Çığlık tarzı bir zil sesiyle uyandı. Sanki bir saat uyumuştu. Gözlerini açtığında odada ki sigarası kokusu sabaha kadar ciğerlerine nüfus etmiş, bir ihtiyarın secdeyle savaşı gibi doğruluyordu yataktan. Tam karşısında Neval çekyata yüzüstü yatmış ve sağ elini yere uzatıp bir ölüyü andırırcasına uyuyordu. Hançeri felan yanına alması…
Evden çıkıp köprü altından taksim minibüslerine bindi. Sabahın ilk saatlerinde uyanmayalı bayağı zaman olmuştu. İnsanlarda iş yerlerine gitmek için erkenden kalkıp mahmur gözleriyle şehri izliyor, sabahın güzelliğinden öte uykuların bölünmüşlüğü azlığı; görme duyma hissetme duygularını tatmanın yerini mutsuzluğa, geleceğe dair umutsuzluğa bırakıyordu. Şehri kötü gösteren de buydu. İnsanlar şehri ölülerin şehrine çeviriyordu. Zira şuan büyük bir metropolde yaşamanın, her şeye ulaşmanın rahatlığını bilen insanlar yerine yaşamak için savaşan insanların asık yüzlerini görüyordu. Trt’nin yanında ki Şişhane durağında inip Zeynep’in çalıştığı yere doğru yürümeye başladı. Zeynep’le bir müddet görüşemeyecekti. Sadece Pazartesi günleri izinli olması sebebiyle görmemesinin yanına belli belirsiz günler eklenecekti. Yarısı açılmış kepenklerin karşısına, ait olduğu yere yaslanıp Zeynep’i beklemeye başladı. Her zamankinden daha geniş görünen İstiklal caddesi’nde yavaş yavaş yürüdüğünü gördü. Tüm dertlerini unuttu ve akli melekelerini kaybettiği vadisinde sonsuz denize bakar gibi Zeynep’e baktı..
‘’Saçlarına çaputlar bağlasam dileklerim kabul olur mu? Yüzlerce yıl kök salmış köklerinin hürmetine kutsanmışlığın, tüm kasabanın dualarına yeter mi? Seni o rüzgarlı tepede şahlanır gibi münferit bir şekilde göğe yükselten, beni lanetledi mi? Şuan bulunduğum zamanı ve yaşadıklarımı düşününce olayların beni buraya sürüklemesinin adı ne Zeynep, kader mi? Peki o halde bütün şehrin bu pespayeliği, mutsuzluğu da mı kader? Önceleri mutlu birer miras yediyken mal sahiplerinin bedduaları mı tutmuştu insanlara. Kimlerin yerine yaşıyorduk bu şehirde? Kimlerin mutluluk fırsatını alıyorduk ellerinden de, hiç sekmeyen bu lanetleri daima ensemizde hissediyorduk. Ben hissiyatımı diri tutarken ruhumun derinliklerinde, sen ışıl ışıl güneşin karşısında rüzgarla savrulan yapraklarında gölgen serin, huzurlu, tüm buluşlara yakın ve aşıklara duyarlı senin yollarında öleceğim diye korkuyorum bazen. Cennetten çıkan son insan ben olacağım ve gölgesinde serinlemek istediğim ağaç sen olacaksın sanki. Ben şuan rüyadayım da sen bana bakınca uyanacakmışım gibi, göz bebeklerin şiirler yazarken göğsümün tam ortasına, ben seni içime hapsedip bir müddet gidiyorum Zeynep’im. Şu son anki görünüşünü alıp yanıma, bir hafta seni bu şekilde kabul edip, gidiyorum… Tazeliğin mezarında seni hep aynı kabul ediyorum… Aynı yürekte sen cenneti ben cehennemi yaşıyorum…’’
Zeynep mağazaya girdi ve Uğur’da sigarasını söndürüp Şişhane durağının yolunu tuttu. Mustafa Abi’nin çay ocağının bulunduğu pasajdan geçerken, akşamdan üst üste konulmuş küçük tabureleri seyrederek yola devam etti. Üzülüyordu aslında… Çünkü tatil anlayışı yoktu ve uzun zamandır bir yere ayrılmamıştı. Şimdi bu zorunlu ayrılık askere dönüşü andırır gibi, alışkanlıklarını, yaşadığı yeri sevmesini sağlıyordu. Şişhaneye vardığında saat sekizi geçiyordu ve Yiğit durakta aracıyla Uğur’u bekliyordu. Arabaya binip;
+ ‘’Günaydın, ne sabah ama‘’ diyerek Yiğit’ le tokalaştı.
- Günaydın hoş geldin, uykusuz görünüyorsun.
+ Sorma, o kadar içtikten sonra birde film izledik.
- Hangi filmi?
+ Rahim diye bir film. Filmde bir ev vardı Yiğit görmeliydin. Küçük bir kasabada sahilin tam karşısında müstakil bir ev. Filmin konusu da güzeldi. Ama o ev yok mu, bir acı çekilecekse o evde çekilmeli.
- Gerçekten merak ettim. Gidince izlerim. Bu arada valizin falan yok mu?
+ Bu küçük çanta yetiyor bana, eğer bir şey lazımsa alırım yolda. Pratik olacaksın hayatta Yiğit, hareket kabiliyetini sınırlandırmayacaksın.
- O da doğru.
+ Bu arada araban güzelmiş, konforlu arabaları seviyorum. Şimdi ne güzel uyurum ben bunda.
- İstersen geç arkaya yat, daha rahat uyursun.
Uğur arkaya geçip kestirmeye başladı. Kulağında sadece tekerleklerin yolda çıkardığı sesler ve gözlerinde koltuğun arkasına sıkıştırılmış üç beş dergi ucuyla, beşik gibi narin sallanan arabada bir mülteci gibi kaçtığı İstanbul’dan tüm gecenin hıncını alırcasına, gözlerini usul usul kapattıyordu. Kendini nefesini duyduğun an uyku moduna geçtin demektir. Ve bedeni hiç karşılık koymadan kabullendi bu sessizliği…
Yiğit uzun yolları seviyor, yaşamaktan yorgun olduğu şehirden dinlenecek olmanın verdiği mutlulukla, zamanı üzerine basa basa, rahat rahat yaşıyordu. Hiç acelesi yoktu. İstanbul sınırından çıktığı an mutluluk tabelasının onu karşılayacağından emindi. Çünkü yaşadığı hayatın dışına çıkmak onun için özgür olmakla eşdeğerdi. Özellikle böyle farklı bir yolculuğa çıkmak ilerde anlatacağı birçok anıya gebeydi.
Aracın çakıl taşlı bir yola girmesiyle kulağının bunu fark etmesi bir oldu. Uğur hafifçe kafasını kaldırdığında mola verdiklerini anladı.
+ Uyusam daha yüzyıllarca uyurum.
- Mola verip biraz dinleneyim dedim. Bursa’yı yeni geçtik. Bir şeyler yeriz.
Diyerek arabadan indi. Beraber bir şeyler yiyip çay içtiler. Mola yerinde Uğur birkaç gazete kendiyle ilgili birkaç haber baktı ama bulamadı. Temiz havayı bol bol içine çektiğinde, aslında ne kadar güzel bir karar verdiğini daha iyi anlıyordu. Bir şeyler yiyen Yiğit’e;
+ E Yiğit anlat bakalım, ne sıklıkta gidersin Cunda’ya?
- Ben lisede okurken almıştık Cunda’da ki yazlığı. O zamanlar her yaz tatilinde giderdim. Şimdi senede bir defa gidebiliyorum. Ama bana kalsa orda yaşardım. İşlerin yoğunluğundan kafamı kaldıramıyorum ki. Aile işlerimiz olduğu için kaytaramıyorum da.
+ Pek sevmiyorsun galiba işini?
- Sevmiyor değilim ama yapmak istediğim de bu değildi.
+ Nasıl bir iş isterdin peki?
- Benim ailem eski yatırımcılardan hani şu 80’lerde İstanbul’a gelenlerden. Ankara’da eski bir aileyiz, tekstil fabrikamız varmış daha sonra İstanbul’a da açmışlar. Geldikten sonra başka işler, ortaklar derken işler büyümüş. Ben okulu bitirdikten sonra hangisinin bana daha yakın olacağını düşündüm. Aralarında Turizm daha ilgimi çekti.
+ Ama pek öyle değilmiş galiba?
- Ben üniversite de okurken de aynı durumdaydım. Sanatla alakalı bir dal istiyordum ama finans eğitimi aldım. Benim çevremde ki insanların çoğu aynıdır. Hayat seçimlerine ailesi karar verir. Bazılarının evleneceği insana bile ailesi karar veriyor.
+ İlginç, sizin aile tutucuymuş galiba biraz?
- İşin garibi aynı çevrede yaşayınca sanki bunlar olağan geliyor insana. Bizim ailede herkes gibi anlayacağın. Bunun adına da sorumluluk diyorlar. Benim şuan için kendime ayırabildiğim tek vakit kitap yazarken kendimle olduğum zaman dilimi. O yüzden ona sarılıyorum belki.
+ Merak ettim ne yazıyorsun?
- Çevremde ki insanların hayatları, yaşadığım zaman dilimi. İnsanın aslında nasıl özgür olduğuyla ilgili şeyler.
+ Bir müşterim vardı, üniversite öğrencisi. Adam bütün gün kitap okur bir şeyler yazardı. Evine gittiğimde sehpasının üzerinde karalanmış kağıtlar, şiirler, okunmuş kitaplar, tükenmiş mumlar. O aklıma geldi birden. Gerçi o tarihi şeylere daha meraklıydı. Senin durumun biraz daha güncel konular.
- Ben daha kendimi tanıyamadım ki başka şeylere merak salayım.
Kalkıp arabaya doğru yürümeye başladılar. Yolda ilerlerken Uğur;
+ Peki bir planın var mı hayatta?
- Kimin yok ki aslında. Benimde yapmam gerekenler var, bir ton saçma sapan sebep yüzünden yapamadığım işler. Mesela yurtdışında okumak istiyordum ama ailem gözünün önünden pek ayrılmamı istemedi. Burada şartların en iyisini sundular, kolejlerden özel okullara, tamam ama yine de sanki farklı ortamlarda daha iyisini yapabilirdim gibime geliyor.
+ Hala yapabilirsin aslında. Çünkü bu devirde bir şey yapmak istiyorsan, ihtiyacın olan tek şey para.
- Sen de mi öyle düşünüyorsun Uğur. Ben paradan dolayı değil arzu ettiğim eğitimi alamamaktan yapamıyorum. Şuanda da zamanımın olmayışı büyük problem.
+ Seni tanımasam şu kelimeler biraz züppece gelebilirdi ama hiç öyle birine benzemiyorsun. Tatil boyunca anlayacağız bakalım planların neymiş.
Yiğit güldü bu söylediklerine. Sonra;
- Sen üniversite okudun mu?
+ Ben liseden sonra bir üniversite kazandım ama iki sene okuyabildim. Benim sorunumda çoğu zaman maddiyattı. Maddiyatı çözdüğümdeyse üniversite hayatı bana çok uzaktı. Daha sonra düşündüğümde ben o üniversite ortamına da pek ait olmadığımı anladım. Birkaç insan haricinde kimseyle konuşamıyordum bile. Sonra okul ortamı, sıralar aldığımız o eğitimler. Hayatı dahi tanımayan hocalar. Ben o sıralarda aldığımız eğitimin, hayatta bir karşılığının olacağını dahi düşünmemiştim. Gereksiz gördüm bıraktım.
- İşte ben bırakamadım öyle söyliyeyim.
+ ‘’Ama görünüşe göre iyi de yapmışsın’’ diyerek gülümsedi Uğur.
-Yaa yaa, ne demezsin.
Muhabbet muhabbeti açarken saat ikiye yaklaşmış, vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Altınoluk’tan Cunda adasına geçerken Yiğit Cunda adasının eski halinden, yaşayan Ermeni ve Rum halkından bahsediyordu. Uğur’da;
+ Bu söylediklerini Taksim içinde duydum. Sanırım Ermeni ve Rumlar yaşadığı yeri güzelleştiren bir topluluk
- Uğur Ermeni ve Rumlar bu ülkenin en önemli rengi; üslubuyla, yaşadığı şehre yaklaşımıyla aslında inanılmaz örnek bir millet. Adamlar hayatı, yaşamayı seviyor. Bizde olduğu gibi daima şikayet etmekten değil güzelleştirmekten, güzel olmaktan zevk alıyorlar. Bu adada ki kötü değişimin yine mimarı biziz. Biz sahiplenmiyoruz, paramız olsun da biz her yerde yaşarız mantığıyla bulunduğumuz yeri de sahiplenmiyoruz. Onlarsa zenginiyle fakiriyle doğduğu yerde yaşamakla mutlu. Adadakileri tanıyınca daha çok seveceksin. Bir bizim yaptırdığımız otellere evlere bak, bir de onların evlerine. Farkı zaten anlayacaksın.
+ İlginç gerçekten. Birde bunların daima da bir kovulma durumları var sanırım.
- Onlar yurt dışında yaşayan Ermeni ve Rumların intibalarından dolayı bu gereksiz zulmü yaşıyor. Konuştuğun an ferasetli bir millet olduğunu anlayacaksın.
Cunda adasına girip arabayı park ettikten sonra ada merkezinde biraz turladılar. Yiğit bir şeyler almak için uzaklaşınca, Uğur denize yaklaşıp şöyle bir bakındı. ‘’Allah’ım iyi ki geldim’’ diye mırıldandı. İstanbul’dan uzaklaşmak dahi kendine gelmesini sağlamış, kafasını dinlemeye zaman kazandırmıştı. Şöyle bir saatine baktı… Tek aklında ki bir saate kadar çıkacak olan Zeynep’ti. Gittiği her yere götürdüğü, kalbinin tahtında nazikçe taşıdığı Zeynep birazdan işten çıkacak ve yine İstiklal caddesini usul usul adımlayarak evine gidecekti… O kuytuda ki haline bile gıbta ediyordu şuan. Aşk için dilenmeyi bile özlemişti. Bu beladan nasıl sıyrılıp eskisi gibi Zeynep’i korkusuzca seyredebilecek miydi? Yiğit biran yanına gelip;
- Hadi yavaş yavaş gidelim bizim yazlık adanın diğer tarafında.
Arabaya atlayıp adanın üst taraflarına doğru ilerlerken sokaklar gittikçe küçülmeye başlamıştı. İlerledikçe Arnavut kaldırımlara sıralanmış rengarenk evlerin muhteşem görüntüsü, sokaklardan oturup çay içen ada kadınları ve ensesinde mendil dolaşan erkekler tam bir Anadolu görüntüsü çiziyor; bu adanın yaşam ritüel ve standardını gözler önüne seriyordu. Büyük ihtişamlı kiliseler yaşam formunda ki değişikliğin bir renk olduğunu sanatıyla ortaya koyuyordu. Biraz daha ilerledikten sonra adanın diğer tarafında etrafında pek yapı olmayan denize karşı, bahçeli taş bir eve yaklaştılar. İki katlı bu ev ağırlığıyla göz kamaştırıyordu. Yiğit;
- ‘’Sonunda geldik’’ dedi
Uğur’un bir gözü saatte bir gözü eve hayran bir şekilde bakıyor, geldiğine tekrar tekrar şükrediyordu. Arabadan inip bahçede ki kırmızı beyaz çiçeklerin arasında ki taşların döşendiği yoldan eve girdiğinde kocaman bir salon ve etrafa dağılmış odalarla karşılaştı. Tahta merdivenlerden hafif gıcırtılı seslerle yukarı çıktı. Üst katlarda aynı şekilde kalabalık bir aile yaşantısının ihtiyacına göre tasarlanmış, gayet nizami ve intizamlıydı. Yiğit;
- Gel sen şu odada kalırsın.
Diyerek üst katta denize karşı kocaman balkonu olan bir oda gösterdi. Uğur neredeyse uçsuz bucaksız bir denize karşı uyuyacaktı.
- Ben de yan odada kalırım, bu balkon ortak. Yemekleri de balkonda yeriz dedi. Uğur;
+ Yiğit gerçekten güzelmiş, bilmiyorum senin için ne ifade eder ama, Çok teşekkür ederim davet ettiğin için. Bir şey düşünmemiştim buraya gelirken ama hayal etseydim bile bu kadarını hayal edemezdim sanırım.
- Mutlu olmana çok sevindim. iki hafta buradayız sonuçta, doyasıya tadını çıkartacağız. Bu arada çok güzel zeytinyağlı ve deniz ürünleri yaparlar acıkınca haber verirsin. Ben duşa girip geliyorum.
+ Tamam biraz dinlenelim yeriz. Şu manzarayı görünce insan şuan hiçbir şeye ihtiyaç hissetmiyor.
Yatağına uzandı ve çantasında ki hançeri çıkartıp sağ eliyle göğsüne yasladı.
‘’Benim aklımda ki sendin, bu evde şu balkonda, gözlerimin gördüğü denizle; bu yollarda yürüyecek, bu yatakta uyuyacak ve zihnimde bu adada yaşayacaktık. Kalbine çıkan Arnavut kaldırımlarına basarken ayaklarım, senin hiç görmediğim kuytularını bu yollarda tanıyacaktım. Ada kocaman bir tiyatro sahnesi gibi; sessiz gürültülü, siyah beyaz ve renkli, sanki zıtlıkların dengesi. Aynı kainat gibi; sıfatların bir bir tecellisi. Ufacık bir tohum eker gibi; ben sana hediye aldım, beğenmezsin diye savaş kanıyla kutsadım, bir suç işledim acaba kaç kişinin hayatını değiştirdim. Şimdiyse gönlümün denizine kan karıştı…’’
Yiğit duş aldıktan sonra göz ucuyla Uğur’un odasına baktı. Uğur balkon kapısını açmış, yorgunluktan uyuya kalmıştı. Yiğit’te bahçeye indi ve hamağını kurup gökyüzünü seyretmeye başladı. Tüm keşmekeşlikten kurtulmanın verdiği huzur, tertemiz hava ve yaprak hışırtılarıyla Yiğit’te uykuya teslim oldu.
Uğur uyandığında saat yedi olmuş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Bir an nerede olduğunu şaşırdıysa da güzelliğine kapıldığı odada bir sigara yaktı. Oda tamamen taş duvarların ilmek ilmek işlediği, içinde kocaman bembeyaz bir yatak, ufak bir kütüphane ve gardırop olan direk boşluğa açılan dört odadan biriydi. Boşlukta ki merdivenlerden aşağı indiğinizde karşınıza direk salon çıkıyor, orada da eski antik eşyalar, taş sehpalar ve eski tarz bir koltuk takımı bulunuyordu. Uzunlamasına yapılmış pencereler, yüksek tavanlarla beraber el işçiliği ve süsleme de ki zenginlik eve derin bir ambiyans katıyordu. Oradan bahçeye geçti ve hamakta ki Yiğit’i görüp;
+ Hey Agop, acıkmadın mı?
Yiğit hafifçe araladı gözlerini ve Uğur’a baktı. Sonra saatini kontrol etti;
- Saat yedi olmuş, uyanmalıyım, merkeze gidip güzel bir yemek yiyelim.
Yiğit kendine geldikten sonra garajdan iki tane bisiklet çıkardı. Uğur’la beraber bisiklete binip adanın diğer tarafına yola çıktılar. Toprak yoldan ara sokaklara Uğur’un eğlendiği her halinde belliydi. Rüzgar yüzüne vurdukça Uğur çocukluğunu hatırladı. Mahallede binerlerdi bisiklete. Ablası üzüldüğünü anladığında birinden bisiklet bulup getirir, sevecen gülümsemesiyle mahallede onu gezdirirdi. Sahi ya? Bir ablası vardı Uğur’un… Ranzada altlı üstlü yatarlar, geceleri anne şevkati yerine hissettiği onun sevgi dolu kalbi olurdu. Çocukluğunun en morali bozuk olduğu zamanlarında onu bulurdu yanında. Çamaşır, bulaşığa yardım etmesi için boyu yetişmediğinden dolayı teyzesi bir kütük kestirmişti ablası için, Uğur onun çok yorulduğunu anladığı anda her defasında kütüğü çalar hiç bulunmayacak bir yere saklardı. Bu onun sevme tarzıydı. Teyzesinin yanına iki çocuk halleriyle sığınmışlar, eniştesinin vurdum duymaz tavrına karşın birbirlerine tutunmuşlardı. O çocuk halleriyle Dolapdere’de kapı önünde ki oturdukları an geldi aklına… Çiçekli elbisesiyle ablası; hayatta ki tek sırdaşı; geçmişini bilen tek insan.
Merkeze vardıklarında bir balık lokantasına oturdular. Uğur izin isteyip denize yaklaştı. Telefonu açtı ve ablasını aradı;
+ Alo abla?
- Uğur?
+ Abla benim
- Allah senin belanı versin! Neredesin sen? Herkes seni arıyor bıkmadın mı başımızı belaya koymaktan? Yetmedi mi bize çektirdiklerin? O koskoca kadın harap oldu senin yüzünden.
+ Abla n’ olur dur.
- Asalaksın sen, hayatında hiçbir şeyi beceremeyen asalak. Bir katilliğin eksikti. Ne yapmaya çalışıyorsun yahu sen? Amacın ne senin?
Uğur’ un gözleri dolar gibi oldu. O hakaretlerin arasına girip;
+ Hatırlıyor musun küçükken evin önünde ki merdivenlere otururduk sokağı izlerdik abla. Senin üzerinde çiçekli elbiseler olurdu. O dönemler birilerine özenmediğim tek şey sendin, var olmandı.. Hayatımda sadece bir ablamın olmayışına özenmedim ben.
- Uğur! Artık büyü. Başın belada, çocukluğu bırak! Beni de arama bir daha.
Dedikten sonra telefonu kapattı. Uğur elinde telefon kalakalmıştı. Bütün hatıralar, o sevgi dili Uğur un zihninde büyük bir gürültüyle yıkılıyor, Uğur bu yıkılışı ruhunda hissediyordu. Hiç bir şey demeden öylece baktı denize. İçi burulmuş sıkılmıştı. Dönüp Yiğit’e baktı, hayatına yeni giren bu kişi temiz dünyasına ait tek arkadaşıydı. O’da her şeyi bilse belki sırtını dönecekti. Belki de tanımadığından dolayı yanındaydı. Derin bir nefes alıp Yiğit’in yanına döndü. Yiğit;
- Hayırdır yüzün asıldı birden?
+ İçim sıkıldı biraz.
- Yapılacak bir şey var mı?
+ Ne? Yo yo hiç bir şey yok. Sağol.
- Balığın yanına rakı da söyledim, neşen yerine gelir birazdan.
Tebessüm etti Uğur;
+ İntibaya bak, ne ara bizim dostluğumuz bu hale geldi?
Dedi ve gülümsedi tekrardan. Balıkla beraber içilen rakı, temiz hava Uğur’un üzerinde ki kasveti biraz olsun almış rahatlatmıştı. Her defasında alışmaya çalışıp sonrasında bıçak gibi kesen hatırlatmalar yaşıyor, vicdanı ruhunu şimdiden zindana atıyordu. Buna mukabil kadehler birbirini takip ederken, ada da akşam daha bir eğlenceli hale geliyordu. Sazlı sözlü eğlenceler, gezintiye çıkmış insanlar, ay ışığı ve gece karanlığı Uğur’un sırlarla dolu hicranına ortak oluyor, bu ortaklık en bilinen gerçeğiyle Uğur’a; bu sırrı beraber saklayacaklarını ve yalnız olduğunu söylüyordu. Yiğit’te yeni tanıştığı arkadaşının bu sessizliğine şimdilik bir anlam verememişti. Daha ilk günden pekte üstüne gitmek istemiyordu. Yemekten sonra kalkıp biraz yürüyüş yaptılar. Meydanda kocaman yapısıyla denizin tam karşısında Taş kahve’ye oturup birer Türk kahvesi söylediler. Yiğit;
- Rakıyı denedik olmadı, belki kahve iyi gelir?
+ Çok derinlere daldım değil mi?
- Olsun vardır bir sebebi. Ama sadece şunu bilmeni isterim ‘’Dertli bir adamın tereddüt ve dumanlarla dolu bir gönül evi vardır; derdini dinlersen o evde bir pencere açmış olursun.’’ der Mevlana. Benim merak ettiklerim tereddütlerin, hangi dumanların sardığı gönül evini.
Uğur etrafına bakındı ve;
+ ‘’Bir hata yaptığında neye sığınırsın Yiğit’’ dedi.
- Doğru bildiklerime.. Ve onlar cezalandırılmamı söylüyorsa cezalandırılmayı seçerim.
+ Hiç bir şey bilmediğini düşünüyorsan?
- O zaman her yaptığım hatadır zaten.
+ Bazı hayatlar küçüklükten belli oluyor, sanki kader gibi, bir çizgi çekiliyor da sen onun üzerinden yürümeye başlıyorsun sanki. Sonrasında ki pişmanlıkların sevinçlerin hepsi o çizginin üzerinde karşılıyor seni. Belki güle oynaya gidiyorsun öleceğin yere. Bile bile göre göre gidiyorsun resmen.
- O yüzden seçimler kıymetli Uğur. O seçemediklerinin yanında birikiyor hayaller, mutluluklar. Ama bir taraftan da şunu biliyorum, seçseydik de hayal ettiğimiz gibi olmayacaktı. Mutlaka o seçimlerinde hüznünü yaşayacaktık.
+ O da doğru. Bu arada hüzün ne ilginç bir kelime değil mi?
- Evet, kelimesi bile iç acıtıcı.
Bu arada gelen kahveleri yudumlamaya başladılar. İnsanlar meşhur sakızlı dondurma için upuzun bir sıraya giriyor, yanda ki meyhanelerden gelen sanat müziğiyle Taş Kahve’nin içinden gelen tok davul sesi birleşiyor, engin bir huzur havası yaratıyordu. Uğur çocukları görünce Yiğit’e dönüp;
+ Evlilik düşündün mü?
- Aslını sorarsan evlenmem an meselesi. Aile dostlarımızdan birinin kızı var. Bizimkilerde onunla görüştürme çabası içerisinde. Ama üniversite de bir kız arkadaşım vardı. Onla gerçekten evlenmek istemiştim. Hem de çok.
+ Peki ne oldu neden evlenmedin?
- Olmayacağı belliydi. Ailelerimiz bambaşkaydı. Hani derler ya ayrı dünyaların insanları diye. Bir zamana kadar direniyorsun ailene dahi karşı gelip, sonra olmayacağını kendin de anlıyorsun.
+ Alla alla senin durumunda müsait. Nasıl bir gerekçe olabilir ki?
- Ailen uygun görmüyor işte, aile yapısını, hayat tarzını.
+ Sen desene şuna kız fakirdi, bize uygun değildi diye. Niye geveleyip duruyorsun.
- Yo fakirlikle alakası yok, genel görgü kuralları.
Diye geveledikten sonra..
- Belki de haklısın.
Diye bitirdi cümlesini.
+ Sizin gibi aileler kendi gibi bir aile istiyor karşısında, çünkü asil görüyor kendini. Doğacak torunun da aynı asillikte, varlıklı hayatı yaşamasını istiyor. Sırf paranız olduğu için sana eş olan kadının uzun bir eğitimden geçmesi gerek onlara göre. Beni görseler senin yanında istemezler mesela öyle söyleyeyim. Sizinkilere züppe lazım biraz
- Evet ama…
Derken Uğur sözünü kesip;
+ Aması ne biliyor musun? Ama sen bu insanların sayesinde böylesine rahat yaşayıp, hiç sıkıntı çekmedin. Ne biliyim sadece eğitiminle ilgilenebildin, para ihtiyacın olmadı, hiç iş sıkıntısı çekmedin, ben ne olacağım korkusu yaşamadın. Bu insanlar bana böylesi bir hayat sunabiliyorlarsa ‘’ herhalde bir şey biliyorlardır’’ gözüyle baktın. İtiraz ettiklerine karşın sundukları çok daha büyüktü. O yüzden sen sunduklarını seçtin. Aslında aması şu; siz bu yüzden hayatı bilmiyorsunuz, tanımıyorsunuz.
Yiğit bu defa Taş Kahve’den gelen tok sesi içinde hissetti. Biraz ağır gelse de Uğur’un tarzı böyle demek ki diye düşündü. Bir sigara yakıp uzaklara dikti gözlerini. Eleştirilmenin de verdiği bir rahatsızlık duydu zira çevresinde onu eleştirebilecek kimse yoktu. Hatta en yakın arkadaşlarına aileleri kendini örnek gösterirdi. Şimdi bir torbacının onu bu derece eleştirmesi düşündürmüştü. Uğur;
+ Sen de diğerlerine nazaran başka bir şeyler olduğu kesin. Yoksa şuan burada olmazdık zaten. Benim tek zengin müşterim sen değilsin. Ama hiç biriyle tatile çıkmadım. Hatta arabada söylediğin gibi üniversite konusunda yanlış seçimlerim diye anlattığın, yapamadığın onca şeylere üzülüyor olmandan belli değil mi zaten. Benim demek istediğimi daha iyi anlaman için şöyle söyleyeyim, Siz pratik değilsiniz. Olaylar rutinin dışına çıktığı anda siz on kişi toplanıp anca karar verirsiniz. Sizde öncelikli hedef olayların rutinin dışına çıkmaması. O yüzden çözüm kafası gelişmemiş sizde.
- Anladım belki de haklısın.
+ Ben biraz açık sözlüyüm, gereksiz yere insanları kırabiliyorum. Umarım kırmadım seni.
- Yo aslında hiç kırmadın. Sadece düşündüm biraz dediklerini. Haklılık payında yok değil. ‘’Biz biraz güvenli büyüdük’’ doğru cümle bu galiba.
+ Belki de. Onur diye bir arkadaşım var, topluma karşı sizin yükümlülüklerinizin daha fazla olması gerektiğini söylerdi hep. Bu arada bu ses hiç durmuyor dikkat ettin mi?
Taş kahveden gelen bu tok ses yeri inletircesine devam ediyordu. Yiğit;
- Evet benim de dikkatimi çekti.
Ayağa kalkıp kahvenin içine yürümeye başladılar. İçerisi müzeyi andıran bir şatafatta yüksek bir tavan ve genişçe bir mekandan oluşuyor, büyük pencereler ortama ruhani bir ortam katıyordu. Sağ tarafta başını kocaman bir poşuyla örtmüş film stüdyolarından çıkmış gibi duran esmer zayıfça biri, önünde duran kocaman dibeğe kahve çekirdeklerini koyuyor ve kocaman demir tokmakla kaldırıp vuruyordu. Hiç durmadan aralıksız gelen ses işte bu sesti. Duydukları ses buradan geliyordu. Uğur;
+ Anlaşılan kahvenin tadı buradan geliyor, kolay gelsin.
Diye yaklaştı adama. Yüzündeki terleri başında ki poşuyla sildikten sonra;
‘’Sağol, istersen veriyim bir dene’’ diyerek gülümsedi. Uğur tokmağı elinden aldı ve kaldırıp vurmaya başladı. Bu defa sesin sahibi Uğur’du. O esnada Yiğit’te telefonunu çıkarttı.
- Aralıksız günde 12 saat yapıyorum bunu.
+ Belli abi kollardan, özel çalışmış gibi. Sen buralı mısın yoksa?
- Ben çocukluktan beri buradayım.
+ O zaman senden dinlemek lazım bu adanın hikayesini.
- Benden dinleyeceksen çok kederli olur.
+ Nasıl yani? Neden abi?
- Şu yolun sonunda ilerde kocaman bir bina görürsün, şuan kullanılmıyor boş. İşte orası yetimhaneydi ben orada büyüdüm.
Uğur saniyelik bir zaman diliminde derinlere dalıp çıktığını hissetti.
+ Peki burada mı yaşıyorsun?
- İçeri de Cumhuriyet caddesinde oturuyorum.
Yetimhanede büyümüş kışın balıkçılık yapan bir adalı, film karakterinden öte canlı kanlı karşısındaydı.
+ Kışın buralar nasıl yine böyle mi?
- Kışın kimse olmaz burada, mekanlar da boşalır, ben de balıkçılık yapıyorum.
+ Vay be abi, burada yaşamak da farklı bir şeydir herhalde.
- Bilmem yaşayan pek fark edemiyor. Sen nerelisin? Ne iş yapıyorsun?
+ Biz İstanbul’dan geldik. Serbest meslekle uğraşıyorum, bu arada ben Uğur.
- Merhaba ben de Ferit. Kaptan Ferit derler.
+ Memnun oldum.
Cunda’nın diğer bir adının da deliler adası olduğunu, zamanında delilerin bu adada tedavi edildiğini, geçim sıkıntılarıyla ilgili konuşup Taş Kahve’den ayrıldılar. Sonrasında bisikletlere binip evin yolunu tuttular. Gece karanlığında çok daha güzeldi bisiklete binmek. Toprak yollardan hafif çakır keyif bir şekilde ay ışığı eşliğinde ilerliyorlardı. Saat on ikiye yaklaşırken eve vardılar. Uğur;
+ Bir sigarlık içeriz artık ne dersin?
- Çok iyi olur.
Leb-i derya manzaralı balkona çıktılar. Uğur hızlı bir şekilde sigarayı sardı. Yakıp derin bir nefes aldı ve Yiğit e uzattı. Yiğit’te bütün geceyi solur gibi çekti içine. Sonra ikisi de sırtını yaslayıp ay ışığının denizde yaptığı ışıklı yola baktılar. Yiğit;
- Ne güzel değil mi?
+ Simsiyah gece de kabak gibi parlayan bir ay. Sonra yıldızlar… İnsan başka ne isteyebilir ki . Senin yerinde olsam hiç çıkmazdım buradan.
Yiğit gülerek;
- Olmuyor işte öyle. Burası öyle ütopik bir şey gibi kalıyor insanın hayatında. Senin de olsa, burada yaşam bir lüks.
Uğur sigaradan derin bir nefes daha alıp;
+ Binlerce yıldız bir lüks haklısın.
Sonra düşündü;
+ Ama bodrum katta yaşayana bir tane bile lüks…
+ Yani aslına bakarsan sen bile burada yaşayamıyorsan, hiçbir şey senin olmuyor gibi…
- Öyle galiba Uğur…
Ay ışığının aydınlattığı yola bakarken ikisinin de gözleri adım adım kayıyordu. Uğur;
+ Temiz havayla da fena çarptı değil mi?
- Öyle.. Sigaralık iyiymiş..
+ Yıllar önce bu ada nasıldı acaba? Bir düşünsene eski zamanları. Ferit karış karış biliyordur adayı.
- Ne ilginç bir adamdı dimi?
+ İlginçti valla.
- Senin ailen ne iş yapıyor Uğur? Hiç bahsetmedin.
Uğur dönen sigaradan bir nefes alıp kül tablasına bıraktı.
+ Babamı da annemi de hiç görmedim ben. Annesi veya babasını bilenlerin anlayabileceği bir durum değil bu. Bilmeyince, insanın kafasında böyle bir şey şekillenmez. İnsan karşısındakini kendi gibi görmeye meyillidir her zaman. O’da bu devreleri benim gibi geçirmiştir der içinden. Halbuki ben de öyle değil. Teyzem sahiplenmiş bizi, ablamla onun yanında büyüdük. Kendi çocuğunu biz yattıktan sonra doyuran bir kadındı teyzem. Küçüklükten hatırladığım ranzada uyurduk ablamla. O üstte yatardı ben altta. Şuan düşününce ne garip, o an bilirdim ki hayatta tutunacak tek dalım ablamdır. Sen birileriyle bir şeyi paylaşmışsındır, ama o duyguları başkasıyla da paylaşmışsındır. Ben annesiz ve babasızlığı sadece bir insanla paylaştım. O yüzden benden iyi olmasını istediğim tek insan O’dur. Ve o her ne kadar büyürse büyüsün hala gözümde siyah ilkokul önlüğüyle, saçlarını arkadan bağlamış, bembeyaz teni ve zeytin karası gözleriyle hatıralarımdadır. Zorluklardan dolayı ablam okumaya asıldı her sene okul birincisi, orta, lise. Ben de tık yok. Ben çözemedim bir türlü sıraların sırrını. Küçücük kutucukların içine hedeflerimi sığdıramadım. Liseden sonra önce taksimde bir motorcunun yanına verdi eniştem. Büyüdükçe hayallerde ciddileşti tabi. Orda ne kadar orospu varsa tanıdım. Sonra başka iş, başka iş, derken arkadaş muhabbetlerinden ot içmeye başladım. Bulmak sorundu, ben de hızlıyım tabi o zamanlar. İki dakikada kaynaştım torbacılarla; iyi iş, sana ne kadar kalıyor derken kim getirir nereye koyar hepsini öğrendim. Bir ara ablam kanıma girdiler üniversite sınavına tekrar girdim. Siktiri boktan bir okul kazandım. Dışardakilere mal taşı, okuldakilere mal taşı derken, daha üst mallar taşımaya başladım. Para da kazanıyorum tabi, rahatım. Sonra dedim ben bu pis işleri bırakıyım, ne işin var elaleme para kazandırıyorsun, kendi malımı satmaya başladım. Yıllar geçti, amaçsızlık, binlerce insan tanımanın tecrübesi, hayatların tam ortasına böyle laap diye dalmak. Sonra hayatı aynı böyle olduğu gibi kabul etmeyi öğrendim. Hem de sürüne sürüne öğrendim. Boş verdim her şeyi. Umursamadım. Her defasından yaşadığım anı gömdüm eğlenceye. Para harcadım kadınlarla beraber oldum partilerde eğlendim. Biraz yalnızlaştırdı bu iş beni. Kendimle çok uzun vakit geçirdim. Derken üniversite öğrencilerine mal verirken bir kız gördüm. Büyülendim. Ben hayatımda ilk defa dedim ki ‘’bu kızı verin bana, bende dünyayı getirip koyayım önünüze’’. Sonra merak ettim ne yapar ne eder, başladım izlemeye. Gizliden hayatımın içine girdiği gibi açıldı da açıldı kanatları. Bütün hayatımı aldı içine. Her gün iş yerine gittim, iş çıkışı kapının önünde güldüğünü üzüldüğünü gördüm. Güldüğünde güldüm, üzüldüğünde bütün gece neden üzüldüğünü düşündüm. Arada bir mal götürdüğümde sesini duydum. Sonra onun için yaşamaya başladım. Sonrasında işte bir sıkıntı çıktı senle karşılaştım ve buradayım.