ZAMAN KAYIPLARI PART I
35. BÖLÜM: ZAMAN KAYIPLARI
~Ben onu anlıyordum. Yanlış yaptığında bile anlıyordum. Onu sevdiğim için anlayacak bir sebep buluyordum. O da öyle yapar sanmıştım...~
KÜÇÜK PRENS
İnsan hata yaptıkça olgunlaşırmış. Peki ya bu hatalar seni çıkmaza sürüklerse ve bazı şeylerden mahrum bırakırsa o zaman da bu hata olur muydu?
Zaman kayıpları; en çok da aşkları bulmaz mıydı zaten? Doğru insanı buldum diye sevinirken aslında sana yanlış zamanda gelir ve kalbine konardı. Bazense yanlış zamanda doğru insanı bulmaya çalışır ve zamanda kaybolurdu.
Bir güneş doğdu; hiç batmamak üzere. Bir ışık parladı; hiç sönmezcesine. Bir sevgi oluştu kör kalpte; hiç bitmeyecek sonsuzlukmuş gibi... Mahkumlar özgürleşti; dört duvar zindandan kurtulduğu an. Bir güven inşa edildi zehirlenen yüreklere... bir aşk bulaştı bakışlara, bir sevgi kondu göz göze geldiklerinde. Kalp kalbi anladı; göz gözü gördü. Kalbindeki çığlıklara kulak verdi ve kucak açtı büsbütün, sıcacık kokan kolları arasına...
2,5 Ay Sonra...
BOLU
Bolu’ya ziyaretine gelen Uygar, öğretmen odasında Doğan’la baş başa kalırken yardımcı personel iki kahve önlerine bahşetmişti. Doğan yarım ağız teşekkür ettikten sonra öğretmenler odasında çıkarken ders saatinin bir ders boşluğuna denk gelmişti.
“Sizi, artık randevu alarak görüşüyoruz Doğan Bey? Çok arananlardasınız maşallah!” derken hem imayla hem de eğlenir bir tavırla söyledi. Göz kırpmayı ihmal etmezken Doğan mahcup bir edayla gülümseyip daha sonra itirazda bulundu.
“Aman abi sen de hemen fırsatını buldun vur yüzüme yüzüme!”
“Öyle değil mi koçum? Aramıyorsun etmiyorsun, sonra da seni dövesim geliyor! Nankörlük etme!” dediğinde son söylediğini kınar gibi söyledi.
“Sen de çareyi buraya gelmekle buldun abi?” diyen Doğan ters bir bakışla homurdandı. Uygar’ın, iki buçuk ay sonradan karşısına çıkması beklediği bir şey değildi. Doğan, Bolu’ya geldiğinde ilk başta kabullenememişti hiçbir şeyi. Kalbi hala naif ve kırgındı. Fakat Daha sonradan agresifleşmiş, herkesi hayatından çıkarmak için çaba göstermişti.
Biliyordu ki, yine onu kalbinden atamazdı. Sökemezdi ona duyduğu sevgiyi. Zaten bu zamana kadar kim atabilmişti ki Doğan atabilsin…
Uygar, Doğan’ın umursamaz haline karşı alayla dudak kıvırırken sinir bir ifadeyle “Yok, buralarda geçiyordum bir uğrayım dedim, gücenmesin bizim koçumuz.” dedi. Hemen ardından sandalyesinde öne doğru uzanıp sert bir bakış attı. Elleri havaya rastgele sallanırken dövmek ister gibi konuştu.
“Numaranı değiştirmişsin! Seni bulacağım diye göbeğim çatladı burada!” diye bağırdığında Doğan, Uygar’a nazaran sakinlikle kahvesinden yudumladı. Şu iki buçuk ayda pek çok şey değişmemesine rağmen kendinde bir değişikler oluşmuştu.
Kahvesini içtikten sonra masaya bırakıp sorusunu duymazlıktan gelerek arkasına rahat bir edayla yaslandı. “Ee, nasıl buldun beni, abi?”
“Ebenin Doğan ebenin!” diye çıkışırken ya sabır çekti.
“Çok ayıp abi.” Diye yalandan kınarcasına ikazda bulundu. “Eben meben falan.” bıyık altından kıkırdarken Uygar’ın siniriyle oynadığının farkında değildi sanki.
“Sinirlenmeyeceğim tamam. Zaten Sarıkamış kardeşlerden çekmediğim kalmadı bir de bir geliniyle uğraşıyorum. Bir de sen başlama!” kendini temkin ederek gözlerini kapattı. Ardından gözlerini açıp derin bir nefes bıraktı.
“Çocuklarla anlaşabildin mi?” diye sordu koyu muhabbete yol açarken.
Doğan'ın yüzünde koca bir gülümseme oluştu. Gözleri parlarken “Hepsi çok uslular. Çarçabuk anlaştık. Bana çok güzel bir sınıf denk geldi.” dediğinde hevesle anlatmaya devam etti, Uygar ise dinlemeye devam etti.
Bu kırk dakikada ne konuşabilirse onları konuştular. Doğan bu iki buçuk ayda kendini toparlamıştı. İyi gelmişti bu kısa süreli ayrılık.
“Teneffüs zili çaldı. Ben artık kalkayım?” yerinde doğrulacakken Doğan kalkmasına müsaade etmeyip oturmasını istedi.
“Bu gece misafirim olmadan nereye?” kendini suçlu hissediyordu, onlardan da uzaklaştığı için. Kendini mahcup hissettiğinde nasıl telafi edeceğini de bilmiyordu ama olması gereken de buydu. Uzaklaşmak…
“Uçağım var abim. Hem Ambra sağ olsun zırt pırt arayıp durmaya başladı. Neymiş özlemişmiş!” diye şikâyet eder gibi söylese de hoşuna gitmiyor değildi.
Ambra’yla olduklarını duyunca kısa bir şaşkınlık geçirince dudakları hafif aralanmıştı. Onların adına sevinmişti. “İpleri yengenin eline vermişiz bakıyorum?” Doğan'ın dudakları alayla iki yana doğru kıvrıldı.
“Dalga geçilmez abiyle! Taş olursun taş!” diye homurdandı burun kıvırırken.
“Aşk sana yaramış, bir toparlanmışsın, gözlerinin içi gülüyor.” dedi onun adına sevinirken.
Ambra'ya hazırladığı sürprizden sonra her şey o anda gelişmişti.
“Sana da bu ayrılık yaradı sanırım? Bizi unuttuğuna göre?” lafını da esirgemiyordu Uygar. Tek kaşını havaya kaldırıp imayla gözlerini kıstı.
Doğan bıkkınca göz devirip “Abi!” dediğinde kapı gürültüyle açıldı ve içeriye birkaç öğretmen girdi.
“Tamam tamam bir şey demedik!”
“Doğan hocam keyif sizin maşallah. Kahve de yanına iyi gider gerçekten.” diyerek yan sandalyeye oturan kadın öğretmenle Doğan tebessüm etmekle kaldı.
“Üç ders üst üste girmek hiç iyi gelmiyor bana! Ders programım bugün çok dolu.” dedi bir diğer öğretmen isyan edercesine.
“Çocukların o coşkulu sesleri insana enerji vermiyor değil.” dedi Doğan huzurlu bir iç çekişle.
“Sizin tuzunuz kuru Doğan hocam. Uslu sınıf size düştü.” dedi bir diğer erkek öğretmen. Ardından bakışları Doğan’ın misafirini buldu. Merak dolu bakmaya devam ederken Doğan hemen araya girdi.
“Tanıştırayım hocam sizi? Uygar abim olur kendisi. Ankara'dan buraya uğrayası varmış geçerken bir ziyaretime gelmek istemiş?” sözlerin altında yatan imayı anlamamak mümkün değildi.
Uygar ayağa kalkarak Doğan’a kısa bir bakış atıp elini Ahmet hocaya uzattı. Ahmet hoca da ayaklanıp elini uzatırken “Ahmet.” diye kendini takdim etti.
“Bir abin olduğunu bilmiyorduk?” dedi Nazan Hanım. Kendi hakkında bir şey anlattığı yoktu zaten.
“Kırıldım.” dedi Uygar gerçekten kırıldığını göstermeden yalandan gücenir gibi. Yerine otururken Doğan zorlukla gülümsedi.
“Kendi hakkımda bir şey anlatmadığımı biliyorsun?”
“Ya ya...” yarım ağız mırıldandı, inanmayarak.
“Ne işle meşguldünüz?” diye sordu Ahmet Hoca.
“Yüzbaşıyım Ahmet Bey.” bir gerilmedi değildi. Ahmet hoca hafif bir şaşkınlık geçirip öksürdü.
“Ne güzel. Ben hep hayran olmuşumdur askerlere.” dedi Nazan Hanım hayranlıkla. Öne düşen saçlarını arkaya atarken Doğan dudaklarını aralayıp derin bir nefes çekti.
“Abi benim bir dersim kaldı. Onu da gireyim ben. Sen bekle birlikte çıkarız.” birazdan ders zili çalardı.
“Eve döneceğim Doğan. Ambra ile işimiz vardı zaten.” bu sefer gerçekten gitmek için doğrulurken Doğan yine itiraz etti.
“Hemen gitmeseydin?”
“Sen gel koçum? Senin evin orası zaten?” kızgınlıkla söylendi.
“Gelmeyeceğimi söylemiştim?” dedi üstü kapalı. Yine onun gözlerini görmeye dayanamazdı. Kanardı yine. Severdi yine naifçe…
“İyi madem. Ben gideyim?” dedi yenilmişliğin verdiği kayıpla.
“Peki.” dedi isteksizce kabullenirken. “Geçireyim seni.” deyip odadan çıktı ikisi de.
“Görüşürüz Doğan.” deyip sıkıca sarıldıktan sonra ayrıldı. Kalpten istiyordu Ankara’ya geri dönmesini ama Doğan gelmemek için kimseyle bile konuşmuyordu doğru düzgün.
“Kızgın mısınız?” diye çekinerek söylerken arkasından birçok öğrenci çarparak önünden geçiyordu.
“Arasta eniştesini kaybetti diye kızgın. Biz erkekler ise aramamayı çok gördüğün için öfkeliyiz. Aden sana küstü, yok ya, biz sana hiç kızgın değilmişiz.” diye ters ters konuşunca bilerek Nefes’i anmadı. Daha da meraklanmasını istiyordu. Ki, gözlerinde geçen o kısa merakla istediğini elde etmişti.
“Hayat devam ediyor abi. İstediğimiz zamanda durmaz ki?” durmazdı ama yaşayamazdı da.
“Hayat devam ediyor muşmuş! Biz bilmiyoruz sanki devam ettiğini? Hayat devam ediyor diye vazgeçmek, unutmak o kadar kolay olmuyor beyefendi. Sen bizi hayatından silsen de unutamazsın. Görüşmediğinde, aramadığında vazgeçmiş olmuyorsun Doğan! Sana ‘kırıldım’ derken ciddiydim. Hepimiz sana kırıldık. Bunu da bil ve unutma. Hadi sağlıcakla kal.” diyerek okulu terk ettiğinde sesine kırgınlık yayılmıştı.
Doğan arkasından gidişini izleyip ellerini ceplerine sokarken onlar kadar kendisi de kırgındı. İnsanı suçlamak kolaydır; kendi gözünden bakan kimse objektif düşünemezdi. O kadar çabalamıştı ki hayatına bakmayı, adapte olmak güç gerektirmişti.
Severken gitmek mi daha zordu ya da kalırken gidişini izlemek mi?
Gitmek daha zordu. Kendi hayatına dönmek kadar zor bir şey yoktu da. Kalbinin sevdiğinde kalması ne kadar acı vericiydi bilir misiniz? Dönüp de kalbini alamamak daha şiddetli acıya neden olurdu.
Kendini silkeleyip koridorda koşturan öğrencilere sınıfa gitmelerini söyledi. “Hadi zil çaldı. Herkes sınıflarına!”
***
“Şerefsiz puşt herif! Ben bunu dövmedim diye böyle oluyor değil mi? Bir temiz sopa çekeydim ah ah!”
“Sakin olsa da ya yakışıklı. Bu kadar sinir bünyene zarar.” dedi Ambra, sevgilisini sakinleştirmeye çalışırken. Uygar kırılmıştı, alay ederken aslında doğruyu söylüyordu. Aradan iki buçuk ay geçmişti ve hiç kimseyi ne aramıştı ne de görmek istemişti.
“Sakin falan olamam ben! Öfkeliyim, yaklaşma bana!” inadına daha da yanaştı. Elleri omzunu bulurken ağır ağır yanağını öptü. Gözlerinin içine muzipçe bakarken Uygar’ın nefes alışverişleri hızlandı. Sertçe yutkunurken etkisinden çabuk yırtmıştı.
“Beni yumuşatmaya kalkma Ambra!” diye uyardığında omuz silkti.
“Aman iyi be! Ama bu konuyu çok abartmıyor musunuz?” diye sorduğunda Doğan’ın üstüne çok gittiklerini fark etmesiyle iki taraftan da objektif bakmaya çalıştı.
“Abartmıyorum! Çok değişmiş, o eski Doğan yok olmuş sanki?”
Ambra daha görmediğinden net bir şey de diyemiyordu. Dudağını ısırdığı zaman “Peki bu normal değil mi?” diyerek diğer görüşünü belirtti. “Sonuçta kırıldı, üzüldü, paramparça oldu...”
“Kırıldı diye de bizden vazgeçmesi doğru mu?” sesi kırık çıktı. Omuzları düştüğünde tek şey istiyordu. O da iyiliğini...
“Onun da yöntemi bu demek ki? Evet doğru bir karar değil ama demek ki kendine göre doğru buluyor.” dedi düşünceli bir şekilde ve sevdiği adamın yüzünü avuçlarının arasına aldı. Alnını alnına yaslandığında hala sevdiği adamla olduğuna inanamıyordu.
“Çok kırıldım Ambra’m... kardeşim diye bağrıma bastığım adam bizden vazgeçti diye kırıldım. Yanına gittiğimde doğru düzgün sevinmedi bile. Evine davet etti ama o da vicdan azabından. Hala bana abim diyor ama o samimiyeti alamıyorum. Aden... kızım çok üzüldü. En çok da kızım üzüldü ve bunun için bile yüzüne bir yumruk atmam gerekliydi.” kızgınlığı ve kırgınlığı gözlerinde toplandı. Derin bir iç çekerken Ambra’yı göğsüne yasladı. Çenesini başının ucuna yaslarken kokusunu içine çekti.
“Arasta’yla bu işi halledebiliriz? Sonuçta bir tecrübemiz oldu.” derken munzurca gülümsüyordu. Ellerini dudaklarına götürürken seslice kıkırdadı. Daha sonra kaşlarını çatarak “Kimse benim sevdiğim adamı üzemez! Alırım ayağımın altına!” diye bağırdığında ağır laflar etmeye devam edecekken Uygar hemen susturup başını göğsüne daha çok bastırdı.
“Ağzın bozuktu senin değil mi? Sen uslu duracaksın anlaşıldı mı? Bir vukuat daha kaldıramam!” diye tembihledi.
“Ama...”
“Aması yok! Arasta balayında, ararsan hemen gelir o! Eğer aradığını duyarsam bozuşuruz!” diye uyarmayı da ihmal etmedi. Huyunu biliyordu sonuçta.
“Sonra deme ‘Senin engin tecrübelerine ihtiyacım var.’ diye!” diyerek ondan ayrıldı. Saçlarını savurarak yanından ayrılırken Uygar’ın yüzünde geniş bir tebessüm oluştu.
“Ambra!” diye seslendi uzaktan.
Ambra öfkeyle arkasına dönerken “Ne var!” diye çıkıştı.
“Saçlarını bir daha savursana?”
Sinir krizi geçirip kafasını yarsa mıydı acaba? Sonuçta kendinde olmayacaktı, hatırlamazdı.
Öfkeyle bakmayı kesip arkasına ve yürümeye devam etti. Uygar ise kendini koltuğa bırakırken ellerini dizlerinin üstüne bırakıp çene altına ellerini götürdü. Birkaç günlüğüne Bolu’ya gelmişlerdi ve Uygar, Doğan’ın telefon numarasını değiştirdiğini duyunca sinirlenmişti.
“Kahve?” önünde tutulan kahveyle bakışlarını Nefes’e çevirdi. Başıyla onaylayıp elinden kahveyi alırken Nefes de yanına oturdu.
“Senin kızdıracak ne yaptı bu kadar?” diye sordu ifadesizce. Doğan'ın yanına gittiğini biliyordu ve bu pek iyi sonuç olmadığını sinirden titremesinden anlamıştı.
“Yanına gidip hesap sormazsam beni içeriye alacağı yoktu!”
“Sadece hesap sormak için mi gittin? Eminim muhabbet de etmişsinizdir?” dedi bu kadar olduğuna inanmayarak.
“Ettim ettim de o kadar da soğuk havada aldım. Herif dayaklık olmuş, dayak istemiş canı!” diye sertçe çıkışırken Nefes göz devirmekle kaldı.
“Hiç mi merak etmiyorsun?” diye merak edercesine sorarken Nefes umursamaz bir tavır sergiledi.
“Neden merak edeyim? İşinde gücünde sonuçta.”
“Nefes, canımın içi? Farkında mısın bu iki buçuk ayda kendini sınavlara verdin eyvallah ama hiç mi aklına nasıl olduğu, iyi mi diye düşmüyor?” hayret ediyordu.
“Niye düşecekmiş ki, ikimiz için bu en hayırlısı. Kafam yorgun değil, sık sık düşünmüyorum da. Herkes kendi hayatına bakıyor ne güzel.” içindeki fırtınaları dindirmek için neler çekmişti bir bilseydi...
“Gerçekten herkes hayatına bakıyor! Bak bu doğru işte!”
“Uygar, sen de ayrı bir sinir var sanki? Ne oldu Ambra’yla mı tartıştınız?”
“Ağzından yer alsın! Geçen sefer ki tartışmada canıma okuyordu neredeyse.” dedi nazar değmesin der gibi.
“İyi oldunuz ama. Yakıştınız.” dedi gülümseyerek.
“Nazar değmesin desene Nefes!” içerden bağıran Ambra’yla, Uygar imayla Ambra’nın olduğu yeri gösterdi.
“Nazar değmesin size, oldu mu kardeşim!”
“Oldu oldu!” dediğinde ikisi de kahkaha attı. Ardından Uygar, Nefes’in konuyu değiştirdiğini anladığında hemen kaşlarını çattı.
“Konuyu değiştirme!”
“Aynı gündemi konuşmaktan bıkmadın mı?” usanmıştı artık.
“Yeni gündemiz varsa buyur söyle canımın içi?” diyerek sertçe çıkıştı. Elini de öne uzattı.
“Göksel buraya geliyor?” dedi hiç uzatmadan. Tepkisini ölçmek için sessizleşirken Uygar’ın yüz kasları gerildi. Elleri yumruk olurken kahveyi hemen yere bıraktı. Kaşları öfkeyle çatılırken “Ne için?” dedi sadece.
“Aden’i görecek.”
“Siz bu kadar sıkı fıkı ne ara oldunuz? Ya da benim mi haberim olmadı? Gelemez efendim! Yeterince senin için katlandım ama yeter!”
“Biliyorum ama değişti, değişiyor Uygar.”
“Ve sen de bunu yedin? Senin gibi zeki kadın bunu yedi?” inanamıyordu. Sinirle elleri saçlarını buldu.
“Yine mi kavga edelim Uygar? Sen de tamam demedin mi zaten?”
“Ben buraya gelmesini istemiyorum o kadar! Ankara'ya dönünce görür Aden’i o da uzaktan.”
Kapı çaldı o an ve Nefes üzgünce “Artık çok geç!” dedi. Uygar burnundan solurken Ambra da yanlarına ulaşmıştı.
“Ve merak etme Uygar, içeriye alacak değilim. Dışarda konuşacaklar?”
“İçimi ne kadar rahatlattın bilemezsin!” ses tonu kinayeliydi.
“Kim geldi?” diye sabırsızca soran Ambra’ya nasıl cevap vereceğini düşünüyordu Uygar. Merakla gözlerine baktığında ise Nefes hızlıca cevaplayıp kapıyı açmaya gitti.
“Göksel gelecekti?” bunu söylerken Ambra’nın ne kadar gerileceğini biliyordu hatta kızacağını da ama kötü niyeti de olmadığını bilmesi gerekliydi.
“O niye geliyormuş şimdi?” öfkeyle ve nefretle soluduğunda Nefes’e ters ters baktı. Ardından bakışları Uygar’ı bulunca Uygar hemen savunmaya geçti.
“Bana hiç öyle bakma! Ben demedim gelsin diye?”
“Diyemezsin zaten!”
“Gel biz seninle şehir turu yapacaktık? Yapalım Ambra’m.” diyerek belinden tuttuğu gibi kendine doğru çekti. Kokusunu içine çektiği gibi hazzetmediği sesi duyunca Ambra hızla elini tutarak sahiplenir gibi sıktı. Göksel kapı dışında Nefes’le konuştuğunda bu işe Aden de olumlu bakmaya başlamıştı ne yazık ki.
“Sence tek değişen Doğan mı oldu? Baksana Nefes’e?” derken bakışları kapıda Göksel’le konuşan Nefes’i buldu.
Uygar bu değişimin farkındaydı. Farkında olmaz mıydı hiç?
“Göksel’i bile...” adını anmak bile istemiyordu.
“Ay çıkalım yoksa katil olacağım ben!” diye çığlık attığında nefret edercesine soludu.
“Nefes canımın içi?” diye kapıya doğru seslendiğinde Nefes omzu üstünden Uygar’a bakıp “Efendim Uygar?” dedi sıcak bir tonla. Yanlarına ulaştığında Uygar direkt Nefes’e bakıyordu.
“Aden fazla durmasın. Hava yeterince sıcak, terler hasta olur falan.” ilkbaharda çok da sıcak olmamasına rağmen tembihlerken Nefes altındaki imayı elbette anlamıştı. Zaten kendisi de yanında olacaktı. Tek bırakamazdı. İçinin rahat etmeyeceğini biliyordu ama Nefes’e de sonsuz güveniyordu.
“Kamp için hazırlık yapacağız zaten. Erkenden hazırlık yapalım diye tutturdu. Kendisi çok kalmayı istemez.” dediğinde Göksel burada değilmiş gibi davranıyorlardı.
“Ne kampı bu?” diye sordu Göksel araya girerek.
“Anne ben hazırım!” merdivenlerden inip koşarak annesine giden Aden sevinçle el çırptı. Daha sonra babasının kucağına zıplarken Uygar kolları arasına alarak kokusunu içine çekti.
“Tamam bebeğim sen arabaya geç biz geliyoruz.” dediğinde Aden babasına daha sıkı sarıldı ve yanağını öperken şirin şirin bakıp yumuşatmaya çalıştı.
“Babacığım?”
“Hiç yağ çekme kızım!”
“Ama...” surat asarak melül melül yüzüne baktı.
“Aden canım babana bakma sen. Yapar böyle kıskançlık.” diyen Ambra’yla tek kaşını kaldırdı Uygar.
“Kıskanılmayacak gibi de değilim zaten. Neyse, neyse bin ton işim var.” diyerek babasından ayrılıp annesinin elini tuttu. Göksel'e bakmıyordu bile.
“Ben de sonra geleceğim kızım tamam mı?” dedi Uygar gülümsemeye çalışarak.
“Tamam babalık.”
“Bak yine!”
“Aden’cim bugün ne yapmak istersin?” diyen Göksel, hizasına doğru eğildi. Elleri, kollarını bulunca tavır yaparcasına “Annem nereyi isterse oraya.” dedi Nefes’e daha çok sarılırken.
“Çok oyalandık hadi.” dedi Nefes, Aden’in elini tutup kapı dışarıya çıkarken. Göksel de arkalarından çıkarken Aden son kez Ambra ve babasına öpücük gönderdi.
***
Bir kafeye girip açık alanda bir yer seçerlerken Aden somurtmaya başlamıştı şimdi. Nefes, kızının asılan suratının nedenini biliyordu bu yüzden kısa tutmaya çalıştı görüşmeyi. Aden’in kulağına doğru eğilip sessizce mırıldandığında her dediğine isteksizce onay veriyordu. Aslında bu görüşmeye Uygar da gelseydi iyi olurdu ama gelmeyeceğini biliyordu. Bildiği gibi kızını da görüştürmek derdinde değildi. Elinde olsa asla izin vermezdi. Nefes'in aklından geçenleri bir bilseydi zaten ona göre de hareket ederdi.
“Aden kızım bugün nasılsın?” diye iç çekerek konuşan Göksel kaygıyla elini Aden’in olduğu yöne uzattı. Nefes, Aden’e dokunmasını istemese de bir adım atışına göz yumamazdı.
Aden ilk önce annesine baktı. Nefes güven verircesine masanın altından sol elini tutarken gülümsedi. Aden daha sonra Göksel’e doğru dönüp “İyiyim, annem yanımda çok iyiyim.” dedi yine annesine vurgu yaparak. O gün yaptıklarını unutmamıştı, Nefes’in de unutmayacağını biliyordu ama bu işte bir iş vardı.
Göksel'le katiyen bir araya getirmediği kızını ne olmuştu da iki aydır görüştürüyordu?
Uygar'ı bile ikna etmişti. Kolay olmamıştı tabi.
Göksel'in ifadesi değişti. Zorlukla yutkunurken asla kabullenmeyeceğini bilinceydi. Çabalamaktan vazgeçmeyecekti. Kendini kızına affettirecekti. Buna kimse de engel olamayacaktı.
“Bana hala güvenmediğinizi biliyorum. Haklısınız da ama herkes ikinci bir şansı hak eder.” dedi samimi bir içtenlikle. Gözlerin içine baktığında hala kuşkulanmasını göremiyordu. Ne yapsa etse o şüphe hiç bitmeyecekti.
“Herkes şansı hak etmez. Değer verdiklerinse evet ikinci bir şansı hak eder ama sen benim hiçbir şeyimsin.” dili zehirdi. Batırmaktan da çekinmemişti. Aden hırsla Göksel’e inanmayarak bakarken annesine hayal kırıklığı ile bakmamaya çalışıyordu.
“Tamam bu kadar yeter!” diye bağırdı Nefes dayanamayarak. Ayağa kalktığında Aden de kalkmıştı yerinden. Bu kadar tahammül ettiği yeterdi. İki kelam edebilmesi bile mucizeydi.
“Bu kadar oyun yeter! Ne istediğini gerçekten söyle ve bu saçma sapan anlaşma son bulsun. Unutma seninle bir anlaşma yaptık!” son cümlesini ima ve tehdit vaki şekilde söylerken Göksel arkasına yaslanarak “Anlaşmamızda su koyuvermek yoktu. İsyan etmekte öyle.” dedi.
“Anlamıyorsun, Aden'le iki aydır konuşmaya çalışıyorsun ama bir arpa boyu alamadın! Sence şu an fazla olmuyor musun?”
Aden annesine sarılıp “Seninle belki iyi iki arkadaş olabiliriz ama asla aramızda anne kız ilişkisi olmayacak. Anneme ne söyledin de şans verdi sana bilmiyorum ama ben de denedim affetmek istemeyi ama olmuyor anlıyor musun? Babama ihanet edemem ben. Annemi kaybetmişken babamdan da olamam. Şu an seninle konuşuyorum diye babam bana çok kırılmıştır. Belli etmiyor ama anlıyorum.” dediğinde onu da anlamak isterdi ama bunun mümkün olması imkansızdı.
Göksel hüzünle kızına bakıp son kaybedişini izledi. Aden'i bir ihtimal kazanırım derken onu da kaybetmişti. Kızında açtığı yaralar derindi. Nefes'e görüşmek için günlerce yalvarmıştı oysaki. Aden, annesin hatırına kabul etmişti sadece. Babasının kırılacağını bile bile kabul etmişti.
“Beni affet yine de olur mu kızım? Ben... ben...” diyecek bir söz bulamayarak iç çektiğinde Nefes bu haline üzülmeden edemedi. Kader annesi de Göksel gibi çabalamaya çalışmıştı değil mi? Aniden aklına gelmesiyle kendine kızdı. Göksel ve Kader aynı kefende olamazdı. Ne diye aklına gelmişti ki şimdi?
Derin bir nefes bırakıp “Senin için üzgünüm ama kimse kimseyi affetmez bu saatten sonra. İnsanların kalbi sevilsin diye var, kırmak için değil.” deyip Aden’i sıkıca tutup yanından son kez ayrıldı. Kızının kendisine kırgın olduğunu biliyordu. Ne de olsa Göksel’le buluşmasını kendi istemişti.
“Özür dilerim bebeğim. Bu kadar ısrar edip seni onunla görüştürdüğüm için.” kızının kokunu içine çekerek saçlarını okşadığında kalbi ağrıyordu.
“Bu sondu değil mi?” annesinin söylediklerini es geçmişti.
“Sondu bebeğim. Son.”
“O zaman mağazaya gidiyoruz! Kamp alışverişi!” heyecan ve hevesle bağırdığında elleri havayı buldu. Nefes'in yüzünde tebessüm oluştuğu gibi “Kararlısınız yani?” diye sordu. Okulların kapanmasına bir aydan az kaldığından üç dört günlük kamp yapmak istediğini dile getirmişti.
“Evet anne. Babamla tek gidecekmişiz ama Ambra teyze de gelebilir.”
“İyi bakalım beni harcadınız yine.” tavır yapar gibi homurdandığında cevap gecikmedi.
“Senin sınavların ve alt derslerin var annecim. Bak benimkiler bitti, ödülüme koşuyorum. Sen de zamanında derslerini yapsaydın gelirdin.”
“Laflara bak hele laflara. Senin anneye yine dilin uzamış. Ne yapalım biz ha?”
“Acele etmezsek dükkânda kamp malzemeleri kalmayacak. Hadi anne biraz hızlan.” yine munzurluk yaparak kaçmak isterken “Kıtlıkta değiliz. Bize de bir kamp malzemesi kalmıştır merak etme.” diyerek arabaya doğru ilerlemeye devam ettiler.
Kamp için birçok yere gidip gelen anne kız yorgunluğunu atmak için serin ve sessiz bir yer seçerken eşyaları bagaja koymuşlardı.
“Ormanda vahşi hayvanlar oluyor ya, bizim olduğumuz yere de gelirler mi?” diye sorusuyla gözlerini kocaman açtı.
“Sizin gideceğiz yer vahşi hayvanların diğer tarafında kalıyor bebeğim. Hem baban yanında korkmana gerek yok.”
“Babam yanımdayken korkmuyorum zaten.” dedi gülümseyerek. Nefes dudak kıvırıp yanağına buse kondurdu. Aden'e baktıkça kendisini görüyordu sanki. Yüreğine sarılırmış gibi kolları arasına sığınırken yıkılmaz bir dağ gibi canlanıyordu. Küçücük yüreği olmasına rağmen içinde yansıttığı duygular büyüktü.
“Anne telefon çalıyor?” telefonu çalmasıyla beraber kızından ayrılırken dakika başı mesaj atan Uygar bu sefer aramıştı. Aramayı cevaplayarak kulağına hizaladı.
“Efendim Uygar?”
“Nerede kaldınız? Hala onunla mısınız? Hani kısa süre...” sesine kızgınlık yayıldı.
“Değiliz Uygar. Bir yere geçtik dinleniyoruz anne kız.”
“İyi iyi, geç kalmadan gelin de?”
“Geç kalmayız abicim. Merak etme.” dedikten hemen sonra telefonu kapatıp Aden’le muhabbet etmeye devam ettiler.
***
Sevgi en çok ne zaman kaybeder? Çok sevdiğinde mi yoksa sevilmediğinde mi? Çok seversen kendini unutur hale gelirsin. Kendi duygularını unutup onunkini yaşadığında bil ki sen hem kaybetmişsindir hem de kazanmışsındır. Kendini vazgeçilmez sanılan sevgiye haddinden fazla sevgi verme ki kendini ulaşılmaz sanmasın.
Yeri geldi mi o sevgiden de vazgeçmeyi bileceksin. Üzülme, vazgeçtin diye içindeki sevgi bitmez. Üzülme, vazgeçtin diye seni sevmekten de vazgeçmez.
Zaman kayıplarına karışan her aşk bir gün yolunu ve kalbini bulur. Pusulası senin kalbin. Nereye dönerse dönsün seni bulacaktır.
Uygar, Aden ve Ambra kamp tatiline gittikten sonra tek başına kalmıştı Nefes. Arasta ve Alper balayından birkaç gün sonra döneceklerdi. Sınavları hallettikten sonra Ankara'dan uzaklaşıp Bolu’ya gelmişlerdi. Zaten Doğan’ın da burada olduklarını biliyorlardı.
Kendine bir kahve yapıp bahçeye çıkarken hava esmeye başladı. Bu sessizlik o kadar güzeldi ki hiç bozulmamasını dilerdi. Telefonu üst üste çaldığında sinirle homurdanıp en sonunda açıp hoparlöre bağladı.
“Umarım geçerli bir sebebiniz vardır?”
“Başkanım, ben başkomiser Şevket Üstün. Karakola gelmeniz mümkün müdür?” derken tedirgin bir tonla konuşmuştu. Nefes yine bir Ambra vukuatı olduğunu sandı. Onlar kamp yerinde değil miydi? Orada mı bir sorun çıkarmıştı? Yanında Uygar vardı öyle olsa. Yerinden doğrulup bitmemiş kahvesini yere bırakırken daha da bir şey demesini beklemeden karakola doğru yol aldı.
Bir saat içinde karakola varırken başkomiser Şevket odasında ağırlamıştı. Ne olduğunu, niçin burada olduğunu bilmiyordu. Adını da söylememişti eğer bir sorun olduysa da. Ambra değildi büyük ihtimalle. O olsaydı Nefes’ten önce Uygar hallederdi.
“Şevket Başkomiserim ne oldu, beni neden çağırdınız buraya?” diye hem merakla hem de meraksız arasında kalarak sorarken Şevket Başkomiser derin bir nefes bıraktı. Sabırsızca gözlerini başkomisere dikerken hala konuşmamasının altında yatan sebebi anlamaya çalıştı.
“Okulda bir kavga çıktı. Arbede de bir öğretmenimiz fena hırpalandı.” bundan Nefes’le ne ilgisi vardı?
“Burada benimle alakası olan sebebi anlamadım. Öğrenciler kavga çıkardıysa nezarethaneye mi...”
“Hayır başkanım, nezarethaneye düşen bir öğretmen. Öğrenciler bahçede kavga çıkarırken birinin elinde kesici alet varmış ve o öğretmen de kesici aletinin benim olduğunu söylüyor? Suçu üstüne almış?”
“Çocuğu kendince korumaya çalışmış?” diye devam ettiğinde asıl mevzu bu olmadığını biliyordu. Yüzündeki sıkıntı ifade de tam da dediği gibiydi.
Aşağıda sesler yükselmesiyle Şevket başkomiser bir kere daha sinirle kaşlarını çattı. Nefes'e dönerek bu gürültüyü işaret ederken “Bağıran kişi, sizi çağırmamızı isteyemeyen kişi.” demesiyle bir süre sessizlik oldu.
BİRKAÇ DAKİKA SONRA...
Nezarethanenin kapısı aralandığında polis memuruna teşekkür edip emin adımlarla içeriye doğru ilerledi. Demir parmaklıkların arkasında kalan bedene doğru döndüğünde ise parmaklıkları sallandırdığı eller durdu ve bakışları ona doğru yönlendirmeden önce bir kere daha bağırmıştı.
“Ben size çağırın demedim! Dememde! Hem kim dedi size Nefes’i arayın diye? Ne alaka şimdi? Telefon numarası var diye illaki bir yakınlığımız mı oluyor? Yok efendim ne yakından ne de uzaktan bir alakamız yok!” bağırdıkça ses telleri birbirine değiyordu. Öfkeden gözü dönmüş gibiydi. Kaşından tut, yüzünden gözüne hep morluk oluşmuştu.
Tam karşısındaydı ama sanki o değildi de... Çok değişmişti. Öfkesi harlanmıştı. Hafifçe öksürüp mesafeli bir alaycılıkla dudak kıvırdı.
“Karakola düşenlerin arasına hoş geldin?” Nefes’in sesini duyar duymaz kaskatı kesildi. Dudakları düz bir hal aldığında parmaklıklarda olan ellerini daha sıktı. İfadesine hızlıca soğuk bir bakış eklerken göz göze geldiler.
Nefes, yaralarına bakarken Doğan ise gözlerinin ardında yatan ifadesizliğe bakıyordu. Parmaklıklardan uzaklaşıp sağda duran mermere otururken ona bakmıyordu.
“Sana gelmemelerini söylemiştim!”
“Ben de beni aradıklarına şaşırmadım değil.” derken aklı telefon numarasına gitti. Numarasını değiştirmesine rağmen silmemişti demek...
“Beni gerçekten neden aradılar?” diye sordu merak içinde.
“Başkan olduğun içindir. Fırsat ayaklarına kadar geldi ya, geri tepmek istemediler! Nereden bileyim? Numaraların içinde bula bula seninkine denk geldiler!” yalan söyleyip inkâr edecek hali yoktu.
“Yaralarına, malzeme gelince bakmam gerek?” dedi tek odağı yaralarıymış gibi.
“Yaralarımdan da benden de uzak dur Başkanım.” dedi. ‘Nefes’ dememişti. ‘Başkanım’ demeyi seçmişti. Bu Nefes’i etkilemedi bile. Zaten bir daha bir araya gelmeyeceklerdi ama yaralı halini de öylece bırakamazdı.
İki buçuk ay olmuştu ve ilk karşılaşmalarını böyle beklemiyordu, ki karşılanacaklarını beklemiyordu de.
“Yaralarına bakmadan gitmem söz konusu değil. Ciddi yaralar var ve mikrop kapabilir?”
Doğan hızla yürüyerek parmaklıklara ulaştı ve gözlerinin içine öfkeyle bakarak “Bundan sana ne? Uygar abi yetmiyormuş gibi bir de senin nasihatlerini dinleyemem!” diye bağırdığında yan taraftaki memur sertçe kızdı.
“Bağırmayı kes, karşında Başkanın var!”
“Çocuğun suçunu üstüne almışsın? Üstelik seni bu hale sokan çocuk?” konuyu değiştirdi bu sefer. Düzenli aldığı nefesleri seyrekleşti.
“Çocuğun hapse girmesine göz yumamam.” dedi homurdanırken.
“Ona böyle yardımcı olmuyorsun Doğan. Bunun siciline işlediklerinde öğretmenlik hayatın bile sonlanabilir.” diye düz bir şekilde söylediğinde ilk yardım malzemeleri yanlarına bırakılmış ve nezaretin demir kapısı açılmıştı.
Nefes’e sahte bir alay dolu hayretle bakıp parmaklıklardan elini çekmeden dilindeki zehri fışkırdı. “Senin sicilinde temiz değil diye biliyorum?” sessizce fısıldamıştı. Nefes ilk başta kaskatı kesilip yüzüne sertçe bakarken sözlerine alınmayı çoktan bırakmıştı. Her kırıldığında öfkeyle hareket ederdi sonuçta.
“Bunun farkındayım, inkâr edecek değilim. Şimdi bir yabancı olarak hemşireliğimi yapmama müsaade et. Sonra kurtulmak ya da kurtulmak istememek sana kalmış. Ben buraya seni kurtarmaya gelmek istemedim. Bilseydim gelmezdim de!” bal gibi de gelirdi.
“Başkanım sizin ilgilenmeniz gereken makamınız yok mu? Ne diye önemsiz biri için inat edersiniz?”
Bu Doğan değildi.
Bu Kesinlikle Doğan değildi.
Uygar doğruyu söylüyordu. Doğan, herkesi hayatından çıkarma yolundaydı.
Yolunda değildi, direkt çıkarmıştı.
“Doğan ben eskileri konuşmak için burada değilim. Yüzündeki yaralar derin. Sen yine yanağından bıçak mı yedin?” yanağında oluşan yeni izi şimdi fark ediyordu ve bu kaşlarını çatmasına neden olmuştu.
Gözlerini kısarak yakınına ulaşırken oturaklı alana oturttu ve itiraz etmesini beklemeden malzemeleri yerinden çıkarak öfkeyle şaşkınlık arasında kendine bakan Doğan’a döndü.
“Karşılaşmalar da böyle olmazdı ama?” dedi kısık bir sesle. Yüz göz olmazlardı. Tereddüt akan kaçamak bakışlar, hüzün, suçlanma hissi olurdu.
Bunlar sanki ayrılmamış da küs kalmışlardı. Hoş küsken de ağır laflar edilir miydi o muamma.
“Ne beklediğine bağlı. Seninle düşman olacak biri değilim. İki medeni insanız. Birbirimize yersiz kin beslenmemiz gerekmez.” deyip pamuğu kaşına bastırdı. Yanma hissiyle inlerken yüz kasları gerildi. Gözleri kapanınca “Olayı anlatacak mısın yoksa ben kafamda kurmaya devam edeyim mi?” dedi asıl konuya vararak.
“Sen de unutkanlık da başlamış.” dedi göz devirip ellerini soğuk yere yaslarken.
“Olabilir, o kadar konuya adapte olmaya çalışıyorum ki bazen hepsi birbirine girmiyor değil.”
Kirlenen pamuğu kenara bırakıp yeni bir tane çıkarırken “Yine aynı dejavu.” dedi yarım ağız. O gün de kalbine ağrılar saplanmıştı şimdi de bir farkı yoktu.
“Canım acıyor!” acı içinde inlerken yüzündeki ağrılar artmıştı. Öfkesi dinmiş sakinliğe yol vermiişti.
“Canını acıtmalarına izin vermesen bunlar olmaz.”
“Bitti mi?” diye sabırsızca sordu. İşini bitirip gitmesini istiyordu.
“Bıçak yarasına nasıl denk geldin anlamıyorum? Çocuklar kör noktadan bile bu kadar derin saplayamazlar?” sesi kuşkuluydu.
“Bitti mi?” dedi yeniden sert bir şekilde. Gözlerine bakmaktan çekindi.
“Çok sabırsızsın merak etme, az kaldı.”
“İnsanlar neden şiddeti sever? Küçücük çocuk cebinde çakı, kelebek taşıyor? Haraç kestiğini görüyordum hep ve Müdür’e söylememe rağmen bir şey yapmadılar. En son dayanamadım kendim halletmek istedim. Arbede çıktı. Çakı ve kelebekler havada uçarken olanlar oldu işte. Olay tam olarak bu.” kısa bir özet geçerek acıyan kaşına parmaklarına değdirdi.
“Şiddetle çözümü arayan konuşmayı acizlik olarak görürler kendilerini. Üstünlük sağlandığını düşünüp şiddetin dozunu arttırırlar. Fiziksel şiddet bir süre geçer de ruhsal şiddet kalıcı kılar bedenine.” aynı onların bedenine inşa edilen şiddet gibi...
“Çocuklara üzülüyorum. Hapis yatmalarına göz yumamazdım.” düşünceli bir şekilde mırıldandığında Nefes’in işi bitmişti.
“Dediğim gibi insanları böyle engellemezsin. Çocuklarla bir de ben konuşmak isterim. Geleceklerini karartmasına izin veremem.”
“Veremem.” diye onayladı. Doğan da izin vermediği için buradaydı ya. Ayağa kalktığında Doğan da bir bacağını öne uzatarak elini dizinin üstüne bıraktı. Yukardan bir bakış attıktan sonra parmaklığın dışına çıkarken memur kapısını kapatıp kilitledi.
“Çocuklar nerede?” diye sorduğunda Doğan hemen itirazda bulundu.
“Sen git artık. Burada bir işin kalmadı. Uygar abilere de söyleme!” diye tembihlediğinde Uygar’ın da gelmesini istemiyordu. Memur kaşlarını çatıp Doğan’a ters ters bakarken Nefes dudaklarını ıslatıp konuşmaya devam etti.
“Onlar şu an başka yerdeler zaten.”
“İyi.” dedi sadece, ona bakmadan. “Bol bol kafa dinlersin.”
Nefes daha da orada durmayı kesip sorgu odasının önüne giderken çocuklarının sorguda olduğunu öğrenmişti.
Bu yaşlarda çocukların bu denli kaybolmasına çok üzülüyordu. Çocuklar şiddeti değil sevgiyi özenmeliydi. Kendilerinin yaşadığı şeylerin bir başkası yaşasın istemiyordu. Çocuklarla konuşması gerekiyor muydu bilmiyordu ama kendine de engel olamıyordu.
Aslında Doğan bir güncük nezarethanede kalsa fena olmazdı hani?
Yakasındaki gözlüğü saçına götürüp arkaya attığında karşısındaki boş sandalyeye oturdu. Görünüşüne göre sorgu uzun sürecekti. Bu kadar sürmesi bile garipti.
Başkomiser Şevket Bey koridorda Nefes’i gördüğü gibi yanına gelirken Doğan için beklediğini sanıyordu.
“Başkanım bir isteğiniz mi var? Eğer Doğan Bey için bekliyorsanız işlemleri bitirip serbest bırakılacak?” Doğan’ın suçu üstlendiğini çocukların sorgusundaki memurlardan öğrenmişti.