Yiğit ile Cunda Adası 2

4691 Kelimeler
Yiğit bütün açıklığıyla anlatılan bu hayatı büyük meraklı gözlerle dinliyordu. İkisinin de kafası o kadar güzel olmuştu ki, Uğur sözlerini tartacak durumda bile değildi. Yiğit;   - Zeynep, böyle dinleyince ne güzel bir isimmiş. + Di mi.. Ahh Zeynep Beşiktaş’ın en büyük yangını. Ben o yangında hem kalbimi hem gündüzümü hem dehayallerimi kaybettim.   Gözleri dalıp gitti, öylece baka kaldı gecenin karanlığına. Geçmişe adım adım yürüyor aklında bir sürü hatıra canlanıyordu. Uğur;   + Boşluk nedir diye sorarsan yetim bir insan için anne figürü derim. O’nun kafasında oluşan şeyin adı boşluktur. Ama varlık dersen; sana Zeynep derim.   Ayağa kalkıp balkonda demirlere doğru yürüdü.   + Hani sen vuruyorsun ya gönlümün kıyılarına kıyılarına, işte ben seni içime çekip çekip ruhuna sinmek istiyorum. Dolansam ayaklarına, parmaklarımızı kördüğüm yapsam. Alsam seni dünyanın bir ucuna hem de bir anda,  altı yüz kanadımla, uçurabilsem. Artık şiir yazmasam, şiir ben olsam mesela. Sen okuyup ezberlesen beni. Dudaklarında hayat bulup sonra lafz- ı esrarın olsam. Tüm dünyayla konuştuğun edana tavrına dönüşsem sonra… Ben senin içinde erisem anlayacağın. Uyanırken beraber uyusak, uyuyorken beraber... Ölüyor ya hani insan nefes almayınca, işte ben o an tüm nefesimi çekip çekip çekip sana vermek istiyorum.   Yiğit zihnin puslu havasında anlatılanları şöyle bir düşündükten sonra;   - E neden konuşmuyorsun Zeynep ile? + Konuşamazdım, bir daha da konuşamam sanırım. - Neden ki?   ‘’Ailelerimiz uyuşmuyor’’ diyerek gülümsedi Uğur. Yiğit; ‘’E senin olmayınca tabi‘’ diyerek oda katıldı gülümsemesine.   Uğur biraz daha denizi seyrettikten sonra tekrar yerine oturup;   + Bir keresinde bir torbacı demişti ki, ‘’benim hayallerimi yaşayan insanlar görüyorum’’ o söz çok dokunmuştu bana. Belki de seni kastediyordu Yiğit’’ dedi elinde sigarayı çevirerek. - Sanmıyorum ya ben değilimdir. Benim neyimi kastedecek Allah’ını seversen. + Belki senin sahip olduklarının karşılığıdır bu, o çocuğun hayalini kurarken bile mutlu olduğu hayatı, senin yaşarken dahi mutlu olmamandır.   Derin bir sessizlik oldu. İkisi de kendi içinde yaşadıkları hayatı sorguluyorlardı. Uğur bir insan katledişini bütün hayatının bir sonucu olarak görüyor, Yiğit ise yaşantısında böylesine uç bir son olmaması sebebiyle, nedenlerin onu nereye yönlendireceğini sorguluyordu. Uğur’un hayatında kaçmak bir hedefken, Yiğit’in yoksun olduğu şey işte buydu. Hedefi olmadığından sebeplerle boğuşup duruyordu, sebepleri sorgulayıp duruyordu. Yiğit;   - Biliyor musun insanın hayata dair bir hedefi olmalı. Başarıp başarmaması çokta mühim değil. Önemli olan o hedefin seni her ne olursa olsun ayakta, diri tutması. İşte sırf bu yüzden insanın bir hedefi olmalı. + Benim hedefim var zaten Yiğit, sen onu kendine söyleyeceksin. Nefsini köreltmek için beni ayna gibi kullanma. - Sende daha ilk günden lafları sokmaya başladın be Uğur. Bekleseydin biraz dostluğumuz pekişseydi.             Sigaralığın meşrep keyifliğiyle, beyhude kelimeler raks ederken akıllarında, balkondan gökyüzüne karışıyordu ruhun buhranı dumanları. Her nefeste biraz daha yükseliyordu benlikleri.. Heyecanın zirvesinde balkondan izliyorlardı tüm alemi. İnsan değilmişçesine, taassuptan uzak, tüm hezeyanlara inat amade kalabiliyorlardı ortak olana. Masa da bir sigara ve oradan oraya… Her nefeste bambaşka bir kapıyı aralarcasına, gökyüzünün tüm silüetlerini geçip, erdemin vazgeçilmezliğine ve olmayacak olana dua mahiyetinde bir çıkıştı bu ruhta ki. Aslında hayatta hiç bir şey hiçbir şeyin yerine konulmuyordu… Belki de her şey güzel olduğunda, hiç bir şey güzel olmuyordu.   Uğur; + Kendi hafızam benimle alay ediyor sanki. - Neden? + Yaşanmışlıkları bir bir çıkartıp alakasız yerlerden birbirine yamıyor. Ne işi var Zeynep’in gözleriyle askerlik anılarımın, ne işi var arzularımla vicdanıma sapladığım hançerin. - Beni de kötü çarptı bu sigara. Bu neymiş be abi.   Uğur tebessüm edip; + Ben içeri geçiyorum içecek bir şeyler var mı? - Alt katta buzdolabında bira var al istersen, öğlen eve gelince koydum soğumuştur. Bende uyuyacağım birazdan   Uğur merdivenlere tutunarak aşağı indi ve loş ışıklı mutfaktan bir bira alıp geniş salona doğru yürüdü. Antika berjere oturup öylece evin taş duvarlarını, abajurdan gelen ışığın odada ki yansımasını izledi. Böyle bir evde yaşamanın hayali beyninde canlanıyor, nasıl bir kazanılmış bir hak olduğunu düşünüp Yiğit e gıpta ediyordu. Çocukluğundan hissettiği duygular yine çarşaf çarşaf önüne seriliyordu. Sahip olana bile yaşamayı bir lüks olarak sunan bu evin, sanki geçmişten bu güne kutsanmışlığı vardı. Oysa Uğur’un tüm hayatı bu evin dinginliğinden fersah fersah uzak, tam tersi hep tetikte geçmişti. Sanki Uğur hayatının bu dönemine kadar, bir insan öldürecek olmanın günahını yaşamıştı yıllardır. Diyetini önceden verip cürmü sonradan işlemiş gibiydi. Tekrar tekrar bakındı ve kendi hayatında avunacak bir taş oyuk bulamadı. Ağır ağır kalkıp merdivenleri çıkmaya başladı. Her adımda daha bir yıkılırcasına, yerleri dövercesine yukarı çıktı. Ona tırnaksız pençesiz bir yaşam vaat edilmemişti sanki. Odada yatağına uzanıp denizi seyretmeye devam etti. Öylesine sessizdi ki gece, balkonda sigara içen Yiğit’in, dumanı gökyüzüne boca etmesini sesini duyuyordu. Askerde küfür ederek gece nöbeti tutarken ay ışığında, gökyüzünü kapatan incecik dalların üzerinde kar birikmesinden ortaya çıkan bütün gerilimin, o anda aynı böyle duyuyordu sesini nefesinin. kapattı gözlerini boşluğa, aynı yokluk gibi dalacağı uykuya. Korkuyordu sonunda uyanamamaktan, koskoca bir hiç olmaktan… Yanmayı bile tercih ederdi mesela, bir daha uyanmamaktansa… Bir çiçeğe verdiği şansı insan nasıl kendine vermez. Ben her gece yokluğu bilip tekrar varlığa kavuşuyorum, ben aslında her sabah mahşerin alametlerini yaşıyorum… Güneşin gözlerine vurmasıyla biranda irkildi. O kadar derin uyumuştu ki nerede olduğunu bile unutmuştu. Sadece gece yarısı bir ara kalkıp pantolonunu gömleğini çıkardığını hatırlıyordu. Doğrulup etrafına baktı, pantolonunu giyerken ayakları yatağın altına koyduğu bira şişesine çarptı. Sonra bir sigara yakıp kafasını kaşıya kaşıya odadan çıkarken yan odaya ilişti gözleri. Yiğit’te hala uyanmamıştı. Aşağı inip Yiğit’in dün aldığı şeylerden masaya bir şeyler hazırladı. Yukarı çıktı;   + Hey adamım, yorgunluk başka şey bedbahtlık başka, hadi kalk.   Yiğit kendi kendine iniltiler çıkartıyor, bir türlü uyanmıyordu. Uğur yanına oturup;   + Dün tanıştığım adamı bugün yataktan kaldırıyorum hale bak, hadi kalk artık. Yiğit sayıklar halde; - Kocam mısın birader git, biraz daha uyuyacağım. + Olmaz seni uykulara yedirmem, ben yiyeceğim kalk.   Yiğit hafif tebessüm etti, gözleri kapalı ve mayhoş bir şekilde;   - Ne oldu dün o romantik konuşmalara. Sabah olunca öküze bağladın, iyi hadi kalkıyorum.   Bitkin bir halde ikisi de merdivenlerden indiler. Yiğit masadakileri görünce;   - Ben de kaldırınca harbiden bir şey hazırladın diye düşündüm.. + Ben şimdi bi kaldırıcam doya doya yapıcan kahvaltıyı, bunlar rızık beğenmemezlik etme.   Gülerek oturdu Yiğit masaya;   - Ne pis ağzın varmış arkadaş, bohçacı karılar gibi. + Dolapdere’de büyüdüm oğlum ben, senin gibi taştan şatolarda büyümedik. - Oğlum insanlık beklemiyorum zaten senden, peyniri böl diyorum sadece. Küçükken ısıra ısıra mı yiyordunuz siz bunu anlamadım ki.   İkisi de kurt gibi acıkmış çift taraftan kahvaltıya girişmişlerdi. Uğur daha lokması bitmeden ikinci lokmayı ağzına atıyordu. Uğur;   + Manavdan çilekte alıyım beraber jakuziye gireriz kahvaltıdan sonra. Pratik olacaksın Yiğit, öyle iki saat mıy mıy mıy zengin züppeler gibi. - Pratik olup ne yapacağım dostum tatildeyiz ulan. + Öyle deme, denize gidicez şimdi. Önce bana bir şeyler almamız lazım. - Buraya getirdiğim kızların mayoları kalmıştır belki dolabına baktın mı? + Hayvansın işte, başka söze gerek var mı. Olay senlik değil ayrıca bu eve erkek çağırsan da gelir. Babana teşekkür ediceksin.   Diyerek ayağa kalkıp taşşaklarını tuttu ve gülmeye başladı. Yiğit bir ara geriye yaslanıp;   - Hem sen bugün Zeynep’i görmeye gitmiyor musun? diyerek gülmeye başladı. + Sabahtan başlama ya melankoliğe, zaten özledim şimdiden. Kahvaltıdan sonra bana adayı gezdir hadi kalk.   