ZAMAN KAYIPLARI PART II

2735 Kelimeler
“Doğan zaten bırakılır, beni çağırmanız gerekmiyordu?” diye sertçe çıkışırken Şevket Başkomiser afallayarak gözlerini büyüttü. “Ama...” “Ben çocuklarla konuşmak istiyorum mümkün mü?” diye sordu bu sefer. “Mümkün değil. Hiç kimseyle şu anda konuşamazlar?” diye açıkladığı sırada Nefes başını ‘peki’ der gibi sallayıp yerinden kalktı. “Bana yine de haber verirseniz sevinirim.” diyerek karakoldan çıkarken arkasından bir kere bakıp etrafını taradı. Ani bir kararla boş bir banka görünmeyen bir yere geçerken en azından bir süre daha burada bekleyebilirdi. Saatler geçerken birkaç görüşme yapan Nefes bakışlarını merdivenlerden ağır ağır inen Doğan’a çevirirken diğer yolu seçmişti. Nefes'in bekleyeceğini düşünmeyi bırak görmeyi istemez haldeydi artık. Acı içinde yanağını tutmaya devam ederken suratı ekşimişti. Bu halde zor yürürdü. Nefes bu halde bırakamazdı. O yüzden ayaklanıp arabasına doğru ilerlerken kapısını açtığı gibi binip anahtarı çalıştırdı. Hafif sol yaptıktan sonra Doğan’a yaklaşırken yavaşladı. Camını hafif aralayıp seslendi. “Hadi gel, bu halde gidemezsin eve. Bırakayım seni?” dediğinde gözlüğünün arkasından bakıyordu. Doğan sabır dilenip elleri arabanın üstüne yaslayıp gözlerine ifadesizce baktı. Anlamıyordu. Bu kadın ne yapmaya çalışıyordu anlamıyordu. “Sen kimi bekliyordun? Beni mi? Senin derdin ne Nefes, hiçbir şey olmamış gibi mi yapalım ne? Üzgünüm ama ben senin gibi yapamıyorum.” “Bir derdim yok. Sadece evine bırakayım dedim o kadar. İstemesen gideceğim zaten.” kendinden emin konuştukça Doğan’ın bakışları değişiyordu. Ellerini çekip cebine soktu. Yol verir gibi geriye çekilirken önündeki yolu gösterdi. “Yollar sizin Başkanım, ben kabul edecek değilim ve bu arada bir daha karşılaşmamak dileğiyle.” demesiyle Nefes gözlerine baka baka başını sallayıp gaza basıp gitti. Ama kimse bir daha görüşmeme garantisini veremezdi. Yolu geri döndüğü gibi karakola tekrar giriş yaparken sorgudaki çocuklar nezarethaneye götürülmüştü. Nefes, başkomiserin odasına tekrar geçerek olay ile ilgili daha çok bilgi alırken başkomiserin son dediği dikkatini dağıtmıştı. “Çocuklardan biri Müdür yardımcısının oğlu ve kızlardan biri de Milli Eğitim Bakanı’nın kızı.” “Ve bu kişiler yüksek mertebede olduğu için çocukları hiç suç işlememiş gibi geri okula dönüyorlar öyle mi?” bu mertebeleri kötüye kullanmak iyice çoğalmıştı. “Biz gerekeni yapıyoruz ama para ile hallettiklerinden...” “Bana o Müdür yardımcının nerede çalıştığının adresini verin Şevket başkomiserim? Milli Eğitim Bakanı belli ki bu müdür yardımcısını torpille almış mesleğe.” diye öfkeyle soluduğunda başıyla onaylayıp adresi küçük kâğıda yazdı. Devletin arkasına saklanan çok kötü bulunuyordu. Neredeyse her yerde vardı bu durum. “Teşekkür ederim başkomiserim.” diyerek yanında ayrıldığında Şevket başkomiser ciddi bir ifadeyle “Hangi birini durdurmaya gücümüz yeter başkanım? Devletin arkasına saklanan çok kişi var. Hangi birini durdurmaya yetebiliriz ki?” demesi üzerine Nefes sert bakışlar ardında “Ben Devletin ta kendisiyim başkomiserim. Gerekirse herkesi bu ülkeden sürgün ederim! Kötülük bitmeyecek ama azaltılabilir.” dediği gibi arkasına dönüp odadan çıktığında hemen telefonu çıkarıp Banu’ya gerekenleri anlattı. Bir yandan da Doğan eve ulaşıp kurumuş kanlarıyla birlikte temizlenerek duşa girdiğinde yanağındaki ikinci ize elini uzattı. Yine aynı iz zaman farklıydı. Bir süredir o çocuklar çok sorun çıkarıyordu ve bunu ne zaman Müdür’e iletse görmezden gelmişti. Müdür yardımcının yanına kimse yanaşamıyordu bile. Çocuklarının geleceklerini karartan ebeveynler birer suçlu yarattıklarının ne zaman farkına varacaklardı? Her şey güç, para olmamalıydı. Bu Devlet parayla hükmedememeliydi. Duştan çıkıp rahat bir şeyler giydikten sonra kendini koltuğa bıraktı. Başını arkaya attığında gözü önüne hasret çektiği gözler belirdi. Yine karşılaşacaklardı fakat böyle bir an da karşılaşmak hiç iyi olmamıştı. Gözlerinde sakladığı özlem ölmüş gibi bakmıştı gözlerine ama yine onu düşünmesiyle kayışlarının kopması bir olmuştu. Doğan eskisi gibi değildi. Değişmişti. Öfkeli bir adam olmuştu. Bunun yanında herkesi silecek raddeye gelmişti. Bu iki buçuk ayda mesleğine odaklanmak çok zor olmuştu. Her an onu düşünen kalbi bir süre sonra düşünmemek için her şeyi denemişti. O olmamalıydı artık zaten. Kalbinden atsa aklı onu uyarmaz mı sanıyorsun... Telefonu çaldı o sırada. İsteksizce telefona bakarken ekrana Ezgi hocanın adı düştü. Yeşile basıp cevapladığında yerinde doğrulup “Efendim hocam?” diye yanıtladı. O sırada mutfağa doğru yol almıştı. “Siz iyisiniz değil mi? Çocuklar sizi darp ederken çok endişe ettim.” tereddütle konuşurken sesinde barizce endişe akıyordu. “İyiyim hocam. Endişe edecek bir durum yok. Çocuklar da umarım bir daha böyle işlere girişmezler de yaralanmama değer umarım?” “Evet, çocuklar için ben de çok üzüldüm. Kaç defa uyarılmalarına rağmen...” ne diyeceğini bilemez bir şekilde açtığı konudan ilerlerken en çok da onu merak ediyordu. “Müdür yardımcısının oğlu olması ayrı bir durum. Siz de şahittiniz? Kaç defa bu tip olay oldu ama yine de devam ediyor? Bu gidişler çocuklarının geleceği kararacak.” bu duruma gerçekten çok üzülüyordu. Nefes'in bu durumla ilgileneceğini bildiğinden de içi az da olsa rahattı. “Milli Eğitim Bakanı’yla konuşmuştum bunu ama pek işe yaramamış gibi...” ‘Şimdi Nefes olsa bu işi hallederdi.’ “Tanıdığınızdı değil mi?” diye sorarken kendine çay koydu. Saat ona yaklaşıyordu. “Öyle. Neyse sizi daha fazla rahatsız etmeyim? Saat geç olmuş zaten.” “Size iyi geceler o zaman hocam.” diyerek telefonu kapattığında fazla bile konuşmuştu. Çayından yudumlayıp lojmanın bahçesine çıkarken kendini ortada duran hamağa doğru bıraktı. Okulun kapanmasına az kalmasına rağmen öğretmenler için ayrı bir yoğunluk oluyordu. Doğan bugün o kadar yorulmuştu ki omuzlarını serbest bırakarak indirdi. Hamağa sabahleyin bıraktığı kitabı eline alıp bir satır okuduğunda o satırda yazılanlar kalbinde birer yaraydı. Canım yanıyormuş gibi görüneceğim... biraz ölüyormuş gibi görüneceğim. Bu böyle. Gelip bunu görme, buna değmez... Ben seni terk etmeyeceğim. Dedi ve terk etti. Gitmek bazen iyi gelir, ruhu iyileştirir, yarayı sarar ama kime göre? Gitmek