“İşte!” dedi Olaf, mağarayı göstererek. “İçerisi bize yetecek ve bir ateş yakacak kadar büyük. Etrafı da kolaçan ettim, herhangi bir ize rastlamadım.”
“Güzel,” diyerek karşılık verdi Serúnor, sonra Rexar’a döndü. “Uyumadan önce ateş başında senin öykülerini de güzelce dinleriz, sonra gönül rahatlığıyla uyuruz. Yarın gideceğimiz millerce yol da gözümde büyümüyor değil, iyice dinlenelim.”
“Vay canına!” diyerek tepki gösterdi Rhoni. “Koca sakallı öyküler mi anlatacak? Gerçekten mi?”
Rexar çocuğa somurtarak baktı. “Bugün çok yorgunum, uyumak istiyorum,” dedi ve mağaraya girdi.
Serúnor göz kırparak, suratı asılan Rhoni’nin omzuna vurdu. Dâl’yne ile Rhoni’nin mağaraya girmesini bekledi ve ardından kendi de girdi. Son olarak, etrafa kısaca göz atan Olaf, girişin yanında duran koca bir kaya parçasını iterek mağaranın ağzını daralttı.
Mağaranın içi saf kayadandı ve zemini de kuru topraktı. Arka köşede duran büyük odun parçaları da burada daha önce birilerinin konakladığını gösteriyordu. Olaf ile Serúnor, kuru odunları ortaya getirerek kısa sürede büyük bir ateş yaktılar ve mağaranın içi ateşten yayılan kırmızı ışıkla doldu. Rhoni, ellerini ateşe doğru uzatarak ısınmaya çalıştı. Dâl’yne ise Rexar’ın sırtında taşıdığı çantanın içindeki eski pelerinleri alarak genişçe açtı ve yere serdi. Rexar da yiyecekleri çıkararak yemek için hazırladı.
Ateş başında yenilen yemek sırasında gezginler Rhoni’ye birçok soru sordular. Soruların bir kısmına cevap alabildiler, bir kısmına ise hiçbir cevap alamadılar. Ailesiyle ilgili soruları cevapsız bırakan Rhoni, geçmişine dair birçok soruyu da başını iki yana sallayarak geçiştirdi.
Yemek biter bitmez Dâl’yne, su matarasının içine bir parça meyan kökü attı ve matarayı ateş başında ısıttı. Sonra, Vjorn’de yaralanan Komutan Holmfast’ı iyileştirmek için kullanmış olduğu, yeşil sıvıyla dolu küçük cam şişeyi çıkardı ve o yeşil sıvıyı sıcak suyla ve meyan köküyle dolu mataranın içine birkaç damla akıttı.
Sıcak suyla ısınan meyan kökü yüzünden, mağaranın içine ilk başlarda kötü bir koku yayılmış olsa da, lîrinin eklediği yeşil sıvıyla kötü koku kısa sürede dağıldı. Dâl’yne’nin yaymış olduğu güzel ve keskin kokular içlerini ferahlattı.
Lîrinin bitki çayı hazırladığını gören Serúnor, onun ne için bunu yaptığını merak ediyordu. Rhoni de tıpkı Koyaklı gibi merakla lîriyi izliyordu.
“Bu nedir?” diye sordu Rhoni.
“Sadece bitkisel bir çay,” diye karşılık verdi Dâl’yne. “Bunu içen kişiler iyileşir, yorgunluklarını atar ve kendilerini güzel hissederler.”
Sonra Rhoni, ateşin diğer tarafında otururken bir şeyler homurdanan Rexar’ın yanına gitti. “Sen niye bu kadar kısasın?”
O sırada Serúnor, Olaf ve Dâl’yne gülmemek için kendilerini zor tuttular. Hattâ Olaf dayanamadı ve kahkahayı patlattı; kaba sesi mağarada yankılandı.
Soruya sinirlenen, ayrıca Olaf’ın kahkahasına daha da sinirlenen Rexar, “Çünkü ben bir cüceyim, cüceler kısa ve güçlü olur!” dedi sert bir şekilde.
“Vay canına! Cüce mi?” diye şaşırdı Rhoni. Çocuğun yumuşak sesi mağarayı doldurdu. “Daha önce hiç cüce adam görmemiştim. Şu masallarda anlatılan savaşçı cücelerden mi? Yoksa dağların altındaki oymacı cücelerden mi?”
“Evet evlat,” dedi Serúnor. “Asık suratlı savaşçı ve oymacı cücelerden...”
Olaf hâlâ gülüyordu ve gülmekten konuşamıyordu.
“Masallarmış...” dedi Rexar somurtarak.
“Ben fazla masal bilmem ki?” dedi Rhoni ve bir şeyler hatırlamaya çalışır gibi kafasını kaşıdı. “Bir keresinde Marani anlatmıştı. Uzaklarda yaşayan cücelerden, devlerden, yaratıklardan bahsetmişti.” Rhoni yutkundu ve heyecanlı ses tonu giderek soldu. “Sonra Marani gitti, bir daha böyle şeylerden konuşabileceğim kimse olmadı.”
“Marani kim?” diye sordu Dâl’yne.
“Şey, o kız benim arkadaşımdı,” dedi Rhoni. “Sürekli kaçardım ve onun yanına uğrardım, bana etli ekmekle meyveli ezmelerden verirdi. Tek arkadaşımdı. Bir zaman sonra onu bir daha göremediydim, gittiydi. Gitmeseydi yalnız kalmazdım. Hattâ doğru ya, beni de yanında götürecekti ancak götürmedi; belki de götüremedi.”
O sırada mağarada çıt çıkmıyor, sadece ateşte çıtırdayan odunların sesi duyuluyordu. Gülücükler saçan Olaf bile sessizleşti. Tam o sırada tekrardan heyecanlanan Rhoni Olaf’ın önüne gelerek, “Sen neden bu kadar irisin? Daha önce hiç senin kadar kocaman birini görmemiştim,” dedi.
Yarım kalan neşesini bir köşeye bırakan Olaf, soru karşısında afalladı ve öksürüklere boğuldu. “Çünkü delikanlı,” dedi güçlükle, “ben bir Kuzeyliyim. Ve Kuzeyliler en az benim kadar iri olurlar.”
“Adın ne?” diye sordu Rhoni.
“Olaf Stonebrook,” diye karşılık verdi Olaf, gülümseyerek. Sonra cüceyi işaret etti. “O huysuz dostumuzun adı da Rexar’dır. Öyle kaba göründüğüne bakma, çok sevimlidir. Hele sana öyküler anlatmaya başlasın, o zaman onu çok seversin.” Sonra Serúnor’u işaret etti. “O da Serúnor’dur. Çok iyi bir adamdır, inan bana.”
Ateşten yayılan dumanlar, mağaranın ağzından dışarıya doğru süzülürken dışarıdan hafif çıtırtılar duyuldu; bu ses, inceden yağmaya başlayan yağmurun sesiydi. Kısa süre içinde şiddetini iyice artıran yağmur, kayalıkların çıplak yüzünü dövmeye başladı.
Gök gürlemesinden korkan Rhoni, usulca Dâl’yne’nin yanına sindi. Lîri ise çocuğun sarılı olan yaralı bacağını açarak bir şeyler mırıldandı. Rhoni lîrinin gözlerindeki yeşil parıltıları fark etti. Daha sonra lîri, hazırladığı bitki çayını çocuğa uzattı ve içirdi. Rhoni’nin gözünün altındaki ve bacağındaki yaralar kısa sürede iyileşti; diğerleri, bu kudreti daha önce görmüş olmalarına rağmen bir kez daha şaşırdılar. Sonra Dâl’yne, hazırladığı içecekten birkaç yudum da diğerlerinin içmesini istedi. Olaf ve Serúnor bunu seve seve kabul ettiler, ancak Rexar bitki çayını gönülsüzce içti. Kısa sürede hepsi daha iyi hissetmeye başladılar ve gözlerinin önündeki yorgunluk buğuları, ateşten yayılan dumana karışarak mağaradan çıkıp gitti.
“Vay canına...” dedi fısıltıyla Rhoni, ateş ışığında kızılca parlayan gözlerini kocaman açarak. Sonra lîriye döndü. “Sen büyücü müsün?”
“Ben lîriyim,” diye karşılık verdi Dâl’yne. “Bana Dâl’yne diyebilirsin ufaklık.”
“Lîri misin?” diye sordu Rhoni ve ardından gözlerini kayalık tavana dikerek düşündü. Sonra bilmez bir tavırla başını iki yana salladı. “Masallardaki gibi mi?”
“Lîriler eşsiz güzellikteki, insan gibi görünen varlıklardır,” diye atıldı Serúnor. “Masallarda da öyle anlatılır evlat. Ben de senin gibi haklarında pek bir şey bilmezdim, yeni öğrendim sayılır.”
“Nasıl yani?” diye sordu Rhoni, büyük bir merakla.
“Yani, şey gibi...” Serúnor duraksadı.
O sırada Dâl’yne sözü aldı. “Zarif insanlar gibi görünen, parlak, beyaz tenli, bilge varlıklardır lîriler. Uzun saçlılardır ve gözleri kül grisidir. Saflığı simgelerler ve hiçbir kötülük tarafından ele geçirilemezler ve bu noktada insanlardan ayrılırlar; çünkü insanlar tamahkârdır.” Kendi ırkından, yurtlarından, akrabalarından ve yaşadıkları yerlerden bahsetti.
Dâl’yne anlattıkça Rhoni büyük bir keyifle dinledi. Hattâ Olaf ve Serúnor da ateş başında geçen bu sohbete katıldılar. Ancak Rexar diğer köşede suratı asık bir şekilde oturuyordu, lakin bir kulağı da bu sohbetteydi.
Olaf soğuk bir şekilde gülümsedi. “Ayrıca ufaklık, onlar kendilerinin yeryüzündeki en üstün ırk olduğuna inanırlar.”
Dâl’yne ise Kuzeyli adamın söylemiş olduğu söze karşılık hiçbir tepki vermedi.
“Bir keresinde,” dedi Rhoni ve anımsamaya çalışırmış gibi saçlarını karıştırdı. Ardından bir anda hatırlamış gibi heyecanlandı. “Bizim kente önceden büyük bir gemi gelmişti. Ben de bizimkilerin çalıştığı mavnadaydım ve gemiyi yakından gördüydüm. İnanır mısınız o gemi gibisini daha önce hiç görmemiştim, çok koskocamandı. Sonra içinden kara kara insanlar indi, böyle kafalarında demirden başlıklar vardı. Korsanlarla savaşmışlar, öyle dediydi bizim mavnadaki büyükler. Ama sonra, o gelen kara tayfa savaşa gidermiş gibi hazırlık yaptı, çok korkunç gibiydiler. Limandan demir aksamlar aldılar ve sonra da denize açıldılar. Bizimkiler onların tehlikeli adamlar olduğunu söylemişti ve onlar gibisini bir daha görmediydim. O savaşçılar hiç bizim kentteki askerlere benzemiyorlardı. Kocaman kılıçları vardı, tam bu kadar.” Ellerini iki yana açarak, sözü geçen kılıçları tarif etti.
“O da bir şey mi?” dedi Rexar, köşeden homurdanarak. “Biz cüceler gibi savaşçılar mı var? Biz daha geçen kocaman bir ejderhayla boğuştuk. Korsanlar ne ki?”
“Ne!” diye çığlık attı Rhoni. “Ejderha mı? Yanlış mı duyuyorum yoksa cüce adam bir ejderha mı dedi?”
Rhoni’nin eğleniyor olmasından mutlu olan Serúnor, Olaf ve Dâl’yne birbirlerine bakarak gülümsediler. Çocuk onlar için, yanlış zamanda gelen tatlı bir neşe kaynağı olmuştu.
Rexar ise bakışlarını mağaranın dışına yönelterek yağmurun sesini dinledi. Sonra hafif bir ses tonuyla, “Ejderha...” diye tısladı.
Serúnor, Rexar’ın küskün duruşuna içerlemiş olmalıydı ki, kalkarak onun yanına gitti ve öyküler anlatması için davette bulundu. Cüce ise ilk başta karşı çıkmış gibi görünse de sonradan, Rhoni’nin istek ve hevesi karşısında sohbete katılmaktan geri kalmadı.
“Ben hiç böyle masallar dinlememiştim,” dedi Rhoni, iç geçirerek. “Bir keresinde gizli gizli masal dinlemek için İhtiyar Tom Amca var, onun bahçesine gitmiştim diğer çocuklara katılıp. Ancak Kononal beni orada yakaladı ve döverek götürdü. O gün kimseden bir şey çalamadığım için çok dayak yemiştim. Hem masalları da dinleyememiştim. İçim hep onlarda kalıyordu çünkü o çocuklar Tom Amca’nın masallarını dinliyorlardı. Bense uzaktan onları izliyordum...”
“Bu Kononal da kim?” diye sordu dişlerini sıkan Olaf. “Yoksa o adam mı? Hani geçen seni bizim yanımızdan götüren...”
Rhoni evet anlamına gelecek şekilde başını salladı. Sonra gözlerini yere indirerek başını eğdi. Ama kısa bir süre geçince aniden Rexar’a döndü. “Gerçekten öyküler anlatacaksın değil mi, ejderhadan bahsedeceksin?”
Ne diyeceğini bilemeyen Rexar ise önce Serúnor’a, sonra Olaf’a, ardından da Dâl’yne’ye baktı. Daha sonra Rhoni’ye döndü ve hiç görmediği bir manzarayla karşılaştı; çocuğun gözleri öyle umut dolu, öyle hevesli bir şekilde parlıyordu ki bu masumiyet karşısında Rexar’ın yüreği paramparça oldu. Serúnor cücenin omzuna birkaç kez yavaşça vurdu.
Sonunda inadını kırmayı başaran Rexar, “Anlatacağım bacaksız, sana bir sürü öykü anlatacağım,” dedi.
Yüzünde alevlerin titrek ışıkları oynaşan Rhoni, bir anda sevinçle havaya sıçrayarak tiz bir çığlık attı ve ses mağaranın içinde yankılandı.
İçerisi, büyük kayalar sayesinde geceleyin bastıran soğuktan korunurken, dışarda yağmurun şiddeti de her geçen dakika artıyordu. Şıpırtı sesleri kulağa hoş geliyor, ancak rüzgârın uğultusu içleri ürpertiyordu. Mağaranın içi yakılan ateş sayesinde oldukça ısınmıştı, gezginlerin içi ise cücenin anlattığı öykülerle ısınıyordu. Rexar, anlattığı öyküleri fazlasıyla abartıyor ve bazı öykülerin de abartılmayı hak ettiğini savunuyordu.
Rhoni ilk kez duymuş olduğu sözcükleri ve merak ettiği her şeyi sorguluyor, ikide birde cücenin lafını bölüyor ve gezginleri sürekli soru yağmuruna tutuyordu. Aralarında, bir şeyi açıklama şekli en iyi olan Dâl’yne ise tüm soruların cevaplarını çocuğun kulağına fısıldıyordu.
Gecenin geç saatlerine kadar Rexar’ın öykülerini dinlediler. Rexar çocuğa öyle alışmıştı ki, çocuk uyuyakalmasına rağmen kimse görmeden onu dürtükleyerek öykülere devam etmek için uyandırmaya çalıştı. Ancak Dâl’yne Rhoni’nin üzerini örtüp onu yatırdığında, Rexar suratını asarak uzak köşeye kıvrıldı. Serúnor ile Olaf dışarıya çıkmışlar, sağdan soldan buldukları kuru odun parçalarını mağaranın ağzına getirmişlerdi. Olaf bu geceki nöbeti üstlenmiş olmasına rağmen, Serúnor belli bir saatten sonra nöbeti devralacağını belirtmişti.
Koyaklı adam, Olaf’ı dışarıda bırakarak kolları arasında taşıdığı odun parçalarını ateşin üzerine koydu ve ateşin çoğalmasını sağladı. Sonra diğerlerinin uyuduğunu fark ederek gülümsedi ve ardından boş köşeye giderek kıvrıldı.
Olaf Stonebrook, kukuletasını çekmiş, mağaranın yan tarafında üstü kayalıklar ve çalılardan oluşan korunaklı bir açıklıkta rahatça oturuyordu. Piposuna özenle koyduğu otları da yaktıktan sonra yağmurun coşkun sesini dinlemeye dalmış, yalnızlığın tadını çıkarmaya başlamıştı. Dostlarını, görevlerini ve yeni yol arkadaşları olan Rhoni’yi düşündü; çocuk, kendisini kaya gibi gören Olaf için bile farklı bir anlam taşıyordu, çünkü kalbinin içinde bir yerlerde hâlâ bazı masum duyguların var olabildiğini hissetmişti.
Piponun ucunda parlayan ateş, Olaf’ın yüzüne yansıyor ve gözlerini aydınlatıyordu. Uzun, beyaz bıyıklarının altındaki dudaklarının arasından usulca üflediği dumanların göğe süzülmesini izleyen Kuzeyli adam, yüzünü buruşturarak acı çeker gibi bir hâle büründü. Şiddetle yağan yağmurun sesi ise onu uzaklara götüren bir ninni hâlini almıştı. Geçmişini düşünüyordu Olaf; büyük kahramanlıklarla ve büyük acılarla dolu geçmişini...
Uzaklarda parlayan şimşekler gök gürültülerini, gök gürültüleri yağmuru, yağmur ise geceyi kovaladı durdu. Kara bulutlar bir türlü gündüzü göstermiyordu. O kara bulutların kasveti altında titreyerek uyanan Serúnor, kaşlarını çatarak, dalgalanan ateşe daldı; yakasını bırakmayan bir kâbustan güçlükle uyanmış gibiydi. Daha sonra, Koyaklı adamın parlayan gözleri Rexar’ın üzerinde dolandı; cücenin horultusu tüm mağarayı inletiyor, lîri ile Rhoni ise bu sese alışmışlar gibi kıpırtısız bir şekilde yan yana uyuyorlardı. Serúnor onların bu sesten rahatsız olmamasına hayret etti ve Rexar’a dönerek kıkırdadı. Eğer mağaranın yakınlarından biri geçecek olsaydı, korkarak mağaradan uzaklaşırdı, diye aklından geçirdi. Çünkü yakınlardan geçen kişi, bu horultu yüzünden burayı bir ayının ini sanardı.