Kahvaltıyı bitirdikten sonra arabayla merkeze inip bir şeyler aldılar ve adayı turlamaya başladılar. Adanın her köşesine bir hatıra bırakır gibi koy koy geziyorlardı. Eski yıkık evlerin arasından geçerken her biri yaşanmışlık eseri olan bu mabetlerin nasıl bu hale geldiğine akıl sır ermiyordu. Prenses koyuna gelince arabayı park edip denize girdiler. Suya hiç aşinalığı olmamasına rağmen; deniz, güneş ve kum Uğur’un tüm ruhunu dinlendiriyordu. Uğur saatine baktığında saat ikiyi geçiyordu. Açık birasından bir yudum daha alıp öylece denize baktı. Zeynep çıkacaktı birazdan işten. Evinden çıkıp onu görmeye giden Uğur’u özlemişti. Buraya gelip eğlenmek güzeldi ama gerçeklerle ne zaman yüzleşecekti? Bir planı dahi yoktu. Bu süreci ilelebet gibi yaşayıp hiçbir şey düşünmemesi tamamen gözlerinin aşina olmadığı bu güzelliğe kanmasından dolayıydı. Bir şeyleri unutmaya çabası da bunu perçinliyordu. Cenk’in önerdiği gibi doğuya mı kaçacaktı? Peki ya orada ne kadar dayanabilirdi? Yiğit mesela, eğlenmeyi hak ettiğini düşündüğü için buradaydı. İstanbul’a döndüğü zaman, her şeye kaldığı yerden devam edecekti. Hareketlerinde buna mütekabil bir eminlik ve rahatlık vardı. Ama kendisi için kocaman bir belirsizlik söz konusuydu. Ömrünün sonuna kadar böyle mi yaşayacaktı mesela? Kaçarak sinerek ve de acabalarla… Ya da başlarken hiç düşünmediği torbacılığın kendi hayatında mühleti neydi? Ömrünün sonuna dek bu işten para kazanamazdı. Şuana kadar kat ettiği tek yol resmiyette sığınacağı yeni bir kimlikti. Kocaman bir of çekip öylece denizde yüzmekte olan Yiğit’e baktı. Düşünceler zihnini meşgul ederken, Yiğit’in sudan çıkıp kendine geldiğini gördü. Yanına oturup birasını açtı. Uğur;   +Ulan adam, ne gamsızsın sen? - Yine ne yaptık be, denize giriyorum çıkıyorum başka bir adam görüyorum karşımda. Kırk yıllık karımla tatile çıkmışım gibi. Gülümsedi Uğur; + Sen buraya gelirken kitap mitap bir şeyler diyordun. Sen ne yazıyorsun? - Şehir ve insan psikolojisi. + Ne demek şimdi o? - Burada ki yaşamın sana kazandırdıkları ve İstanbul da ki yaşamın sana kaybettirdikleri. Yani şehir canlı gibi, senin her şeyine sirayet ediyor. Zamanla değer yargıların dahi değişiyor. + Mesela? Bana bir örnek ver. - Örnek, şehir hayatı insanı daha hesabi yapar. İnsan psikolojisini bu zeminde şekillendirir. Köylü insanı hesabi davranmaz, çünkü var olan her şeyde kendi parmağı olduğunu bilir. Ama şehir hayatında seninle alakalası olmayan bir sürü şeyin seni ilgilendirdiğini görürsün. Başka yerde var olan filizlenen olgu, karşına muhkem bir şekilde dikilir.. Bu sebeple mesela sanayi toplumlarında çocuk sayısı azdır. İlgilenebilecekleri kadar çocuk yapmaya özen gösterirler. Kırsal kesimdeyse çocuk sayısı çoktur. Mesela metropol psikolojisinde ortak kullanım yoktur, kişi sahip olduğu malı kiraya verir. Adamın evinde yaşarsın, karşılığında kirasını ödersin. Kırsal toplumdaysa kiralama mantığı neredeyse hiç yoktur, çoğu mal ortak kullanım üzerinedir. Bu yüzden kırsal kesimde paylaşımcılığı daha net görürsün. + Güzelmiş, beğendim. Çıkınca kitabın haber ver alıyım bir tane. - Okur musun normalde? + Yok be hiç okumadım. Üniversitede birileri vardı evlere çağırmışlardı birkaç kez. Orada görmüştüm bol kitaplı raflar. Yoksa çok fazla hayatımda yeri yok kitabın. Sende ki bu yazma merakı nereden geldi? - Bunu kimse bilmez aslında. Neden okuduğunu. Film izlemeyi sevmek gibi belki,  ama yazmayı soruyorsan, yazmak sanki taşma anına benziyor. + Sen şehir psikolojisini yazıyorsan bence adadakilerle sohbet et. Anladığım kadarıyla burası öyle sessizliğini yaşayabileceğin bir yer olmasının dışında farklı yaşamlara da gebe.  Sonuçta bu insanların yaşantısına dair tespitlerde yapabilirsin. Hem bu kadar deniz yeter, adayı da gezelim.   Biraz daha yüzdükten sonra toparlanıp yola çıktılar. Adanın küçük ara sokaklara girdiklerinde bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorlardı. Tarihi evlerin yıllara meydan okuyan duvar taşları, küçük pencereleri, güneşten faydalanması için yapılan üst kat çıkmaları ve insan figürlü kapı tokmaklarıyla günümüze meydan okuyan yapılarını gözler önüne seriyordu. Bir açık hava müzesini andıran sokakların tam köşesinde, mavi tabelalı bir bakkal gördüler. Soğuk bir şeyler almak için bakkala girdiklerinde kır saçlarıyla altmış yetmiş yaşlarında ihtiyara yakın bir adam karşıladı onları. Soğuk bir şeyler aldıktan sonra kapı önünde ki sandalyelere oturup kendi aralarında laflamaya başladılar. Yaşlı adamda onlara kulak misafiri olup yanlarında ki sandalyeye kuruldu. Yiğit adama dönüp;   - Bu adada yaşayarak ne kadar şanslısınız abi? # Öyle mi dersin?    - Siz buraya sonradan gelenlerden misiniz?  # Ben burada doğdum babam Girit’ ten 30lardan sonra gelmiş. Küçüklüğüm hep bu gördüğünüz yerlerde geçti. Şimdi düşününce hayat ne kadar hızlı geçiyor. - Mübadele zamanların da buraya yerleşim nasıl oldu? # Babam anlatırdı hep, bir gemiye binmişler nereye gittikleri belli değil. Yanlarında atlar sığırlar katırlar. Sonra demirlemiş gemi buraya anlamışlar ki artık burada yaşayacaklar.  Gemiler hiç durmadan günlerce, aylarca aynı şekilde insan taşımış Buradan götürülen Rumların evlerine yerleştirilmişiz rastgele. Yıllar geçmesine rağmen ben çocukken evin bahçesinden taşların arasından oyuncaklar, köstekli saatler çıkardı bizden öncekilere ait . Onlar bizim hayatımıza, biz onların hayatına kondurulduk anlayacağın. - İki ayrı millet birbirinin hatıralarına gömülmüş yani anlayacağın. # Aynen öyle evlat. Gelenlerden burayı beğenen görmedim, hep Girit’i Rumeli’yi anlatırlardı. Ben burada doğdum ama annem beni uyuturken hep Girit’ te ki evimizi, anılarını anlatırdı. Birde buraya geldiğinde her şey çözülmüyor. Burada ki Türkler ile iletişimde de zorluk var. Aynı dil bile lehçeler yüzünden ayrıştırıcı etki olmuş. Türk’te olsa iki tarafta da ayrı bir mahalle semt kültürü var. Küçük bir sınıf gelmiyor öyle hemen birbirine eklensin, kaynaşılsın. Aksine büyük bir yoğunluk geliyor, koskoca bir kültür göç ediyor, aynı milletten de olsa birbirine geçmek kolay olmuyor. - Peki. Burada kalan Rumlar gitmemiş mi, tekrar geri mi dönmüş? # Yok geri dönmek zaten mümkün değil, kanun var yasak var. İzin olmadıkça geri dönemezsin diye. Zaten o dönemler başka bir yere gitmek ya da dönmek büyük kararlardı. Pek sana bırakılmıyordu bu işler. Ege insanı biraz kalabalık yaşamayı sever, hangi milletten olursa olsun. Herkes gidiyor, eş dost ahbap, sende takılıyorsun peşlerine geliyorsun. Burada kalan Rumlar Yunanistan’a gitmemiş, yaşadığı yeri terk etmemiş olanlar. Birçoğu adadaki küçük Türk nüfusunun içine gizlenmiş, daha sonraki zorluklara da göğüs germiş, öyle kalmış insanlar.   Uğur kendi içinde düşünüp; - Anlattığın kadarıyla kalan içinde giden içinde hazin bir durum abi, İstanbul Beyoğlu içinde anlatmışlardı aynı durumu. Anlaşılan ülkeden koskoca bir nüfus göç ediyor. # E öyle tabi. Devlet kanun yaparken düşünmüyor tabi bunları. En kısa kestirmeden nasıl yaparız derdinde. Ondan sonra 6 - 7 Eylül olaylarında çıkan sıkıntılar. Önceleri hoş görü de yoktu. Adamların kiliselerini yıkalım da bir daha dönemesinler diye konuşurlardı büyükler. Çok sonraları yeni nesillerle tarihi esere karşı bir bilinç gelişti de kurtuldu burada gördükleriniz. - Peki babanın doğduğu yaşadığı yeri sonradan gördün mü abi? Kimler yaşıyor orada? # Yok hiç görmedim. Bir ara gitmeye niyetlendim ama bir ton teferruat çıktı. Bizim neslimizle beraber geçmiş tarih tamamen silindi. Bizlere konan isimden belli değildi mi yaşananlar. Bizlere mübadil diyorlar yani bedel ödeyen. Bir taraftan da düşünüyorum, kim tanıyor ki dedesinin dedesini. Adını bilen bile yoktur. Bu topraklar öyle bir zulüm yaşamış ki tüm geçmişi silinmiş evlat.   Anlatırken adamın el hareketlerinden anlaşılıyordu hayata karşı boş vermişliği. Gözlerinde ki buğunun sebebi olan ‘’neden’’ sorusu bu yaşına kadar yakasını bırakmamıştı. Yaşadığı yerde mutlu olmadığı, doğduğu yere aidiyet hissinin gelişmediği her halinden belliydi. Uğur ve Yiğit bir müddet daha konuşup, yürüyerek yıkık dökük evleri gezdiler. Yolda karşılaştıkları her insanlarla konuştuklarında mübadelenin anlamsızlığını farklı bir anlatımla hissediyorlar, kimileri Yunan zaferinden dem vuruyor, kimileri dinden kaynaklanan bir ayrışma olarak öne çıkartıyor fakat her ne olursa olsun adada ki Rumlara farklı bir nazarla baktıkları her hallerinden belli oluyordu. Çünkü onlar buranın gerçek sahipleri ve gitmeme pahasına burada kalan insanlardı. Tabiri caizse buradaki Türkler, geçmişi olmaması sebebiyle toplu bir şekilde ilk yaratılmış insan kıvamında burada yaşıyordu. Yavaş yavaş akşam saatlerine yaklaşırken merkeze inip bir şeyler yediler. Yemek esnasında Yiğit;   - Ne büyük dram aslında değil mi? Bir sürü sürgün okudum tarihte ama böylesi daha çok etkiliyor insanı. + Öyle, galiba senin bir başkasının evine yerleştirmen onunda senin evine yerleştirilmesi başka bir hale sokuyor bu işi. Hani çocukluk kafasıdır ya, sen benim yerime geç ben de senin yerine. Filmlerde olur anca bu diye düşünüyor insan ama olmuş işte. Bunu da yazarsın artık kitabına. - Bu başlı başına bir kitap olur beni aşar. Buraya gelip röportaj falan gerektirir. + Senin burada evin yok mu arkadaş? Gel kal dönme İstanbul’a, rahat rahat yazarsın kitabını da işte. Zenginlerin de bu huyunu anlamıyorum. Şurada yaşamak için hayatımda vermeyeceğim belki de tek şey var Yiğit. - Ya öyle tabi de bir zamandan sonra burada ne yapacaksın Uğur. Baksana şuraya, bir hafta iki hafta tamam, peki ya sonra? Şu yaşımda bir inziva istemiyorum ki ben. Başarı istiyorum mesela, bir işe yaramak istiyorum. Dönen çarkın içinde bir diş olmak istiyorum. Yaşlılar gibi köşeye çekilmiş, sabah neden uyandığını bilmez, akşam neden yatması gerektiğini bilmez bir hayat yaşamak istemiyorum. + Dinginliğin sessizliğin sana sıkıcı bir hayat mı sunacağını sanıyorsun? - Ya ne sunacak?  Burasının kış nüfusu 4000 Uğur. Yaşadığım mahalle buradan büyük bir düşün. İnsanlar çekilmeye başladı, ilk ay gezdin adayı koy koy, sonra oturdun bir ay kitaplarla ilgilendin. Sonra filmler şarkılar, e sonra? + Balık tutarsın? - Bir ayda balık tuttun? Sonrası yok anlayacağın. Sonra ne olur biliyor musun, kendini adanın bir tarafında saçma sapan bir şekilde öylece denize bakarken bulursun. + Şehir hayatında bu olmuyor mu yani? - Orada koşuşturan insanları gördükçe sende de bir şevk oluyor, bir şey yapma hissiyatı doğuyor. İyi de olsa kötü de olsa yaşadığın hayat bir anlam kazanıyor. Ben birçok şeyi denedim ve sen neredeysen mutluluğun başka bir yerde olduğunu öğrendim. O yüzden bulunduğum yeri güzelleştirme taraftarıyım.   Uğur yediği yemeği bitirip bir çay söyledi;   + Ben öyle düşünmüyorum, ben sessiz kendi içimde bir hayat yaşamak isterdim. Dingin bir hayat içinde çok daha derin anlamlı şeyler yapabilirdim. Düşünsene bir el hünerimiz var mı yok mu? Onu dahi bilmiyoruz, bilmeden yaşıyoruz, bırak bilmemeyi merak bile etmiyoruz. Neden? Depdebeli şehir hayatı yüzünden. Dediğin gibi yorgun uyuyorsun da, yorgunluğun anlamı ne ki? Neden yoruluyorumun bir cevabı var mı şehirde? Burada da akşama kadar bir taşı, adanın diğer tarafına taşı yorul o zaman. Anlamsız yorgunluk. Böylelikle uyumana bir anlam katmış olursun. En kötüsü de şehir hayatının insanı böylesine bir hayatı tercih etmeyecek hale getirmesi. Bir insan bu hayatı seçmemek için; ya kendini haddinden fazla kıymetli görüyordur ya da toplumda kendine bir rol veriyordur. Bana kalırsa eğer ki hayatını anlamlandırmak istiyorsan, insanlara ada kendini. Toplumda rol edin; o zaman belki şehir hayatını böyle basitçe değil, değeri kadar anlamlandırırsın. Tatil yapacak insanların, paralarını almak için evraklarını düzenlemek, işlerini kolaylaştırmak için şu hayattan vazgeçiyorsan ben işin açıkçası acırım sana. Yiğit bu ilginç güveni kendi içinde sorgulamaya başlamıştı. ‘’Ne yapacağımı bana o söylüyor’’ hissini zihninde bir yere koyamıyordu. Eleştirilerinin köşeleri çok sert ve belirgindi. ‘’Bu tarz kendine güven, olsa olsa bu denli bir cahilde olabilir’’ diye düşündü. Hayatında neyi başarmıştı da bu denli ahkam kesiyordu. Torbacılık belki biraz cesaret işiydi ama aynı zamanda kanaat önderi olacak erdemi sunmuyordu bildiği kadarıyla. Bir taraftan da ne fark eder ki? Ölümlü dünyada belki de bir daha hiç görmeyeceği insanın ona karşı bu eleştirileri neyi değiştirir. Genelde bir yere varamamış ruhların tesellisi zenginlere sövmek değil midir? Akşama kadar da küfretsen, sen seçemediğin hayatı ben ise seçtiğim hayatı yaşamıyor muyuz?   - Hayatını idame ettirmek için çalışmak dünyanın her yerinde saygı gören bir şey Uğur. Sen hariç. + Çok ince gördün Yiğit.   