sizce de iyi midir? Bunları düşünmeyi uzun bir süredir bırakmıştı. Daha da eskiye dönme niyetinde değildi. Yoluna bakmış ve ilerlemeye çalışan adam geçmişe takılmamalıydı... ANKARA... Patronları kısa süreliğine Bolu’ya seyahat etme rahatlığıyla kendilerini bahçenin en serin bulunan yere atan Serkan’lar koyu bir muhabbete girerken Aytaç bir sigara daha yakmıştı. “Abi, bu seneki maç sezonu hiç iyi işler çıkarmıyor! Polonya’ya karşı yenilgimizi daha atlatamadım zaten!” diye isyanda bulunup yüzünü ekşitti. Serkan dövecek gibi kaşlarını çatarak Aslan’a baktı. Konu dönüp dolaşıp yine aynı yere gelip duruyordu. “Daha demin İngiltere’ye de aynını söyledin ya! Anladık yenildik oğlum ne diye hatırlatıp yaramızı deşiyorsun ki? Alacağım ayağımın altına o olacak!” diye bağırınca Aslan alınmış gibi yaparak arkasına yaslandığında ters bir şekilde söylendi. “Serkan kardeşim senin çenen hiç bu kadar açık değildi? Hayırdır, kim senin çeneni bu kadar açtıran?” alttan alttan imasını yaparken de gözlerini alayla kıstı. Aytaç da merak ediyordu sebebini. Az çok tahmini vardı. Hatta şu sıralar yüzünün daha çok gülümsetenin kim olduğunu tahmin ediyordu. Bu aralar mutluluğa dem vurulmuyordu. Aman vurulmasın da zaten. “Evet ya Serkan Bey, siz bu kadar uzun konuşmazdınız hiç?” diye sordu Aytaç. Serkan gözlerini kısıp ikisini de ters ters bakınırken bir sigara yakmıştı. Normalde de az konuştuğundan bu durumu aleyhine çevirmek isteseler de ellerine koza dair bir şey vermezdi. Ki, koz verecek bir durum olduğunu düşünmüyordu. Gözlerinin üzerinde olduğunu biliyordu. Hiç umursamayarak sigarasına odaklanırken “Sustuğuna göre var biri?” dedi Aslan göz kırparcasına. Serkan üstten bir bakış atıp “Kes gevezeliği!” diye çıkışsa da durmadı. “Arsuran mı yoksa?” hevesle adını andığında ışık hızıyla Aslan’a yan dönüp öfkeyle soludu. Adını duyunca bile kalbi hızlanıyordu. “Sana sus dedim değil mi? Sus ne demek?” “Bir şey mi oldu aranızda lan? Adını duyduğun an patlayacak volkan misali oldun?” Aslan uslanmayarak Serkan’a şüpheyle baktı. Serkan ‘Volkan’ ismini duyduğu an kırmızı görmüş boğa gibi ayağa kalkarken adına bile duyduğu an sinirleri zıplıyordu. “Aslan çok boşboğazsın yemin ediyorum! İki keyifleneyim dedim içine ettin! Ben gidiyorum!” diyerek ayaklandığında Aytaç durdurmaya çalıştı. “Serkan Bey, iki muhabbet ediyorduk şurada? Yapmayın?” “Ben ne yaptım lan? Sen kendi kendine güvey oldun?” ters bir şekilde çıkışıp daha sonra akıllanmayarak kocaman sırıtıp arkasına yaslandı. “Oğlum yoksa aşık mı oldun lan? Lan tamam sustum, kapadım çenemi. Gel, nazlanma hemen otur şuraya?” eliyle yan sandalyeyi işaret edip iki kere üstüne vurdu. Hala dik dik bakarak ayakta dikildiğini fark edince eliyle gelmesini işaret etti bu sefer. “Lan tamam tamam ima da yapmayacağım?” Serkan el mecbur tekrar yerine geçince sodasından bir yudum aldı. “Sahi aranızda hiç mi bir şey olmadı? Öpüşme de mi?” “Aslan ağzına s*çmadan sus!”” “Nefes iki çıktı başımıza! Tamam bey, demiyorum ben bir şey! Kuduracaksan da öfkeni bize salma ama?” durmuyordu. Duracağını söylese de iki dakika durmuyordu. “Seni de göreceğiz lan! Seni de bir kadının kapısında sabahlarken bulunca görüşelim tekrar!” Aytaç şaşkınlıkla gözlerini büyütürken Aslan bir güçle sandalyeden kalktığı gibi dehşetle yüzüne baktı. “Sen Arsuran’ın evinin önünde sabahladın mı? Ne ara lan?” Serkan son anda ne dediğini idrak edince dudakları şaşkınlıktan aralanmıştı. Az önce itiraf ettiği şeyle kaskatı kesilirken sertçe yutkunup önüne döndü. “Yok öyle bir şey!” diye geçiştirse de bakışlarını kaçırıp durmasından her şey anlaşılıyordu. “Serkan Bey, gözleriniz öyle demiyor ama?” ima yaparak göz kırpmasıyla ensesine bir tokat yedi Aytaç. Acıyla inlerken yüzünü buruşturarak ensesini ovaladı. “Çeke çeke bu puşta mı çektiniz lan hepiniz? Benim tepemin tasını attırmayın!” bir bacağını sağ dizinin üstüne koyarak yanlayınca üstüne elini koydu. Diğer boşta kalan elini ise sertçe boynuna götürüp ovalarken öfkeli bakışlarından bir şey eksilmiyordu. “Ne varmış bende? Mis gibi adamım, bana çekmeyecekler de kime çekecekler.” dediği an arkasından kalın çıkan bir ses duydu. “Bana?” Alper'in sesini duyduğu an hızla arkasına dönerken önünde dikildi. Tek kaşını havaya kaldırarak üstten abisine alayla bakarken hemen yanında ise Arasta bitti. “Selam?” diyerek sıcak bir gülümsemeden uzak bir gülüş dudaklarına bahşederken Aslan, Arasta’nın neşeden uzak selamına anlamayarak “Selam yengecim? Daha da kalırsınız diye düşünmüştüm?” diye sormasıyla Alper cevap verdi yerine. “Karargâha dönmem gerekiyordu, Sonay komutan yeni görev verecekmiş?” yüz ifadesinde bir tuhaflık sezdi. Sesi de iyi gelmiyordu. Aslan kuşkuyla ikisine bakarken aralarında kötü bir şey olduğunu anlamıştı. “Benim bundan niye haberim yok peki?” tek kaşını sorarcasına kaldırırken Alper’in hal ve hareketleri bir değişkendi. Alper, abisinin sorusunu duymazlıktan geldiği sırada Serkan araya girerek Alper’e sıkıca sarıldı. “Hoş geldin kardeşim?” “Ben izninizi isteyim?” diyerek yanlarından ayrılan Aytaç’la, Alper homurdanarak çıkıştı. “Nereye lan!” demeye kalmadan Aytaç çoktan yanlarından ayrılmıştı ve uzatmayarak abisine döndüğünde hala kendisine cevap ver gibi baktığını görünce isteksiz bir edayla açıklayıp Serkan’dan ayrıldı. “Ben ne bileyim? Git sorabilsen kendi sor Allah Allah!” Arasta girme ihtiyacı duyarak ikisinin yanına daha da yakınlaşırken düz bir sesle konuşup etrafına bakındı. “Alper doğru söylüyor? Görev gelmiş o yüzden erken döndük.” Oysaki öyle bir şey yoktu. Aslan’ın gidip de karargâhı aramayacağını bildiğinden böyle bir yalan söylemişti. “Neyse Nefes nerede?” Arasta’nın hala kendisinden uzak durduğunu hissederek bundan son derece rahatsız duyup kolları arasına aldı. Saçlarının ucuna öpücük kondurduğunda, Arasta kolları arasında bedeni kaskatı olsa da geriye çekilmedi ama kocasına da sarılmadı. “Bolu’ya geçtiler... de sen iyi misin Arasta?” Serkan da kuşkuyla dolmuştu. Gözlerini kısarak sorduğunda Arasta yine sıcak gülümsemeden uzak bir gülüş bahşetti. “Neden iyi olmayayım ki? Harika bir tatil geçirdim... yani geçirdik.” dediğinde bakışları kısa bir an kocasına buldu. Ardından bakışlarını kaçırıp bir elini saçlarının altından geçirince “Ben bir yukarıya çıkayım? Üstüm başım koktu zaten arabada.” diyerek kocasından ayrılarak hızlı hızlı eve girdi. Alper arkasından bakıp önüne döndüğünde boş bir yere geçerek abisinden sigara istedi. “Abi bir sigara verir misin?” “Alper ne bu surat ne oldu size?” şüpheyle gözleri kısıldığında ters bir şekilde Alper’e döndü. “Bir şey yok abi? Yorgunuz ikimizde.” ruhen de öyleydiler. “Başka bir şey var gibi?” diye sordu Serkan kuşkuyla. “Yorgunuz yorgun! Bir şey yok! Abi sen de sigara vereceksen ver artık!” sabırsızca elini uzattığında kaşlarını çattı. Nefes almakta zorlanıyordu. Sertçe yutkunurken Aslan yalan söyleyerek “Yok.” dedi. Alper bakışlarını her tarafa dağılan sigara izmaritine baktı. Derin bir iç çektiğinde “Burası izmarit dolu.” dedi inanmayarak. “Çünkü içtik ve bitti abiciğim?” ters bir bakış atan abisiyle yerinden kalkıp “Tamam.” dedi sadece. Ardından bir şey demeden yanlarından ayrılıp eve geçtiğinde yukarıya doğru ağır ağır ilerledi. Arasta’nın hemen yan odada olduğunu görerek yanına ilerleyip kapıyı örttü. Karısının boynunu öperek arkasından sarıldığında “Yorgun musun, duş aldın mı?” diye düşünceli bir edayla sorduğunda Arasta ondan uzaklaşarak elindeki pijamayı üzerine geçirdi. Kocasına bakmadan üstünü de giydiğinde “Duş alacak kadar mecalim yok Alper. Yatıp dinleneceğim direkt.” derken çoktan yanına ulaşıp bakışlarını bakışlarına çevirdi Alper. Üzgünce bakarken “İstersen evimize gidelim. Daha rahat edersin?” diye sorduğunda Arasta derin bir nefes bırakarak ellerinden ayrıldı. Yatağa geçip pikeyi de üstüne çekerken bir şey demedi. Diyecek mecalde bile değildi şu an. Yatağın diğer tarafı çökünce yanına uzandığını anladı. Tepki vermeden gözlerini kapatırken saçlarıyla oynadığını boynundaki sıcak nefesinden hissetti. Öyle hissettirmeden saçlarına dokumuştu ki tek bir teline kıyamayacak gibiydi. “Nasıl istersen karıcığım. Sen neredeysen ben orada olurum.” deyip karnından tutup kendine doğru yasladı. Ellerini önünde birleştirirken Arasta gözlerini açarak karşısındaki aynaya baktı. Alper'in başı boynundaydı. Gözlerini tekrardan yumunca sessiz fısıltısı kulaklarına doldu. “Özür dilerim karıcığım.” Keşke her şey bir özür dilemeyle düzelseydi de yaralar kabuk bağlanmasaydı. Keşke tek bir özür dilemeyle kırılan kalp yerinden eski haline dönseydi... ama olmuyordu işte. Kalp kırıldı mı eskisi gibi olmuyordu. Nereden görülmüş ki hem, bir bardak kırıldığında eskiye döndüğü... “Uyuyacak mısın artık? Yoksa ben başka bir odada mı uyuyayım!” sesi soğuk ve sertti. “Arasta?” dedi üzgünce iç çekerek bedenini kendine doğru çevirirken. Yüzünü elleri arasına aldığında ona bakmayan bakışlarla bir kaldı. “Yapma!” “Ben bir şey yapmıyorum Alper! Şansını daha fazla zorlama. Yoksa yataktan da olursun! Dua et de yanımda yatırıyorum seni!” “Ama küsüz?” “Küs değiliz.” diyerek arkasına dönerek ellerini başının altına koydu. Küs olsalardı kavga ederlerdi. Adıyla çok seslenmezdi. Küs olsalar bu kadar kırgın hissetmezdi... “Karıcığım, her şeyim, ömrüm, Pelin’im, canımın kıymetlisi...” omzuna bir öpücük kondurdu. Canı çok yanıyordu. Karısının bu denli soğuk durması kalbini öldürüyordu. “Sesini duymak istemiyorum! Sus artık sus!” dudakları titredi. Ağladı ağlayacaktı neredeyse. “Kalbim ağrıyor...” “İnan benim de çok ağrıyor Alper. Daha fazla ağrıtmamak için lütfen sus.” sesi titrediğinde gözünden bir yaş akmıştı. Alper tekrar karısına sarılarak kokusunu içine çektiğinde gözlerini yorgunluk ve acıyla yumdu. 19 Şubat 2000 Azerbaycan Savaşı “Mənim əlimi buraxma, Arasta! Mənim gözəl qızım, qorxma, tamam mı?” (Elimi bırakma sakın Arasta! Güzel kızım, korkma tamam mı?) babasının sözlerini duyamayacak kadar korku içindeydi Arasta. Adımları o kadar küçüktü ki babasının adımlarına zar zor yetişiyordu. Küçük kız, babasının elini sımsıkı tutarken arkasında ablasıyla koşturan annesine yaşlı gözlerle baktı. Sokaklarda kurşun sesleri, ateş dumanları, cesetler, bağırışlar eksik olmuyordu. Azerbaycan’da gerçekleşen savaşların haddi hesabı yoktu. Genç adam, küçük kızını korumak adına böyle ilerleyemeyeceğini anlayarak belinden tuttuğu gibi kucağına aldı. Kabanın önünü aralayıp arasına kızının bedenini saklamaya çalışırken hemen yanı başında bir bomba düşmüştü. Arasta büyük bir çığlık atarak ağlamaya devam ederken arkalarında bıraktıkları bomba yüksek bir sesle patlamıştı. “Ata, mən çox qorxuram!" (Baba, çok korkuyorum!) “Biz xilas olacağıq, ana, xilas olacağıq.” (Kurtulacağız annem, kurtulacağız.) Annesine o kadar inanmak istiyordu ki; ama ne yazık ki havada sıkılan kurşunlar inanmasını zedeleniyordu. Savaş dolu bir ülkede doğmuştu Arasta. Doğduğunda bile bir savaş içindeydi. Gülnar hanım ve Falih Bey, çocuklarını savaştan uzaklaşmak için her şeyi yapsa da yetmiyordu. Ülkeden çıkış yapmak istese de o kadar imkânı yoktu. “Bacı, başını çölə çıxarma, yaxşı? Ətrafa baxma, sonra nə istəsən, sənə alaram." (Ablacım sen başını dışarıya çıkarma tamam mı? Etrafa bakma, sana ne istersen alırım sonra.) Ablanın güven dolu sözleriyle boncuk gözleri parlar gibi oldu. “Çox istədiyim o qırmızı dırnaq boyasını ala bilərikmi? Zəhmət olmasa, alaq, bacı.” (O çok istediğim kırmızı ojeyi de alır mıyız? Ne olur alalım abla.) Ablası buruk bir acıyla tebessüm ederken karnına yediği kurşunla kimseye belli etmemeye çalıştı. Özellikle kardeşi korku içindeyken bir korkuya daha neden olamazdı. Çaktırmadan sağ eli ceketinin sol iç kısmını bulurken nefes almakta zorluk çekmişti. “Al..ırız, gül qoxuyuram.” (Alırız, gül kokulum.) bir patlama daha gerçekleşti ve geçtikleri sokak alev aldı. Dumanlar havayla buluştuğunda arkadan çığlıklar yükseldi ve Gülnar Hanım kendini yerde bulduğu gibi Falih Bey adımlarını hızla keserek otuz beş yıllık karısına döndü. Arasta başını göğsünden ayıramıyordu bile. Ağlayışları durmak bilmiyordu. Falih bey hemen eşinin yanına çökünce, Esmira ise annesine feryat figan bir şekilde inlemişti. Oracıkta ölen Gülnar hanımla, Esmira ve Falih Bey de anında Gülnar hanımın hemen yanına düşünce küçük kız korkuyla babasının kabanın içinde ağlamaya devam etti. Etrafı bir anda büyük gölgelerle kapladığında ağlamaktan şişen gözlerini yukarıya kaldırdığında gölgelerden biri çoktan kızı kucağına almıştı. “Balaca qızı götür!” (Küçük kızı alın!)
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE