27 Temmuz 2025, İstanbul – Saat 02.13
Bugün hiçbir şey olmadı. Ama belki de tam da bu yüzden yazmalıyım.
Otuz iki yaşındayım. Adım Emir. Bir bankta oturuyorum şu an. Üzerimde siyah, ucuz bir tişört, ayağımda yarısı açılmış bir spor ayakkabı. Bu saatlerde İstanbul sessiz gibi görünür ama aslında gürültü içeridedir. İnsanların içinde. Benim içimde.
Yedi gündür duş almadım. İki gündür yemek yemedim. Son paramı dün gece bir marketten alınmış ucuz şarap şişesine verdim. Tadı berbattı ama dert sormuyordu en azından. Kafamı çevirdiğimde sokağın köşesindeki lamba hala titriyor. Aylardır o lamba böyle. Ben de aylardır böyleyim zaten.
Geçmişim dediğim şey, bir müzik gibi sürekli tekrar çalıyor kafamda. Hep aynı melodi. Sessizliğin içinde bağıran bir notalar zinciri.
Ben dört yaşındayken annem öldü. Onu öz babam vurdu. İnsan annesinin ölüşünü hatırlar mı? Hatırlar. Hele ki silah sesiyle uyanmışsa ve annenin kanı, oyuncak ayının bacağına kadar ulaşmışsa… Hatırlar.
Babam, annemin bir başkasıyla olduğunu öğrenince, cinnet getirmiş. Bunu yıllar sonra öğrendim. O zamanlar sadece “annen uyuyor, kalkmayacak” dediler. Sonra devlet beni başka bir eve verdi. Adımı bile değiştirdiler. O evde “evlat” sayılmazdım. Fazlalıktım. Üveydim. Öyle öğrendim ki “ailen” denilen şey sadece soyadı değil, aynı zamanda görünmez bir duvardı. İçine alınmazsan, nefesin yetmez.
Yıllar sonra, öz babam hapisten çıktı. 25 yıl yatmış. Beni hiç aramadı. Zaten nereden bulacaktı ki? Ben artık başka bir isimdim, başka bir hayatın küflenmiş parçası. Sonra bir gün haberini aldım: Bir parkta ölü bulunmuş. Yüksek doz. Cezaevi onu yutmuş, dışarıda da kusmuştu. Kendini ne kadar öldürmek istediyse o kadar yaşamıştı. Tamamlamıştı artık eksik kalan cinayetini.
Ben 27 yaşındayken bir kadına aşık oldum. Deli gibi. Deli derken mecaz yapmıyorum; gerçekten aklımı kaybettim onun yanında. Adı Lale’ydi. Gülüşü karanlıktı ama bana ışık gibi gelmişti. Kırmızı oje sürerdi, kibritle sigara yakardı. Herkes ondan uzak dururken ben yaklaşmak istedim. Çünkü o bende olmayan her şeydi: cesaret, karanlık, özgürlük.
Onu bir gün eve erken geldim diye kaybettim. Anahtarı çevirdim. İçeriden sesler geliyordu. Kendi evimin içinde. Kapıyı açtım. Gördüm. Onu ve en yakın arkadaşımı.
Birbirlerine sarılı çıplak iki yabancı.
Ben sadece o an ne kadar yalnız olduğumu değil, aslında hiç var olmadığımı anladım.
O günden sonra aynalara bakmadım. O gün bugündür hiçbir kadının gülüşüne inanmıyorum. Belki de hiçbir gülüşe.
Bugün tam beş yıl oldu. Tam beş yıl. Bu gece, geçmişin tortusu biraz daha koyulaştı içimde. Sanki içimden birisi kalkıp “yeter artık” demeye çalıştı ama sesi çıkmadı.
Yolda eski bir defter buldum. Çöp konteynerinin yanına bırakılmıştı. Dışı yıpranmış, içi boş. Belki bu defter benden daha değerlidir diye düşündüm önce. Sonra düşündüm ki, belki ikimiz de kırık olduğumuz için birbirimize iyi geliriz.
Bugünlük ilk sayfamız bu olsun.
Adım Emir.
Beş kuruşum yok.
Bir geleceğim yok.
Ama galiba bir defterim var.
Ve belki de bu, bir başlangıç sayılabilir.