşama dönmeye hazırlanmış, güneş yavaş yavaş şehri terk ediyordu. Otobüsten indiği gibi bir taksiyle Üsküdar’a oradan da motorla Beşiktaş gitti. ‘’İnsanoğlu kuş gibi’’ dediklerini yaşıyordu. Cunda geldi birden aklına, ‘’Yiğit ne merak etmiştir ama’’ diye düşünüp tebessüm etti. ‘’Bir mesaj atıp haber vermeliyim aslında’’ diye düşünse de biraz merak etmesi Uğur’un gizemli bir şekilde hoşuna gidiyordu. Beşiktaş’a indiğinde elinde çantası uzun uzun insanları seyretti. Ne de çabuk uzaklaşmıştı buradan. Cunda sessizliğinden sonra sanki bir curcunanın içine düşmüş gibi kendi içine sinmişti. Oturup bir lokantada karnını doyurduktan sonra saatin dokuz buçuk olmasını bekledi. Konuşmalar uyduruyordu kendi içinde. Bir liseli heyecanıyla Zeynep’in hoşuna gideceğini düşündüğü şeyleri sıraladı. Sanki binlerce insanın karşısına geçen bir hatip gibi elinde sigarası prova yapıyordu.   ‘’Öylesine anlamlısın ki içimde; sana karşı basit konuşmak istemiyorum…’’ Saat dokuza yaklaşırken yavaş yavaş bulunduğu yerden kalkıp Abbasağa Parkı’na doğru yürüdü. Park bu defa akşam sefası insanlarını toplamış onların gönüllerine ayna olmuş güzelliğiyle ışıl ışıl renklerini sergiliyordu. Gün sonu hikayelerinin en güzel tarafı, akşama doğru bir parkta kendini çay içerken bulmaktır belki de. ‘’Bizim de seninle bu parkta bir şeyler içmemiz lazım Zeynep. Senin koyduğun çaylara iki şeker atıp, ruhumuzu dinlendirmemiz lazım. Bence artık bizim de bunlardan zevk almamız lazım. Zira dinlenme hayallerinin hepsinde bir yeşil vardır. O yeşili çok uzaklarda mı aramalıyız? Bulduğumuzla mı yetinmeliyiz o kadarını bilemem ama yeşilin insana kattığı anlamı idrak etmemiz lazım…’’ Parkın üst yolundan ilerleyerek Nardenk sokağa yaklaştı. Tarihi yapılarının ve küçücük bir yeşil alanın sahip çıktığı parktaydı artık. O küçücük parkı çok seviyordu çünkü Zeynep’e mal getirdiği bir gece orada ki banklardan birinde oturup konuşmuşlardı. Belki de o kısacık muhabbetle burayı kendi kutsalı ilan etmişti. Tekrar o banka oturup o zamanları düşündü. Sonra saatine baktı; dokuzu çeyrek geçiyordu. Son kez kendi repliklerini ezberler gibi tekrar etti. Neşeli olmalıydı. Bir nebze neşe Zeynep’i güldürür müydü? O sıcacık gülüşün içinde ufacık bir gamze olabilir miydi yanaklarında? Oturduğu yerden kalkıp sokağın başında ki apartmana yaklaştı. Apartman kapısı açıktı. Merdivenleri çıkıp evin kapısının önüne kadar geldi. Birazdan tüm güzelliğiyle Zeynep açacaktı kapıyı, o an işten gelmeyi ne kadar arzu etti. Hafifçe kulağını kapıya dayadı. ‘’O hissetmeden onu dinlemek bile güzel’’. Daha sonra zile bastı ve bir iki adım geriye adımladı. Açan yoktu, saatine bakıp tekrar zile bastı beklemeye başladı. Tekrar kulağını kapıya götürdüğünde kapının hafif aralık olduğunu fark etti. Eliyle ittiğinde eski tahta kapı ardına kadar açıldı. Bir anlam veremeyip dışarıdan seslendi. ‘’Zeynep?’’ Ne yapmalıydı? Zeynep evde mi yoktu, hırsız mı girmişti ya da kapıyı açık mı unutmuştu? Eve adımı attığında içini garip bir ürperti kapladı. Bir şeylerde tuhaflık vardı sanki. Böyle bir girizgah beklemiyordu. Neredeyse dün geceye ait şeyler yaşıyormuşçasına bu olayın gerçekliğini aklında kavrayamıyordu. Girişe yakın sol taraftaki Zeynep’in odasına doğru yaklaştı. İçeri baktığında yatağında bembeyaz bir elbiseyle boylu boyunca uzanmış Zeynep’in mosmor yüzünü gördü. Biran beyninden vuruldu, sanki gözleri büyük bir kazığı arkasından beynine saplamıştı. Gözlerine inanamıyordu. Hiç kıpırdamadan tekrar tekrar baktı. Evet, Zeynep’ti bu. O an zaman durdu. Yanına yaklaşıp yüzüne dokundu. Vücudu tamamen şişmiş yüzü morarmış öylece yatıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Uğur’un gözlerinden hangi hissiyatına tabi olduğunu bilemediği yaşlar dökülüyor, Zeynep’in elinden nabzını ölçmeye, diğer taraftan kalbini dinlemeye çalışıyordu.  Uğur delirmiş gibiydi, sayıklar vazıyette ‘’nasıl olur ‘’ sözlerini hiç durmadan tekrarlıyor, ne yapacağını bilemeden felç geçiren bir hasta gibi ellerini ayaklarını istemsiz bir şekilde hareket ettiriyordu. Ölmemiş olabilir miydi? Yatağın hemen yanında ağzı açık bir kutu ilaç gördü. Zeynep ilaç içmişti ama neden? Neden intihar etmişti. Bütün hatıralar saniyenin onda biri hızla geriye sarıyor şuanı aklında anlamlı bir hale getirmeye uğraşıyordu. Kalbi atmıyordu, nabzı yoktu, elleri bile şişmiş, pembe yanakları mosmor… Sonunda yanında oturup ‘’ama neden’’ diye hıçkırıklara boğuldu Uğur. Zor aldığı nefesi boğazında düğümleniyordu. Çocuklaşmış artık, hiç beklemediği bu karşılaşma onun benliğinden kurtarıp ruhunda ki saf temiz sevgiyi ortaya çıkarmıştı. Ellerini tutup yüzüne sürüyor, gözyaşlarıyla yıkıyordu. Hıçkırıklarının veremediği teselliyi yüreğinden çıkan sesler tercüman oluyor Uğur bu kabullenişle beraber bağıra bağıra ağlıyordu.  
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE