Cevap veremedim. Hazır olup olmadığımı ben de bilmiyordum. İçimde kopan fırtına, adeta bir kasırga gibi tüm varlığımı sarmıştı. Kafamın içinde çarpışan düşünceler, kaybolmuşluğun o keskin tadı, nereye ait olduğumu, hangi dünyaya ait olduğumu sorgulatıyordu bana. Kalbimde bir yerlerde beliren zorunluluk ve mecburiyet hissi ise öylesine kuvvetliydi ki, sanki beni çağıran görünmez bir ip gibi çekiyordu modern dünyanın karmaşası içine. Kaçamazdım, saklanamazdım; çünkü sorumluluklar, beni bu dünyaya sıkı sıkıya bağlamıştı. Eskiden kaçmak daha kolaydı.
Şu an üzerimde taşıdığım yasal 1 Ağustos 1980 doğumlu, on sekiz yaşındaki Elizabeth Maryinn Fox adına düzenlenmişti. O kimlik, eski benliğimin küllerinden yükselen yeni bir hayatın, yeni bir kabuğun sadece ilk katmanlarıydı. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde doğmuş, benden sadece bir yaş küçük olan kız kardeşim Sara ile birlikte aynı liseye gidiyorduk. Sara, sadece bir sınıf altımdaydı ama onun hayatında bambaşka bir gerçeklik vardı; benim geçmişime dair en ufak bir fikri bile yoktu. Annem, beni bir değişim büyüsü ile yaşça küçültmüştü. Velayetim sözde babamdaydı. Ama o bir trafik kazasında ölmüştü ve ben o öldüğünde üç yaşındaydım. Böyle bir yalan uydurmuştu. Sahte bir baba, sahte ölüm belgeleri ve mezar yerine kadar Vanessa her şeyi halletmişti.
Ben o zamana dek normal bedenimde, Seattle’da kendi küçük dairemde yaşamıştım. Ancak Vanessa beni değiştirdikten sonra üç yaşında ki küçük kızını yeni ailesinin yaşadığı Washington Olympia’ya getirmişti. Richard ilk başta Vanessa’nın evlilik dışı ve bakımını babasının üstlendiği üvey bir kızı olduğunu öğrendiğinde, şok yaşasa da beni kabul etmişti. Hatta bana çok iyi bir baba olmuştu. Bedenim küçük bir kız olsa da aklım yerindeydi. Bazen çılgınlık olduğunu düşünsem de, kız kardeşim Sara ile birlikte büyümek ve beni gerçekten kızı gibi gören babam ile vakit geçirmek güzeldi. Tüm bu yalanların arkasına sakladığımız gerçeklerden Richard ve Sara tamamen habersizce bizimle yıllar geçirmişlerdi. Ne Sara ne de Richard bu gerçeği hiçbir zaman öğrenmemişti.
Sık sık düşünüyordum, acaba Sara’ya, annemin ve benim geçmiş yaşamımıza dair gerçekleri anlatabilir miydim? Cesaret edemedim hiçbir zaman. Çünkü bu gerçekler, benim varoluşumu kökten değiştiren, belki de anlayamayacağı, hayal bile edemeyeceği kadar büyük sırları taşıyordu. Elizabeth Maryinn Fox -Cassian-değil, kısaca Mary. On sekiz yaşında, normal bir lise öğrencisi. Münazara kulübünün konuşkan, tartışmacı üyesi. Hafta sonları komşuların köpeklerini gezdirip harçlığını çıkaran genç kız. Yaşıtı pek çok genç gibi özgür ve sorumluluk dolu bir hayat sürdüren biri. Sara ablasını böyle biri olarak tanıyordu.
Yaklaşık elli yedi yaşlının kaldığı huzur evine her Paskalya, Şükran Günü ve Noel’de ziyarete giderdim. Hatta Bağımsızlık Günün’de bile gaziler evini ziyaret ederdim. Ki ben birinci dünya savaşını bile görmüştüm. İnsanlarla vakit geçirmek zamanla kalbimde ki soğuk buzları eritmişti. Empatiyi, sevgiyi ve insan olmayı annemden öğrenmiştim. Annem, insanlara empati duymamı sağlayan, beni rehabilite eden tekniklerle dolu sabırlı bir öğretmendi. Onun bu özverisi sayesinde insanlara uyum sağlayabilmiştim.
Modern dünyanın sert gerçekleri, büyünün, insanüstü güçlerin ya da sivri dişlerin yitip gitmesine neden olmuştu. Yirminci yüzyıl, insanlığın devrimiyle şekillenmişti ve biz bu değişime annemle şahit olmuştuk. Annemle, dünyanın farklı köşelerini göçebe gibi gezdiğimiz yıllar, hayatın hem acı hem büyüleyici yönlerini göstermişti bana. Fakat artık bir yere yerleşmek istediğimiz de, 1960’ların Chicago’sunda küçük bir banliyö evi tutmuş, huzurun ve sükûnetin kollarına kendimizi bırakmıştık. Bu Amerikan Rüyası gibiydi.
Jazz kulüplerinin loş ışıkları altında geçen akşamlar, annemin kütüphanede görevli olarak ve bense RedRose isimli kulüpte barmend olarak çalıştığım yıllar huzurluydu. Paraya ihtiyacımız yoktu aslında; bu işleri yapmamızın sebebi, modern dünyaya uyum sağlama çabamızdı. İnsanlar gibi yaşamak, kaygısız ve sakin, hayatı sevmek, beni bu dünyaya daha fazla bağlamıştı.
Vanessa bir süre ardından çok istediği Harvard Üniversitesine kabul edildiğinde Massachusetts - Cambridge’e taşınmıştık. Annem, benim de üniversiteye gitmemi teşvik etse de, aynı okulda öğrencilik fikri bana garip geliyordu. Çünkü ben, annemin gördüğü eğitim düzeyinin çok ötesindeydim. Bir branşta uzmanlaşmak benim için bir kitabın sayfalarını çevirmek kadar basitti. Ama annem beni üç yaşında bir kıza dönüştürüp, Fox ailesinin bir üyesi yaptığında baştan sona normal bir hayat yaşamamı sağladığında işler her normal genç gibi liseyi bitirip üniversiteye gitmeme kadar evrilmişti. Hayatımın son on sekiz yılı benim için bir insan çocuğu kadar normaldi. Aynı zamanda ürkütücü, kaygı uyandırıcı, depresif ve kaotikti.
Richard’ın üç yıl önce kanser olduğunu öğrenmişti, annem ise Richard’ın daha rahat olacağını düşündüğü için Alaska da bulunan Frost isimli bu kasabaya taşınmak istemişti. Yeniden... Öyle de yapmıştık. Kanser onu her gün yavaş yavaş öldürürken, onu wampire dönüştürmeyi bile düşünmüştüm ama Vanessa buna izin vermemişti. Bana engel olmuştu. Bu insan yaşamı üzerine olan saygı ile ilgiliydi. Ölümü kabul etmiş birine yaşamı sunamazdık. Bu adil olmazdı. Frost’a taşınalı günler, haftalar ve aylsr geçmişti. Ve Richard altı ay geçmeden vefat etmişti. Özelikle Sara için kötü zamanlardı. Ben de sarsılmış durumdaydım. Annem ise bizi bir arada tutan tek dayanağımızdı. Zamanla kendimizi sadece okula ve Frost’da ki hayatımıza kaptırmıştık. Liseye burada başlamış ve burada bitiriyordum. Son senemden de umutluydum. Notlarım iyiydi; iyi bir üniversiteye kabul edilmem kaçınılmazdı. Bugün ise okulun ilk günüydü ve mezun olmak için önce okula adım atmalıydım.
Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım, sakinleşmeye çalışarak annemin sabırlı bakışlarından kaçtım. Richard’ı kaybetmek en kötü günlerimden biri diye düşünürken, bunca zaman birlikte büyüdüğüm kardeşimin kaybolması öyle kolay kolay aşabileceğim bir şey değildi. Onu bulma umudum vardı. Liseyi bitirecek, üniversiteye gidecek ve mezun olacaktık. Sara ile hayallerimiz vardı. Ben bir ablaydım, bir evlat, bir öğrenci, bir katil, bir melez... Bu dünyada bir yerim olduğunu hissetmek istiyordum. Her şey yerli yerindeydi, olması gerektiği gibiydi. Kötü olanı içimden söküp atmak kolay değildi ama deniyordum. Hayat, bulmak için çabaladığım iyi parçalarıma tutunmak için bir umut taşıyordu. Ama o an, tüm o kaybolmuşluk hissi kısır bir döngüye dönüşmüştü. Annemle yaşadığımız göçebe hayat, ardından gelen yerleşik hayat ile birlikte normal bir aile olduğumuz hayatımın belki de en güzel dönemiydi. Ailemiz rutin döngüye alışıktı. Okul, o döngünün sadece küçük bir parçasıydı. Ama gitmeliydim. Gitmek zorundaydım.
Bugün ise, okulun ilk günüydü. Liseden mezun olmak için önce derse gitmem gerekiyordu. Gözlerimi kapattım. Derin, uzun bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Annemin sabırlı, ama meraklı bakışlarından kaçtım. Bu dünyada bir yerlere ait olmayı, kendimi var hissetmeyi arzuluyordum. Her şey olduğu gibi duruyordu. Yerli yerindeydi. Dışarıda sonbaharın serinliği hafifçe esiyor, sararmış yapraklar yere düşüyordu. İçimde kaybolmuş olan şeyleri geri getirebileceğim, tüm o parçalanmışlık Sara’yı bulduğumda tamamlayabileceğim gün elbette gelecekti. Ama o an, her şey bir kısır döngüye dönüştü; kaçınılmaz, bitmek bilmeyen, sürekli tekrarlanan bir döngü. Kaybı aramak için düzenlenen aramalar, astığım kayıp ilanları, polise verdiğim ifadeler, sürekli bir gelişme var mı diye aradığım kasaba şerif merkezi, takip ettiğim yerel haber kanalları ve uzaktan izlediğim cinayet mahalleri. Son üç ay sosyalleştiğim tüm zaman polislerle ya da gazetecilerle konuşmamdan ibaretti. Okul, ise bu döngünün sadece yeniden başlayan bir parçasıydı. Yine de gitmem gerekiyordu.
“Gitmek zorundayım,” diye fısıldadım sonunda. Sanki içimde süren çelişkinin yankısı nihayet bir karara dönüşmüştü. O an, kelimeler dudaklarımdan çıkarken yalnızca kendime değil, anneme de bu kararı kabul ettirmeye çalışıyordum. Annem hafifçe gülümsedi. Bu, alışık olduğum o güven veren, sıcacık gülümsemelerinden biri değildi. Daha çok bir maske gibiydi; anlık bir huzur, geçici bir güven. Sanki bana “Her şey yoluna girecek,” demek isterken aslında gerçeğin, bu anı geride bırakmam gerektiği olduğunu biliyordu.
Ben de muzipçe sırıttım, içimdeki gerginliği dağıtmaya çalışırcasına. “Çalışkan Doktor Fox’un tembel kızı olmak istemem,” dedim. Sesim hafif ama içinde bir şeyleri bastırma çabası taşıyordu.
“Sadece git,” dedi annem. Sesi yumuşaktı ama kararlıydı. Ardından yerinden kalktı, her zamanki zarafetiyle yürüdü ve beni nazikçe elleriyle yönlendirdi. Elinin hafifliği, tüm hayatım boyunca üzerimde taşıdığı şefkatin bir uzantısı gibiydi. “Dalga geçebildiğine göre hızlıca hazırlanabilirsin. On dakika içinde aşağıda ol.”
“Ne?!” dedim aniden, sesim hafifçe yükselmişti. Şaşkınlık ve telaş karışımı bir ifadeyle yüzüne baktım. “Ama bu… bu benim için bile imkansız!”
Annem gözlerini kırpıştırdı, dudaklarında sabırlı bir tebessümle bir an duraksadı. Ardından başını hafifçe yana eğerek, “Dene ve gör,” dedi. “Dene ve gör, tatlım.” Son bir kez gülümsedi. Gözlerindeki o tanıdık sıcaklık, yüreğime ulaşan küçük bir kıvılcımdı. “Wampirler için imkânsız yoktur.”
Sözleri zihnimde yankılanırken hızla odama çıktım, kapıyı ardımdan kapatırken içimdeki düşünce karmaşasını da ardımda bırakmak istedim. Dolabımı açarken ellerim telaşla giysiler arasında geziniyordu ama zihnim hâlâ oradaydı — annemin sesinde, gözlerinde, geçmişte ve gelecekte aynı anda.
Üzerime geçireceğim giysileri seçmeye çalışırken, bir yandan da derin bir içsel mücadeleyle baş etmeye çalışıyordum. Her ne kadar annemin varlığı bana güven verse de, içimdeki kaygı... o eksik, boşlukta salınan parçam… hep oradaydı. Ama bugün, her şeyi bir kenara bırakıp yalnızca bu günü atlatmalıydım. Önümde duran saat ne zaman bu kadar ilerlemişti, bilmiyordum. Elleri titreyen bir aceleyle bluzumun düğmelerini iliklemeye başladım.
Ardından hızlıca pantolonumu geçirdim, botlarımı ayağıma geçirip, deri ceketimi kolumun altına sıkıştırdım. Annem ise çoktan ütülü kumaş pantolonunu giymiş, şeftaliyle vanilyanın zarif bir karışımını andıran parfümünü üzerlerine serpiştirmişti. Onun odasından gelen parfüm kokusu ve topuklularının parkelere tıkırtısıyla birlikte zamanın akışı yeniden hızlanmış gibi hissettirdi.
Ben ise botlarımın bağcıklarını bağlarken annemin düzenli hareketlerinin ritmini duymaya devam ediyordum. Giyinmek bazı sabahlar gereksiz bir yük gibi gelse de, o an... bir şeyleri hatırlatıyordu bana. Bir rutine, bir aidiyete ait olma hissi. Adımlarım, sanki geçmişle şimdiki zaman arasında uzanan o ince çizgide ilerliyordu.
Saçlarımı toplarken, sanki parmaklarım arasında iplik iplik dağılan hayallerin parçalarını yakalamaya çalışıyor gibiydim. Her telin arasında yitirdiğim zamana dair bir şey vardı. Ama sonunda saçlarımı düzgünce topladım. Aynaya baktığımda, dış görünüşümün sıradanlığı beni biraz olsun rahatlattı. Çünkü önemli olan dışarı çıkıp başını dik tutmaktı. Kimseye, özellikle kendine, zayıf görünmemeliydin. Bakışlar üzerimde olacaksa bile, onları umursamayacaktım.
Kan arzumu ise… onu gizlemeliydim. Derinlere itmeliydim. İçgüdülerimi bastırmak, hayatta kalmanın kuralıydı.
Odama son bir kez göz gezdirdim. Yalnızca birkaç dakika geçmişti ama o kısa sürede her şeyin ne kadar değiştiğine inanamıyordum. Zaman, bazen sadece geçmekle kalmıyor, dönüşüyordu da. Ardından, annemin sesi duyuldu. Aşağıdan, dikkatli ama sabırsız bir tonda: “On dakika dedim, Mary.”
Derin bir nefes alıp aynaya son kez baktım. Çekmeceden bir çift yeşil lens çıkardım, aynanın karşısında dikkatlice gözlerimin üzerine yerleştirdim. Ne olur ne olmaz... İrislerim fazla dikkat çekici olabilirdi. Dişlerimi törpüleyemezdim ama gözlerimi gizlemek mümkündü.
Kapıyı açıp odadan çıkarken, kararlılıkla ama içimde hâlâ süren boşlukla merdivenlerden hızla aşağıya indim. Kalbimde taşıdığım o tarif edilemez kaybolmuşluk hissi, günün sonuna kadar peşimi bırakacak gibiydi. Ama artık bir lise öğrencisiydim. Bugün, normal bir gün gibi başlayacaktı — en azından dışarıdan öyle görünecekti.
Annem, kabanını çoktan üzerine geçirmiş, düğmelerini bile iliklemişti. Beni gördüğünde gülümsedi, sonra birden ciddileşti. Yüzümü ellerinin arasına aldı, gözlerimin ta içine baktı.
“Kan hakkında endişelenmek istemiyorum,” dedi kısık bir sesle. “Regl kokusu bile alsan, oradan anında uzaklaş. Ne olursa olsun.”
Yüzümü buruşturdum, içimden hafif bir tiksintiyle, “Elbette hayır anne. Bunu asla yapmam. İğrenç…” dedim. Sözlerim içimdeki insan yönün ağırlığını bir kez daha hissettirdi.
Annem başını eğdi, derin bir iç çekti. Ellerini omuzlarıma yerleştirdi. “Peki, haklısın,” dedi yumuşak bir sesle. “Fazla abarttım... sadece seni korumaya çalışıyorum.”
Annemin sıcak ve tanıdık dokunuşu, içimdeki fırtınayı tamamen dindirmese de, yüzeyde küçük bir dalga gibi yumuşattı. O anlık temas, varlığının güvenini hissettirse de, içimde yankılanan boşluk hâlâ geçmemişti. Kalbimin içinde uğuldayan eksiklik, özellikle de Sara’nın yokluğu, içimi kemiriyordu. Okulda her şeyin yolunda gideceğine dair zayıf bir umut taşısam da, onsuz geçen her anın yükü beni daha da içine çekiyordu.
Tam o sırada, evimizin ön bahçesine doğru yaklaşan tanıdık bir motor sesi işitildi. Chevrolet kamyonetin hırıltılı sesi havayı yırtarcasına geldiğinde, holden yıldırım gibi geçtim. İçimde bir anda yükselen gerilimle hareket ettim — adımlarım düşüncelerimden hızlıydı. Kapıyı açtım ve dışarı çıktım, annemi arkamda, yüzünde şaşkınlıkla donup kalmış halde bırakarak.
Soğuk hava hemen yüzüme çarptı; keskin ve kuru. Kuzey rüzgârı yanaklarımı hafifçe ısırırken, havadaki kurtların yoğun ve saldırgan kokusu burnuma kadar ulaştı. Tehlikeyi önceden haber veren o içgüdüsel tedirginlik bedenimi sararken, gözlerim hızla kamyonete yöneldi.
Yan koltukta Evan vardı. Koyu kahverengi gözleri gözlerime kilitlendiğinde, bakışlarında en ufak bir korku emaresi göremedim. O sakindi. Belki de fazlasıyla sakin. Sanki tüm bu olanlar onun için sıradanmış gibi. Benimse kaşlarım hafifçe çatılmış, içimdeki huzursuzluk bakışlarıma yansımıştı. Her ne kadar Evan’ın yanında o serinkanlı duruşuna alışkın olsam da, bugün farklıydı. Bugün bir şeyler fazlasıyla yanlıştı.
Tam o anda kamyonetin kapısı hışımla açıldı ve Elias dışarı çıktı. Kapıyı sertçe çarptığında çıkan metalik yankı havada asılı kaldı. Dikkatim hemen ona yöneldi.
Elias Wolfe. Frost Şerifliği’nin deneyimli, sert görünümlü kıdemli polis memuruydu. Amcası Harry gibiydi. Bugün de o tanıdık lacivert resmi üniformasını giymişti; üzerine kalın bir mont almış, sert kışa karşı hazırlıklıydı. Başındaki şapkasını çıkarıp göğsüne bastırdı, saçları biraz dağınıktı, ama alışkanlıkla eliyle düzeltti. Görünüşü her zamanki gibiydi ama buraya bir devriye arabasıyla değil, şahsi kamyonetle gelmiş olması dikkat çekiciydi. Bu resmi değil, kişisel bir ziyaretti.
O anda annem yanıma geldi, adımlarını hızlandırmıştı ama yüzünde tereddüt vardı. Refleksle kolundan tutup onu arkamda güvenli bir yere çektim. Fiziksel olarak ondan çok daha güçlüydüm, bu yüzden direnemedi. Ama kalbim ona zarar vermek değil, onu korumak için atıyordu. Bu adamların neden burada olduğunu tam olarak bilmesem de, annemi onların karşısında tutmak istemiyordum.
Fakat o da kararlıydı. Arkama geçtikten sonra kolumdan tutarak kendine doğru çekti. Bunu bir meydan okuma gibi değil, bir hatırlatma gibi yaptı. “Ben buradayım,” der gibiydi. Direnmedim. Sessizce elimi kolundan çektim. Rüzgarın içinde dolaşan soğuk, bedenimi bir kez daha sararken artık içimde hissettiğim yalnızlık daha derindi. Ama bir şekilde ayakta kalmalıydım.
Elias ve Evan’a doğru yavaş, ölçülü adımlarla yürümeye başladım. Her adımda kalbim biraz daha hızlı atsa da yüzümdeki ifade değişmedi. Arkamda kalan annemi fark ettim. O beni izliyordu, dikkatle ve sessizce. Gözleri üzerimizdeydi; hazır ama kırılgan.
“Neden buradasınız?” diye sordum net ve doğrudan bir ses tonuyla. Kıvırmaya, nazikçe sormaya hiç niyetim yoktu. Zihnimde cevaplardan çok daha fazlası vardı.
Elias bir adım attı, yüzünde duygusuz bir ifade vardı. Ciddiyeti her zaman üstünde taşıyan bir adamdı ama bugün bu ciddiyetin ardında başka bir şeyler gizlenmiş gibiydi. “Konuşmak için gelmiştik,” dedi. Sesi sakindi, ölçülü. “Kavga etmeden. Bağırıp çağırmadan.”
Gözlerim hafifçe kısıldı. Alaycı bir gülümseme dudaklarımın kenarına yerleşti. “Kuçu kuçular beni neredeyse parçalıyordu,” dedim, sesime sert bir ironi katmıştım. “Eğer annem olmasaydı, sonuçlar... pek de iyi olmazdı. Kalan son sürüde efsanelere karışabilirdi. Ve siz... siz bir yabancı wampiri Frost’a soktunuz.”