Ardından bir de kahkaha attı. Gülen gözlerle;   + Şuan ruhundan aklından ne geçiyor şu kısacık cümle tamamen anlattı inan. Sana bir şey anlatıyım o zaman. + Benim bir müşterim var üniversite öğrencisi. Beşiktaş’ta oturuyor. Senin gibi oda, bütün gün kitap okur, yazar, tarih, edebiyat, şiirler… Ara sıra mal götürünce de muhabbet ederiz. En son görüştüğümüzde bana dedi ki; ‘’ Tarih uzun süre aynı şekilde devam eder sonra bir şeylerin değişmeye başladığı görülür. İşte bu ülke bir şeylerin değişmeye başladı devri yaşıyor. Uzun yıllar dünya sahnesinde güç odağı olan bu topraklar, kısa bir zaman dilimin de aslını reddetme noktasına gelmiş ama tekrar çarkların hareket etmeye başlamasıyla sanki güneşin doğuşu gibi yavaş yavaş sahnede ki yerini almaya başlamış. Bunu başaracak olan gençlerde bir dirilik alameti gözle görülür şekilde artıyor. Bunu nerden anlıyoruz? Toplumsal olaylara karşı mesuliyet hissinden.  Bu genç insanlar neyi neden savunması gerektiğini öğrendikçe yaşam tarzları da değişiyor. Gençlerin mukabele hissiyatı da eskiye nazaran çok daha güçlü. Tabi toplumda ki yansımasını bu yaşta ki insan görmez, ama yaşı ilerlemiş insanlar gençlerde ki değişimi daha iyi görüyor. Ya da az çok tarih okuyan insan bu toprakların yıllara nazaran değişimini görecektir. Yani bir millet aslına dönüyor. Bu değişim her zaman olmadığı gibi olduğu zamanda toplumda bazı insanlara görevler düşer. Benim tanıdığım birçok insanda bu göreve koşuyor. Bir sigara yaktı ve çayından bir yudum alıp konuşmaya devam etti.   + Esas can alıcı kısma gelince, İki sınıf insan var, biri yapmaya biri yıkmaya memur. Eski anlayışları yıkmak için kavgacı, sert tutumlu olanlar var bunlar birleştirici değil; tamamen eski düzeni yıkmaya memur. Birileri de naifliğiyle yumuşaklığıyla, halkla barışık ve birleştirici üslubuyla tüm nizamı belirleyecek olan yapmaya memur olanlar. Benim anladığım kadarıyla sen işte bu yapmaya memur olabilirsin Yiğit. Çünkü ruh olarak naifsin sen. Eğitiminde var maddi olarak belli bir gücünde. Eğer toplum için bir şey yapmak istersen, bunu dava yada hedef olarak görürsen, senin belki bir hafta da yapabileceklerin başkalarının belki yıllarca yapmaya uğraştığı olacak. İşte o zaman şehir hayatını anlamlandırmak için, ‘’çalışıyorum ben’’ yerine ‘’bir hedefim var’’ sözünü ağzına dolayabilirsin. Böylelikle burasının sessiz ve dinginliğinin amaçlarına karşılık gelmediği anlaşılır ve haklı durumda olursun. Diğer türlü seni anlamam mümkün değil. Senin bu yönünü de gördüğüm için anlatmak istedim.   Dedikten sonra sustu ve çayına devam etti. Yiğit anlatılanları ufacık bir mimik dahi yapmadan gayet meraklı bir şekilde dinledi ve kendi içinde düşünmeye başladı. Bedenine sivri bir şey batar gibi irkildi ruhu. Her yönüyle düşünülmeye değer bu sözler, Uğur’dan beklenmeyecek derecede görev ve vazife bilinci taşıyordu. Zira okuduğu tüm kitaplarda hedefi olmayan insanların mutluluğa ve başarıya tersine nispeten çok daha uzak olduğu yazıyordu. Acaba kendi hedef olarak yanlış şeylere mi sarılıyordu? Ben merkezcilik yerine tüm toplumla beraber biz merkezci bir hayat mı yaşamalıydı? Kelimeler içinde ki yıkmaya ve yapmaya memur olan kısımlarıysa insana başka bir özgüven katıyor,  ‘’Toplum değişiyor ve ben de bu değişimde yapmaya memur bir nesilim’’ sözü asli görev bilincini ortaya koyuyordu. Tanıdığı her insan, başarılılar da buna dahil olmak üzere herkes başarıya açtı. Nietzsche’ ye atfedilen ‘’Her insan kendi içinde başarıyı aramadan önce lambayı keşfetmesi gerekir’’ sözünde ki lamba bu bağlamda hedef oluyor galiba diye geçirdi içinden. İç dünyasının karanlık merdivenlerinden inip gereken her şeyi orada bularak yeri ve zamanında çıkarması için doyurucu bir hedefi olmalıydı. Oysa şu zamana kadar ki parasal hedeflerde aradığı mutluluğu hiçbir şekilde bulamamıştı. Peki ya ülkede ki değişimden kastı neydi? Bir millet aslına dönüyor derken, üniversite yıllarında çok kısa bir dönem içerinde bulunduğu cemaat ve vakıf döngüsünde mi şekilleniyordu? Yiğit dönüp;   - İşin açıkçası zihnimi alt üst ettin Uğur, dava ruhu gibi büyük kelimeler beklemiyordum senden. Az önce kızmanın ve sinirin yerini kendi dünyamın eksiklikleri aldı. + Valla ben de yeni öğreniyorum. Eleman bunları söylerken ben bu şekilde hissetmemiştim ama senin şuan ki durumun için bence anlattığı her şey oturuyor. Keşke onun gibi anlatabilseydim. Bana kalırsa küçük hedefler yüzünden tatsız bir hayat yaşıyorsun. Dinlenmek diyorsun ama yorgunluğu adlandıramıyorsun.   Yiğit kendi hayatında sorunsuz çareleri ararken içinde bulunduğu koşulları düşünüyor, şu ana kadar öğrendiği tüm bilgiler, büyük tuğlalar haline dönüşerek kocaman yüksekçe bir duvar örüyordu. Planlar her tatilin vazgeçilmezi gibi de dursa bu defa yapacaklarından öte neden yapması gerektiğini düşünüyordu. Bu arada hava iyice kararmış, akşam serinliğinin rüzgarıyla Uğur’un aklı eskiye dönmüştü. Yüzü kendinde olmadan asıldı ve gözleri denizde bir noktaya öylece çakıldı kaldı. Kendini düşünmekten alıkoyamıyordu. İstanbul’a döndüğünde Cenk’in ona söyledikleri kabul ettiği takdirde mübadillerden ne farkı kalacaktı. Bilmediği hatta öğrenmek dahi istemedi bir hayatın pençesinde yaşamak... Ayrıca tek başına. Tek bir kişi için yaşanacak bir mübadele… İçi sıkılıyordu tüm olaylara. Bir insanı öldürmenin verdiği suç psikolojisinden öte şuan ki durumuna, çaresiz oluşuna üzülüyordu. Kaçmak acaba nereye doğru ve kadar? Peki ya yakalansa daha mı iyi olacaktı? Zeynep’i görmemenin verdiği huzursuzluk mu içimde ki? Ya da onun sayesinde çıkardığım ruhumda ki masumun sessizliği mi? Kendimden sıkıldım iki günde inan, uzaklaştım ruhumdan, şimdi medet bekliyorum musalla taşında naaşımdan… Gömmeyin sakın beni, iki meleğe katlanamam, sorgu suali ar gelir şuan. Ne cennete geçerim ne cehennemden, bir mefkure bile edinemedim tedricen… Ben aşkın hüznünü yaşadım geriye kaldı mutluluk, ama yetmiyor; tek celse Hu’ ya kadar müstakbel soluk… Anladım ki ayileymiş hüsn ve kubh… İfrat ve tefrit bir köprüdür ben kuramadım, yaşadığım bir meçhule doğru; aslımı bile savunamadım…   - Ne o? Aklına yine Zeynep mi geldi? + Bilmiyorum sana bu kaç defa söylenmiştir Yiğit. O kadar çok derdim var ki. Güzel bir şey gördüğünde derin bir hevesle bakarsın ya hani, kamaşır gözlerin, içinde bir kıpırtı olur. İşte ben bakınca o güzelliğe imreniyorum, sanki Tanrı’ya bakar gibi bakıyorum. Ben neredeyim bu güzellikler nerede diyorum. Bir girdabın tam ortasında her şeyini kaybetmeye yakın bir adamla konuşuyorsun şuan. Kusura bakma ben böyle muhabbetleri çok fazla sevmem sadece anlatmak istediğim.. - Yo hayır, aslında tam tersine anlatmanı isterim. Belki yeni tanıyoruz birbirimizi ama ben seni gayet samimi buluyorum. + Sağol, anlatmak istediğim, küçük şeylere üzülme. Takma kafanı. Zaten üzülmen gereken şey karşına çıkıp dikildiğinde, başka şeylerle avunamıyorsun, üzülmeden edemiyorsun. Bu yüzden eğer yapabileceğin bir şey varsa hayatta, geri kalma. Tek isteğim bu senden.   Yiğit yeni tanıdığı ve üslubuyla onu düşüncelerden düşüncelere sevk eden bu adamı uzun uzun süzdü. Hayatında tanıdığı belki de en ilginç adamdı Uğur. Hiçbir kaba sığmayacak bir duruşu vardı. Bir olayı anlayışı, düşünce tarzı söylemi her defasında insanı şaşırtır derecede farklı bir boyuttaydı. Anlattığı kadarıyla ciddi dertlere sahipti ama derdini ulu orta yaşamıyordu. Yaşanması gereken yerde doyasıya içinde hissediyor sonra kalkıp hayatına devam edebilen bir erdeme sahipti. Kör noktalarına hala erişmiş sayılmazdı ama son iki günde beraber geçirdikleri vakitleri düşününce, bir ömür yanında isteyeceği, görmeyi arzulayacağı insanlardandı. Kol kola girip sahil hattı boyunca uzunca gölgeleriyle yürümeye başladılar. Yel değirmenine kadar yürüdüler. Kara geceyi yararcasına savrulan kocaman pervanesine baktı Uğur. Eve vardıklarından saat on ikiye geliyordu. Yine her zamanki yan yana odalarının balkonlarında hafif müzik eşliğinde sessiz geceyi dinliyorlardı. Uğur sinsi bir sekilde gülerek; + Ne kadar huzur verici değil mi? - Hayırdır, sessizliği bozacak gibi bakıyorsun.   Uğur odaya geçip çantasını açtı, ufak bir poşet çıkartıp, içinden iki tane küçük kağıt parçası alıp balkona döndü. Kağıtları masanın üstüne sert bir şekilde koyup; ‘’Geceyi gündüze çevirelim mi?’’ dedi. Yiğit;   - Bunlar ne? Sana güvenirim ama ağır gelmesin bana? + Merak etme, aç ağzını. Dedikten sonra Yiğit’in dilinin üstüne koydu. Diğerini de kendi ağzına attı + Dilinin altında tut ve yaslan geriye, bu kadar iyisini çok nadir bulursun.   İkisi de öylece geceyi izliyorlardı. Yiğit içtikleri şeyin etkiye nereden başlayacağını bilmediğinden, ruhunun köşeleri kolluyor, arada elini hareket ettiriyor, yorgunluk misali boynunu çeviriyordu. On dakika geçmedi ki Uğur’un elleri uyuşmaya başladı. Bu uyuşukluk üstüne bir yorgan çekercesine tüm bedenini ağır ağır sarmaya başlamıştı. Gece boyut değiştiren bir top gibi gözünden uzaklaşıyor, ara ara etrafı balıkgözüyle görüyordu. Yiğit etrafında bir şeyler oluyormuş da onları takip ediyormuş gibi anlamsız bir şekilde hızlıca başını sağa sola çevirmeye başladı. Dönüp Uğur’a neredeyim ben dercesine baktı. Bakışları gittikçe donuklaşıyordu. Uğur kendini hafiflemiş hissetti, hafifledi, hafifledi… Su altından bakar gibi bedenini dalgalı görmeye başladı. Zihni her saniye bir kademe daha yükseliyor, nefes aldıkça sanki gökyüzünde bir üst kademeye çıkıyordu. Elleri eriyip akmaya başladı. Yanında Yiğit kendi kendine sayıklıyor, ses başka bir boyuttan yankılanarak geliyordu. Yiğit ‘’Nefes alamıyorum’’ dedi ve sonra dozunu ayarlayamadığı bir kahkaha attı. ‘’Buna gerek yok’’ dedi. Elleriyle üstüne bir şeyler konuyormuşçasına havada el hareketleri yapıyordu. Uğur’a baktı ve kekeme bir şekilde;   - Ben böyle nereye kadar… Uğur bir taraftan Yiğit’ in sayıklamalarını dinliyor bir taraftan da gülmemek için kendini zor tutuyordu. Biran silkelendi ve kendine geldi. Yarı felçli gibi duran Yiğit’i ‘’gel bakalım’’ diyerek kolundan tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Yalnız burası Uğur içinde bayağı yüksekti. Ayaklarına baktığında tüm balkonu kuş bakışı gördü. . Her saniye ivmesi artan bir taş gibi yukardan aşağı düşer bir etkiyle, zihninde ki halüsilasyonların daha da artacağını fark etti. En iyisi Yiğit’i balkondan uzak tutup yatağına yatırmaktı. Bir kötürüme yardım edercesine odasına götürüp üstünü örttü. Ellerini bağlasam mı acaba diye düşünürken evin kapısından bir ses geldi. Uğur ağır ağır üst katta merdivenlerin olduğu yere doğru yürüdü. Hırsız olabilir miydi? ‘’bu şuan isteyeceğim son şey’’ diye mırıldandı. Usulca merdivenlerden inip kapıya yöneldiğinde kapının hiç açılmadığını fark etti. Demek ki gaipten duyduğu bir sesti. Evin kapısını açıp dışarı çıktı. ‘’Rüzgar ne güzel esiyor, tutup kollarımdan sanki beni uçuracak’’ dedi. Bahçede ki ağaçların gövdelerinde gelişi güzel bir sürü çizik, yarık gördü. Kim bu hale getirmişti bu ağaçları. Bir tarafı tamamen kesilmiş yok denecek kadar derin budanmış, diğer tarafı ise yemyeşil yaprakların üzerine onlarca kuşun konduğu dallardan  oluşuyordu… Bahçenin köşesinde ki diğer ağaca baktığında bir dağ gibi budandığı gördü. Kocaman gövdesi ve tepesinde ki beyaz bulutlarıyla küçükken gördüğü Akdağ’a benziyordu. Tanrısı burada da yanındaydı. Sisli ve puslu… Bahçe kapısına doğru adımlamaya başladığında, beline kadar gelen sık çimenlerin arasından zar zor yürüdü. Çimen diplerinde ıslak kıvamda ki çamura gittikçe ayakları batıyor, su seviyesi buna mukabil yükseliyordu. Gece zifiri karanlığında suyun etrafını adım adım sardığını hissetti. Bu su dağlardan geliyordu büyük ihtimalle. Çok soğuk değildi ama ürkütücü derecede siyah ve kıvamı yoğundu. Bahçe kapısına ulaşabilirse bu girdaptan kurtulacağını biliyordu. Su seviyesi belini aştığında hareket etmek neredeyse imkansızlaştı. Suların ileri geri hareketinden dengesini kaybetmemek için askerde ki gibi ellerini başının üstüne koyarak yürümeye başladı. Gözlerini kapattığında suyun akış sesini duyuyordu. Zihninin karanlık rengiyle, suyun rengi aynı siyahlıktaydı. Bir iki adım daha atabilirse kurtulabilirdi. Nefesini tutup canhıraş bir şekilde kapıya tutundu. Su omuzlarına kadar yükselmişti artık ve ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Boğulmamak için büyük zorluklarla kapıyı açtı ve kendini dışarı attı. ‘’Ne kadar derindi…’’ Yumuşacık toprak kokusuna tutunarak ayağa kalktı. Üzerine rahatça silüet giydirdiği ağaçların arasından yürümeye başladı. Buğulu bir camdan bakıyordu tüm hayata. Ağaçların ardından onu gözleyen birini görüyordu ama yüzünü seçemiyordu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE