Hastanenin o gergin gecesinden sonra Meryem taburcu olmuş, Miran Efe’siyle birlikte konağa dönmüştü. Ben de üç gün Meryem’in yanında kaldıktan sonra Cihan gelip beni almış, kendi evimize dönmüştük. O üç gün boyunca her anı Miran Efe’nin minicik nefeslerini dinlemekle, Meryem’in yüzüne bakıp şükretmekle geçti. Şimdi ise bir hafta olmuştu. Bugün Cihan’ın ailesiyle birlikte Sarvanların konağına, tebrik ziyareti için gidecektik. İçimde hem tatlı bir heyecan hem de hafif bir gerginlik vardı.
Hazırlanırken elimdeki çiçekleri özenle sarmalayıp sepete yerleştirdim. Cihan yanıma gelip üzerime baktı.
“Hazır mısın Şeyda?” dedi, gözlerinde her zamanki o sakin güvenle.
“Hazırım,” dedim hafifçe gülümseyerek.
Arabaya bindiğimizde arka koltukta Gülümser anne, önümüzde ise Cihan’ın halası vardı. Yol boyu halanın hiç değişmeyen o ince ince laf sokmaları başladı. Önce normal şeylerden konuştu, sonra göz ucuyla bana bakıp, sözlerini yine torun meselesine getirdi.
“Güzel güzel gelin olmuşsun Şeyda kızım, ama bak bir ay geçti, üç ay geçti… hâlâ bir hareket yok. Gençsiniz, ne duruyorsunuz ki?”
İçimde bir şeyler düğümlendi. Yine mi aynı konu… Her defasında sanki ben suçluymuşum gibi hissettiriyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp sustum. Cihan direksiyonda bir an bakışlarını dikti, sesi sertleşti.
“Hala, yeter artık!” dedi. “Bu mesele sizin soracağınız bir mesele değil. Biz ne zaman istersek, o zaman olur. Karışmayın!”
O an arabanın içinde kısa bir sessizlik oldu. Halası dudaklarını büzüp sustu, biraz bozulmuştu. Ama benim kalbim sıcacık oldu. Cihan’ın o koruyucu tavrı, yine yanımda durması… gözlerim doldu ama belli etmedim.
Gülümser anne hafifçe öne eğildi, yumuşak sesiyle konuştu:
“Görümce, bırak artık şu meseleyi. Çocuk kısmet işidir. Daha yeni evlendiler, zamanı gelince olur. Şeyda’yı incitme.”
O an Gülümser anneye bakıp içimden bir kez daha teşekkür ettim. Gerçekten hakkını ödeyemezdim.
Konağın avlusuna vardığımızda Sarvan çoktan kapıda bekliyordu. Yüzünde yorgun ama gururlu bir tebessüm vardı. Hepimizi tek tek selamladı. İçeri geçtiğimizde Meryem sedirde oturmuş, kucağında minicik Miran Efe vardı. Bizi görünce gülümseyip doğrulmaya çalıştı ama hemen yanındaki Süreyya yenge izin vermedi.
“Sen otur kızım, misafirleri biz ağırlar, sen bebeğine bak.”
Ben hemen yanına gidip yanaklarından öptüm. “Canım, nasılsın? Yorgun musun hâlâ?”
“İyiyim Şeydam,” dedi gözleri ışıldayarak. “Allah’a şükür, oğlum yanımda ya, başka ne isterim.”
Hepimiz sırayla yanına oturduk. Gülümser anne sepetten çıkardığı hediyeyi uzattı, sonra bebek için getirdiğimiz şekerler dağıtıldı. Ortamda tatlı bir telaş vardı. Herkes sırayla Miran Efe’yi kucağına almak istiyordu.
Cihan önce biraz kenarda durmuş, sessizce izliyordu. Sonra dayanamayıp yaklaştı. “Meryem, izin verirsen biraz ben de tutabilir miyim?” diye sordu. Meryem gülümsedi, büyük bir güvenle bebeği ona verdi.
Cihan’ın yüzünü o an görmeliydiniz. Kucağındaki minicik bedene bakarken gözleri parladı, dudaklarına kocaman bir gülümseme yayıldı. Parmağıyla bebeğin minik eline dokundu, o küçücük parmaklar da hemen kavradı. Hepimiz aynı anda gülümsedik.
“Bakın, daha şimdiden güçlü tutuyor,” dedi Cihan, sesi hayranlık doluydu.
Sonra cebinden küçük, nazar boncuklu bir altın çıkardı. Bebeğin yakasına dikkatle taktı. “Bu da benden Miran Efe’ye nazarlık olsun. Allah onu her türlü kötülükten korusun.”
Sarvan Cihana bakarak “Sağ ol Cihan. Allah sizede nasip eder inşallah"
Meryemde gülümseyerek baktı cihana“Allah razı olsun Cihan ağa, bizimle bu sevinci paylaştığınız için ayrıca mutluyum.”
Cihan ise gülümseyerek, “Sagolun nasip bu işler Allah ne zaman nasip ederse o zaman olur çocuğumuz"
O an içimde öyle bir huzur yayıldı ki… Halasının sabah söyledikleri, bütün gerginlikler silinip gitmişti. Gözlerim Cihan’ın kucağında Miran Efe’ye takıldı. Minicik bedeniyle öyle tatlıydı ki, insan saatlerce baksa doymazdı. Cihan da adeta büyülenmiş gibi, bebeğin yüzünden gözlerini ayıramıyordu.
Meryem yorgun ama mutlu bir tebessümle bize bakıyordu. Süreyya yenge çayları getirirken avluda çocuk kahkahaları çınladı sanki. O an düşündüm: Bu ev artık daha da bereketlenmişti. Miran Efe yalnızca Sarvan’la Meryem’in değil, hepimizin hayatına umut gibi doğmuştu.
Avluda tatlı bir sohbet sürerken kapının gıcırtısı duyuldu. Başımı çevirdiğimde Gökhan’la karısı Aze’yi gördüm. İkisi de ağır adımlarla içeri girdiler. Sarvan hemen yerinden kalkıp onlara doğru yürüdü, tokalaştılar, kucaklaştılar. Gökhan’ın yüzünde her zamanki ciddi ifade vardı ama gözlerinin derininde yumuşak bir tebessüm parlıyordu. Yanında duran Aze ise başını dik tutuyor, ince yüz hatlarına sert bir ifade yerleşmiş gibi görünüyordu.
Bir zamanlar Gökhan’ı görür görmez içimde çırpınan hislerim olurdu. Kalbim hızla çarpar, gözlerim ondan başkasını görmezdi. Ama o an fark ettim ki… hiçbir şey hissetmiyordum. Ne kalbimde o çırpınış vardı ne de gözlerimde o eski bulanıklık. İçimde sadece sakinlik, hatta biraz da şaşkınlık vardı. Demek ki aşk da böyle bitiyordu; sessizce, haber vermeden.
Aze’nin bana baktığını hissettim. Kaşlarım hafifçe çatıldı, göz göze gelince yüzünde tuhaf bir sertlik belirdi. Sanki içinden bana bir şey söylemek istiyor ama dili varmıyordu. Bakışları beni adeta delip geçti. Anlam veremedim. Ne ona karşı bir yanlışım vardı, ne de aramızda mesafe… Ama bakışlarının ardındaki huzursuzluk beni rahatsız etti. İçimden, neden bana böyle bakıyor? diye geçirdim.
O sırada Cihan, Miran Efe’yi Sarvan’a geri verip yanıma oturdu. Onun sakinliği bana hep güç verirdi. Ama bu huzurlu an çok sürmedi. Çünkü Aze aniden ayağa kalktı, Cihan’a doğru dönüp nazik ama kararlı bir sesle konuştu:
“Cihan ağabey, seninle biraz özel konuşabilirmiyim?”
Ortam bir anda sessizleşti. Herkes merakla baktı ama kimse bir şey sormadı. Cihan gözlerimi aradı, ben de omuz silkip hafifçe başımı salladım. Git, sorun neyse çöz, dedim bakışlarımla.
İkisi avludan çıkıp konağın iç tarafına yöneldiler. Benim yüreğimde ince bir huzursuzluk kıpırdandı. Gözlerim kapıya takılı kaldı. İçimde bir şey olacakmış gibi tuhaf bir his vardı. O dakikalar sanki saatlere dönüştü. Çayın dumanı tüterken, kahkahalar yükselirken, ben sadece bekledim.
Yaklaşık on dakika sonra Cihan geri döndü. Yanında Aze vardı ama o başka bir yöne ilerleyip oturdu. Ben ise Cihan’ın yüzüne kilitlendim. Gözlerinde biraz önceki sıcaklık yoktu. Omuzları hafifçe çökmüş, yüzü solmuştu. Kalbim sıkıştı. Kimse fark etmedi belki ama ben fark ettim. Çünkü ben Cihan’ın en ufak mimiklerini bile ezbere bilirdim. Bir şey olmuştu.
Yanına oturduğunda sesini çıkarmadım. Yalnızca elini tuttum ama o parmaklarını gevşek bıraktı. İçimde soğuk bir rüzgâr esti.
Bir süre sonra Gülümser anne kalkıp “Hadi biz de yavaş yavaş çıkalım, yeter bu kadar kalabalık,” dedi. Hazırlık yapıldı, vedalar edildi. Meryem’i bir kez daha kucakladım, Miran Efe’nin minicik ellerini kokladım. Sonra konağın avlusundan çıktık.
Arabaya bindiğimizde Cihan direksiyona geçti. Normalde bana gülümseyen, küçük şakalar yapan, yol boyunca sohbet eden Cihan’dan eser yoktu. Yüzü donuktu, gözleri yolda ama düşünceleri başka yerdeydi. Sessizlik ağır ağır içimizi doldurdu. Ona dönüp konuşmak istedim, “Ne oldu, Aze ne söyledi?” diye sormak istedim. Ama sesim çıkmadı. Dudaklarımı araladım, yutkundum, sonra sustum.
Yalnızca içimden düşündüm: Cihan’ın omuzlarını çökerten şey neydi? Aze ne konuştu onunla? Ve neden bana söylemiyor?
tam şu an hissettim ki… bizim için yeni bir dönemeç başlıyordu. Ama nasıl bir dönemeçti, bilmiyordum. Tek bildiğim, Cihan’ın bana karşı o sıcaklığının yavaş yavaş soğumaya başladığıydı. Ve bu soğukluk, kalbimi ürpertiyordu.