2.BÖLÜM

892 Kelimeler
2. BÖLÜM Valizleri alıp çıkış kapısına doğru yürürken gözüm, tam karşımızdan gelen üç adamın üzerine takıldı. Üçü de siyah takım elbise giymiş, gözlük takmış, sert bakışlı ve dimdik yürüyen adamlardı. Sanki bir film sahnesinin içindeydim. İçime bir ürperti yayıldı. Farkında olmadan babamın koluna daha sıkı sarıldım. O ise fark etmiş gibi hafifçe tebessüm etti, başını eğip kulağıma doğru eğildi. "Merak etme. Tanıdıklar," dedi sakince. Adamların en irisi öne çıktı, gözlüğünü yavaşça çıkardı, ceketinin önünü ilikledi. Başını hafifçe eğerek: "Hoş geldiniz, ağam," dedi. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. “Ağam mı?” dedim fısıltıya yakın bir sesle. İçimde bastıramadığım bir kahkaha yükseldi. Babam ise göz kırparak: "Burada işler biraz farklı işler kızım," dedi. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışırken, babamın sesi ciddileşti. Gözleri uzaklara, geçmişe dalmış gibiydi. "Burası başka bir dünya, Yasemin. Burada sessiz olmalı, dikkat çekmemelisin. Her kelimen tartılır, her hareketin izlenir. Ben... bu toprağın köklü aşiretlerinden birinin oğluyum. Eskiden buranın genç ağalarından biriydim." Donup kaldım. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Bir şey söylemeye çalıştım ama cümlelerim yarım kaldı. Yıllarca geçmişten kaçan bir adam, şimdi geçmişinin tam kalbine beni getiriyordu. Oysa hep “Unut gitsin,” dememiş miydi? İtiraz edecek oldum ama içimde bir ses susmamı söyledi. Artık fevri, sabırsız bir genç kız değildim. Ne zaman konuşacağımı, ne zaman susacağımı öğrenmiştim. Bu konuşmayı geceye, daha sessiz bir zamana bırakmalıydım. Şimdi gözlem yapmalı, bu bilinmez dünyayı anlamalıydım. Dışarı adım attığımızda karşılaştığım manzara karşısında adeta dilim tutuldu. Dört ayrı araç bizi bekliyordu. Ama öyle sıradan araçlar değil; siyah camlı, parlayan metal kasaları olan, adeta zırhlı gibiydiler. İçlerinden biri, diğerlerinden daha gösterişliydi. "Ağzını kapatmayı düşünüyor musun?" dedi babam alaycı bir tebessümle. "Babaaa..." dedim gülerken. İçimden geçen o telaşı bastırmak için koluna tekrar sıkıca sarıldım. Adamların biri öne çıktı, arabanın kapısını açtı: "Buyurun, ağam." Gülmemi zor tuttum. "Buyuralım bakalım, ağam. Kim bilir daha neler göreceğiz," dedim sessizce. Yola çıktığımızda gözlerim camdan dışarıya kilitlendi. Taş sokaklar, damları dümdüz evler, başlarında beyaz tülbent taşıyan kadınlar, gözleri yere eğik çocuklar... Her şey yabancı, her şey eskiydi. Kitaplarda okuduğum, belgesellerde izlediğim bir coğrafyanın tam ortasındaydım. “Fark ettin mi? Hiç ağaç yok,” dedim babama fısıltıyla. Şoförle birlikte hafifçe güldü. "Var kızım. Ama senin gözün İzmir'in yeşiline alışmış. Burası başka," dedi. İçimde bir burkulma hissettim. Betonun grisi, taşın soğukluğu içime işliyordu. Daha adım atalı dakikalar olmuştu ama İzmir’i, denizi, palmiyeleri, martıların sesini özlemiştim bile. Ama artık dönemezdim. Bir karar vermiştim ve bu kararın beni sürüklediği yere sabırla yürüyecektim. Hem bu topraklarda bana öğretecek bir şeyler olmalıydı. Kendimi bir öğretmen gibi değil, bir öğrenci gibi hissettim. Tam o sırada şoför "Geldik," dedi. Başımı çevirdiğimde gözlerim büyüdü. Burası bir ev değil, bir taş saraydı. Konak demeye dilim varmadı. Taş duvarları yüksek, kapısı kemerli, geniş bir avlunun içinde yükselen heybetli bir yapıydı. Üzerinde geçmişin izleri vardı ama aynı zamanda hâlâ ayakta duran bir gururun da simgesiydi. Babam derin bir nefes aldı. Nefesinin içinde yılların özlemi, pişmanlığı ve belki de bir miktar korku vardı. Kapılar ardına kadar açıldığında içeriden onlarca kişi çıktı. Kimileri kadın, kimileri erkek, kimileri genç, kimileri yaşlı... Gözler üzerimizdeydi. Kimi şaşkın, kimi meraklı, kimi mesafeli. En önde duran yaşlı kadın hemen dikkatimi çekti. Başında beyaz bir yazma vardı, alnına doğru inmişti. Gözleri sürmeli, çenesinde dövme izleri... Dimdik duruyordu. Sertti ama gözlerinde tuhaf bir sıcaklık da vardı. "Tu bixer hati, kure min," dedi gözleri yaşlı. (Hoş geldin, oğlum.) Babam “Daye!” diyerek kadına doğru yürüdü. Sarıldılar. Ardından başını kaldırdı ve bana döndü: "Anne, bak... torunun. Benim can parçam. Yasemin." O an tüm gözler üzerime döndü. Kalbim güm güm atıyordu. Bu kadın... annemi yıllar önce reddeden kadındı. İçimdeki çocuk ürperdi. Ama yüzümde olgun bir tebessüm vardı. Kadın yaklaştı. "Tu bixer keça min." (Hoş geldin, kızım.) Babama baktım, gözleriyle “sarılabilirsin” dedi. Kadının elini öptüm. Sonra o beni kucakladı. “Anana çok benziyorsun, maşallah,” dedi. İçimde bir şey çatladı. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Sarılmayı ben bıraktım. Sonrasında büyük bir tanışma faslı başladı. Dedem sessizdi, elini öptüm ama gözlerinde beni tanımak istemeyen bir ifade vardı. Amcam sıcak karşıladı, sarıldık. Üç oğlu vardı, ikisi evliydi. Yengeler, çalışan kadınlar, hizmetliler derken kalabalık beni yormaya başladı. Sonunda bir ses duyuldu: "Açsınızdır, sofraya buyurun ağam." Kurtarıcı bir cümleydi. Kadınlar ve erkekler ayrı sofralara geçti. Ben kadınların yanındaydım. Sofra çeşit çeşit yemekle doluydu. Ama dikkatimi çeken sofradaki sessizlikti. Fısıltılar bile dikkatlice yapılıyordu. Tam o sırada yanımda küçük bir kız belirdi. Utangaç, kara gözlü bir kız çocuğu. "Saçların çok güzel. Büyüyünce benim de olur mu?" Gülümsedim, kucağıma aldım, yanaklarını okşadım. "Olur elbet. Senin ismin ne?" "Melek," dedi utangaçça. Ne güzel bir isimdi. Tam ona bir şey daha soracaktım ki bir kadın gelip Melek’i kucağımdan aldı. Başını hafifçe eğdi: "Ben Berivan. Amcanın büyük gelini. Çok güzelsin ama buralar için fazla dikkat çekiyorsun, gülüm." Sözleri yumuşaktı ama uyarıydı. Aklımda yer etti. Burada fark edilmek, hoş karşılanmazdı. Kendimi frenlemem gerektiğini anladım. Yemek boyunca herkes bana sorular sordu. Kimdim, nereden geliyordum, ne iş yapıyordum... Anlattım. Öğretmendim, İzmir’de büyümüştüm, annemi geçen yıl kaybetmiştim. Bir ara babaannem başını kaldırdı. Sesi bu kez daha otoriterdi. "Kızım, buralarda böyle şeyler giyilmez. Polat aşiretinin kızları taytla, kısa kolluyla gezemez." Sert görünüyordu ama sesinde beni kırmak istemeyen bir ton vardı. Gülümsedim. "Tamam babaanne. Uçakta rahat etmek için giydim. Bundan sonra dikkat ederim." Kafamı çevirip sofraya baktım. Kalabalık, kurallar, bakışlar... Bir zamanlar bu konakta annem de oturmuş muydu? Peki neden onu kabul etmemişlerdi? Gerçek neydi? O gece başımı yastığa koyduğumda sadece bu soruyu sordum kendime: “Bu aileye beni kabul ettiren neydi, onu reddettiren neydi?”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE