Serúnor gözlerini ovuşturarak dışarıya çıktı ve temiz havayı içine çekti. Yağmurun bir an bile durmamasına şaşırmadı, çünkü hava sabahtan beri doluydu ve boşalmak için geceyi beklemişti. Sonra, Koyaklı adam hemen yan tarafta tek başına oturan Olaf’ın yanına vardı.
“Görünen o ki,” dedi Serúnor, uzaklara bakarak, “gece boyunca yağmurla sohbet etmişsin.”
“Doğrusunu istersen, dinlendirici bir sohbeti var,” diye karşılık verdi Olaf.
Serúnor göz ucuyla Olaf’a baktı. Sonra tekrar uzaklara, sisle kaplı karanlıktan başka bir manzarası olmayan kuzey yönüne döndü. “O hâlde biraz da ben dinleneyim.”
Koyaklı gibi gözü ilerde olan Olaf, gülümseyerek ona döndü ve duraksadı. “Seni iyi ki tanımışım Koyaklı,” dedi. “İyi ki senin gibi bir dostla omuz omuzayım. Uzun zamandır, böyle bir yolculuğa ihtiyacım varmış gibi hissetmiştim; aslında sağlam bir dostluğa ihtiyacım varmış. Orverg’in soğuğunda büyümüş Olaf’ın buz gibi yüreği bile ateş gibi artık. Ah o eski günler... O zamanlardaki gibi hissediyorum.”
“İyi ki ben de senin gibi yiğit bir adamla omuz omuzayım,” dedi Serúnor, tüm içtenliğiyle Olaf’a bakarak. “Güçlü dostluklar güç bozulur. Bizi önemli bir görev bir araya getirmiş olsa bile, görevimiz nihayete ermiş olsa da hep dost kalacağız.” Parmaklarını gözlerine sürerek bir işaret yaptı. “Gözlerin şişmiş koca adam. Nöbet sırası bende, uyku sırası sende.”
Serúnor’a nöbeti devredip mağaraya yönelen Olaf, birkaç büyük adım atarak tam girişin önüne gelince duraksadı ve geriye döndü. “Yakala!” dedi Serúnor’a ve küçük bir kese fırlattı.
Bir hamlede keseyi yakalayan Serúnor, onun tütün kesesi olduğunu hemen anladı. Sonra Olaf’a teşekkür etti ve içeriye yönelen adamın ardından, “Horlayayım deme sakın, zaten Rexar’ın horultusu yetiyor,” diye seslendi.
İçindeki huzursuzluğu, yaktığı piposundan derin bir nefes çekerek bastırmaya çalışan Serúnor’un aklında Altınkoyak vardı. Babasını ve evini düşündü. Sonra eski dostu Lerinard’ı anımsayarak iç geçirdi. Uğuldayan rüzgârlar, kayalıklara çarpan yağmur damlaları bile Koyaklı adamın dikkatini dağıtmıyordu. Daha sonra Kaptan Sarn’ı düşündü Serúnor; onun da karanlık sulara, hiçliğin içine düşüşünü anımsadı. Yaşadıkları, bir şerit gibi gözlerinin önünden geçerken Rhoni’ye gelmişti sıra. Serúnor, çocuğun kaderinin kendi yollarıyla kesişmesine iyi taraftan bakmaya çalışıyordu, ancak Rexar’ın sözlerini de hiçe sayamazdı; cücenin deyimiyle çocuk onlar için yük olacaktı.
Çocuğun kaderinin karmaşasına akıl erdiremeyen Serúnor, piposundan birkaç duman daha çekti. Sonra, daha küçücük bir çocukken, babası Grandach’ın kendisine söylediği sözleri anımsadı. “Küçük bir çocuksun Serúnor, ancak yapacağın işler neden büyük olmasın?” demişti babası ona. Bu sözleri Rhoni için düşünen Serúnor, onun da küçük olmasına rağmen boyundan büyük işlere bulaşmasına göz yumabilecek miydi?
Saatler Koyaklının düşüncelerini bile yormuştu. Kapalı bulutlar arkasından güneşin solgun ışıkları belirirken, yağmur da durmuştu. Serúnor, mağaranın içinden gelen sesleri duydu ve gidip dostlarına baktı; Olaf hariç herkes uyanmıştı. Rhoni şiş gözlerini ovuşturuyor, kapının ağzında gölge gibi beliren Serúnor’a masumiyetle bakıyordu. Dâl’yne ise Rexar’la beraber eşyaları topluyordu.
“Hiç uyumadın mı Koyaklı?” diye sordu Dâl’yne.
“Gece yarısı Olaf’tan nöbeti aldım,” diye karşılık verdi Serúnor. Sonra dışarıya bir göz atarak tekrar lîriye döndü. “Bir an önce yola çıksak iyi olur. Yağmur durdu ve sert rüzgâr kesildi. Güzel bir gün olacak gibi.”
“Güzel, çamurlu ve yorucu,” dedi Rexar, suratını asarak.
“Maceraya çıkıyoruz!” diye çığlık attı Rhoni, sıçradı ve saçlarını karıştırıp hazır duruma geldi. “Maceraya hazırım, hem de herkesten daha çok.”
Çocuğa gülümseyerek bakan Dâl’yne, bir süre sonra ciddiyetini takındı. “Sıkı giyinmelisin Rhoni, dışarısı soğuk ve biz hasta olanlarla maceraya çıkmayız.”
Rhoni ise lîrinin söylediğini anlamış gibi yaparak kafasını salladı. “Sen beni iyileştirirsin ki, sen lîrisin.”
Dâl’yne hiçbir cevap vermeden, kendisine gülerek bakan Serúnor’a döndü ve dudağını çizgi gibi sağa doğru gerdirerek gülümsedi.
En son Olaf uyandı ve dostlarının hazırlandığını gördüğünde yola çıkma vakitlerinin geldiğini anladı. Yüzündeki kırışıklıklar kaybolmuş gibiydi ve Olaf yeterince tazelenmiş, kendini yenilenmiş hissediyordu.
Gezginler ayaküstü bir şeyler atıştırdılar, sabaha karşı sönmüş ateşten geriye kalan kül yığınının üzerine bir miktar su döktüler ve pelerinlerine sarınıp dışarıya çıktılar. Geceden kalan esintiler, bu saatlerde etkisini tamamen yitirmişti ve hava şaşırılacak kadar güzeldi.
Olaf ile Rexar, çocuğu da alarak Alçak Dağlar’ın eteğinden usul usul inmeye başladılar. Dâl’yne mağaranın ağzındaki Serúnor’u bekliyordu ve Koyaklı adam ise kısa sürede lîrinin yanına geldi. Lîri, Suyun Yüreği’ni koruyan kutuyu taşıması için Serúnor’a verdi. Serúnor da kutuyu alarak pelerinin iç cebine koyduktan sonra lîri ile birlikte aşağıya inmeye başladı.
Zirvelerinde sis bulutları yuvarlanan Alçak Dağlar’ın eteklerinden kurtulduklarında, gündüz gözüyle daha bir mutlu görünen Rhoni, Olaf ile Rexar’ın etrafında seke seke ilerliyordu. Serúnor ile Dâl’yne ise onları arkadan takip ediyorlardı. Serúnor, Rexar’ın çocuğa karşı olan sıcaklığına hayretle bakıyordu.
Gezginler kısa bir yürüyüşün ardından, kuzeye kıvrılan yola ulaştılar nihayet ve bu yoldan ilerlemeye başladılar. Bir süre sonra, yassı yaprakları yağıştan dolayı yeşilce parıldayan ağaçlar belirdi. Onların köknarlar olduğunu anlayan Koyaklı, gövdelerinin açık boz rengine bakarak Koyak İskeleleri’nin güneyindeki ağaçlık alanları anımsadı.
Gezginler, bir kısmı çamura dönmüş topraklı yolda özenle ilerlediler. Olaf Rhoni’yi zaman zaman kucağına almak zorunda kalıyordu, çünkü çocuk çamurun arttığı kısımları geçmekte zorlanıyordu.
Günün zayıf ışıkları altında yolculuklarına devam ederlerken, Dâl’yne’nin endişesini onun parlak gri gözlerinden okuyan Serúnor, kendi düşüncelerini bir kenara bırakarak merakla ve çaktırmadan lîriyi izliyordu.
“Gücüm azalıyor Koyaklı,” dedi Dâl’yne, Serúnor tarafından izlendiğini hissederek. “İçim soğuyor, parmaklarım karıncalanmaya başladı.”
“Bu da ne anlama geliyor?” diye sordu Serúnor, kötü bir durum varmış gibi.
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi lîri ve suratını astı. “Kötü bir güç hissediyorum, lakin tehlike anlamında değil. İçimdeki hisler beni uyarıyor.”
“Neye karşı uyarıyor?” Serúnor lîrinin koluna usulca dokundu. “İstersen dinlenebiliriz.”
“Yo hayır,” dedi Dâl’yne. “Gitmemiz gereken çok yol var, kuzey yoluna ulaştığımızdaysa yolculuğun geri kalan kısmı bizim için daha kolay geçecektir.” Lîri hafifçe öksürdü. “Sanırım mağarada bulmuş olduğum kitap beni biraz yoruyor, ondan kaynaklı bir huzursuzluk olabilir.”
Serúnor lîriyi anlamaya çalışarak kısa bir süre düşündü ve başıyla onayladıktan sonra meraklı bir şekilde, “O garip kitap,” dedi. “Bir süredir onunla çok fazla zaman geçiriyorsun. Her an her saniye aklında o varmış gibi, seni çok fazla düşündürüyor. Bilmiyorum, bu doğru mu? Yani kendini bir kitap için çok fazla yorman, doğru bir şey mi?”
Dâl’yne huşu içindeki bakışlarını Serúnor’a çevirdi. “Hâlâ çözemedim Serúnor. Çözmem gerekiyor çünkü içindeki sır her neyse, çok büyük bir önem taşıyormuş gibi hissediyorum. Çok farklı...”
O sırada Rexar ile Rhoni adımlarını hızlandırarak yolun çalılarla daralan bir köşesini döndüler. Olaf da onları yakalamak için hızlanırken bir taraftan da söyleniyordu. “Beni yoruyorsunuz yerdenbitmeler,” diyordu onların arkasından.
Bir süre dikkatini öndekilere veren Serúnor tekrardan, yanında yürüyen Dâl’yne’ye döndü. “Nesini çözemedin ki?” diye sordu, bir cevap almayı bekleyerek. Ancak kafası karışık gibi görünen lîriden bir cevap gelmediğini görünce de sözlerini sürdürdü. “Yardımcı olabilirim, gerçi pek anlamam öyle kitaplardan ama elimden gelen bir şey olursa her zaman yardım edebilirim.”
Ellerini göğsünde kavuşturan Dâl’yne, gülümseyerek Serúnor’a baktı. “Biliyorum, elinden gelseydi yardım ederdin,” dedi. “Ancak kitap garip işaretlerle süslenmiş; bazı sayfalarındaki harfler mürekkeple değil kanla yazılmış, anlayamadığım bir kitap. Bu yüzden antik dillerle alakalı başka kitaplar satın aldım ya. Ancak hâlâ bir çıkış yolu bulamadım. Yeryüzünde bu dili bilen birilerinin olacağını da pek sanmıyorum. Daha çok çalışıp araştırmam gerek.”
“Umarım çözersin,” diyerek iç geçirdi Serúnor. “Senin gibi birinin hislerinde yanılacağını düşünmüyorum. Sen, o kitap önemli diyorsan kesinlikle önemlidir lakin kendini buna kaptırıp pek fazla yorulmana da göz yumamam.”
O sırada, gezginler etraflarını saran çalıların arasında ilerlerken, en önde giden Rhoni’nin çığlıklarını işittiler. “Böğürtlen ağaçları! Böğürtlen ağaçları!”
En arkadan ilerleyen ve onun tiz sesini duyan Serúnor ile Dâl’yne, ilk başta endişeye kapılmış olsalar da, sonradan seslerin sevinç çığlıkları olduğunu fark ettiler ve hızla diğerlerinin yanına doğru gittiler.
“Böğürtlen mi?” dedi Rexar, kendi kendine konuşurmuş gibi. “Bu mevsimde mi?”
Olaf’ın gözleri kocaman açıldı. “Bunlar, Doğu Mbasoulular’ın özel olarak yetiştirdiği, güz mevsiminde çiçek açan kış böğürtlenleridir. Yeryüzünde başka hiçbir yerde kış böğürtlenleri bulunmaz.”
Serúnor ile Dâl’yne, birkaç dakika içerisinde diğerlerinin yanına ulaştığında, Olaf, Rexar ve Rhoni çoktan yol kenarındaki böğürtlen ağaçlarına girişmişlerdi. Kan kırmızısı renkteki böğürtlenler, tam olarak olgunlaşmışlardı ve dört gözle hasatı bekliyorlardı. Dudakları, ağzının çevresi ve elleri kırmızıya boyanan Rhoni, ağaçtan tek tek kopardığı böğürtlenleri büyük bir iştahla yiyordu. Rexar’ın görüntüsü de ondan farksızdı. Olaf ise uzun boyu sayesinde daha yukarıdaki böğürtlenlere dadanmıştı.
Onların bu hâline gülen Dâl’yne ile Serúnor da bir süre sonra onlara katılarak, dudaklarını ekşimsi bir tatla büzen, hafiften dişlerini kamaştıran, kırmızı ve sulu meyveleri iştahla yemeye koyuldular. Lîri parmak uçlarını hafifçe oynatarak en yukarıdaki dalları yere, Rhoni’nin seviyesine kadar nazik bir şekilde indirerek çocuğun böğürtlenleri daha rahat yemesini sağladı. Serúnor ise kırmızıya boyanan parmaklarını ve dudaklarını yalıyordu.
Öğlen vakitleri gelene kadar böğürtlen ağaçları arasında oyalandılar. Hepsinin elleri ve yüzleri kıpkırmızı olduğundan birbirlerinin bu hâlleriyle alay ettiler. En çok eğlenen Rhoni idi ve diğerleri de en az onun kadar, tıpkı çocuklar gibi eğlenmişlerdi. Hattâ Rexar, Olaf ve Rhoni böğürtlen yeme yarışına bile girmişlerdi.
Böyle eğlenceli saatleri gerilerinde bıraktıktan sonra gezginler, Ariados ile Mbasou topraklarını birbirinden ayıran bir sınır olan Köy Hudutları’nın yolunu tuttular. Kuzeybatıya doğru yönelen eğimli ve engebeli yola girdiklerinde, sanki gönüllerinden dilemişler gibi sol yanlarında akan küçük bir su yolu gördüler. Su yolu, kuzeybatıdaki dikenli çalılıkların arasından gelerek yol kenarındaki irili ufaklı ağaçları beslemeye çalışıyordu ve tam güneybatıya kıvrıldığı noktada küçük bir pınar oluşturuyordu.
Gezginler su yolunu takip ederek hemen yakınlarındaki pınara vardılar. Burada ellerini, kollarını ve yüzlerini güzelce yıkayıp, ardından da pınarın soğuk suyunu kana kana içtiler. Hepsi de fazlasıyla rahatlamış ve yorgunluklarını atmış görünüyordu. Hattâ ellerinin tersiyle sakallarını silen Olaf, yaşına rağmen millerce yol koşabileceğinin şakasını bile yaptı.
İçlerini serinleten pınarın başından ayrıldılar ve tekrardan yola koyuldular. Serúnor, Rexar ve Olaf bu tatlı saatlerin ardından keyifle pipolarını yaktılar ve Rhoni’nin söylediği tekerlemeye eşlik ederek yollarına devam ettiler. Dâl’yne ise ufku gözlüyordu; yol boyunca uzanan çizgide Ariados sınırlarına girmektense, Köy Hudutları’nın batısına düşen Mantar Köyler’in sınırlarına girmeyi tercih etmelerinin mantıklı olacağını düşünüyordu. Ancak yol batı yönüne her yaklaştığında, içindeki tehdit bir miktar daha da artıyordu.
Gizemli Bir Gece
Gezginler engebeli yolda ilerlerken, akşam vakti etrafı kaplayan sis bulutları görüş alanlarını iyice daraltmıştı. Bir saat önce yol kenarında bir yerde alelacele atıştırdıkları akşam yemeği, Rexar ile Olaf’ı pek tatmin etmemiş olsa da yol boyunca sol yanlarında beliren meyve ağaçları, içlerine bir parça su serpmişti.
Dâl’yne gergin görünüyor, Serúnor da onun bu hâli yüzünden istemsizce endişeye kapılıyordu. Rhoni ise lîrinin dibinden ayrılmıyor, baygın bakışlarla etrafı incelemeye çalışıyordu.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Rhoni, kafasını kaldırıp şiş gözleriyle Dâl’yne’ye bakarak.
Serúnor da aynı soruyu soracakmış da çocuk ondan önce davranmış gibi merakla lîriye döndü.
“Mantar Köyler’in sınırından geçeceğiz,” diye cevap verdi Dâl’yne. Sonra, Olaf ile Rexar’ın da kendisine dönmesiyle açıklama gereği duydu. “Yani, Ariadoslu sınır şövalyeleri batı hudutlarını da tıpkı doğu hudutları gibi büyük bir ciddiyetle korurlar. Onların yaban gözlerinden uzak durmak istiyorsak, bu geniş yoldan ayrılıp batıdaki köy yollarından ilerlemeliyiz. Çünkü bu yolun bizi onlarla yüz yüze getirmesi muhtemeldir.”
“Ariadoslulardan mı korkuyorsunuz?” diye sordu Rhoni. “Ama onlar iyidirler, bize zarar vermezler ki.”
“Çilli çocuğa bak hele,” dedi Olaf, iri bıyıklarının altından gülerek. “Neler biliyor böyle.”
Rexar çocuğa cevap verme fırsatı tanımadı. “Ariadoslularla ilgilenmek istemiyoruz delikanlı. Çünkü gizli bir görevdeyiz ve kimseyle uğraşacak vaktimiz yok.”
“Öyle mi?” dedi Rhoni, gözlerini kocaman açarak. “Demek gizli görevdeyiz ha! Açılın, gizli kahraman Rhoni geliyor, savunun kendinizi...”
“Şşşşt,” dedi Dâl’yne, heyecana kapılarak hareketlenen Rhoni’yi kolunun altına aldı ve sakinleştirdi. “Rhoni, hiç ama hiç kimseye bundan bahsetmek yok, söz mü?”
Gözlerinden pırıltılar saçan Rhoni, keyiflenmiş gibi hissederek sadece kafasını salladı ve lîriyi onayladı.
Sislerle kaplı karanlık yol, gezginlerin yan yana yürüyebileceği kadar genişlemişti. Akşamın ilerleyen saatlerinde güneydoğudan esmeye başlayan rüzgârlar, hepsinin sırtını ısıran soğuk bir hava taşıyordu. Tir tir titreyen Rhoni’yi rüzgârdan korumaya çalışan Dâl’yne ile Kuzey’in soğuk iklimine alışkın olan Olaf, diğerlerine göre daha az üşümekteydi.
Gözün gözü görmediği bir noktada lîri dostlarını durdurarak sola ayrılan köy yoluna girmelerini söyledi ve onun işaret ettiği yola saptılar. Köy yolu ana yola göre daha dar ve karanlıktı. Ağaçların gövdeleri arkasına gizlenen kara çalılar, yoldan geçenleri kötü ve korkutucu gözlerle izleyen yaratıklarmış gibi duruyordu. Zaman zaman korkuya kapılan Rhoni, iri olduğu için Olaf’ın arkasına saklanıyor, Olaf da onu cesaretlendirici konuşmalar yapıyordu.
Gün boyu yürüdüklerinden yorgunluk hepsinin iliklerine kadar işlemişti. Ancak Dâl’yne Mantar Köyler’in sınırına kadar durmamaları gerektiğini vurgulayarak, geceyi önlerine çıkan ilk köyde geçirebileceklerini söyledi. Lakin önlerine ne bir köy çıkmıştı, ne de bir ev.
Gece yarısına kadar durmaksızın ilerlediler ve bir süre sonra Olaf, ayakta uyuyan Rhoni’yi taşımak zorunda kaldı. Rexar’ın hoşnutsuzluğu ise her hâlinden belli olsa da, şikâyet edecek takati kalmamıştı. Serúnor’a gelince, o ise kısılan gözleriyle ileriye bakıyor, konaklayabilecekleri bir yer arıyordu.
Yaklaşık bir saat bitkin bir hâlde ilerlediler ve sonunda, tam karşılarında, sis bulutlarının arasında oynaşan solgun ışıkları gördüler.
“Nihayet bir yere ulaştık,” dedi Serúnor. “Parıltılar var. Köylerden birine gelmiş olabiliriz.”
“Adını tam hatırlayamadım, ancak Mantar Köyler’den biri olmalı,” diye karşılık verdi Dâl’yne.
Rexar ve Olaf’ın yüzlerinde mutluluk belirtileri görüldü. Ancak midelerinin guruldamasından ve göz kapaklarının ağırlaşmasından dolayı şikâyet etmekten de geri kalmadılar.
Gezginler adımlarını hızlandırarak köye doğru yaklaştılar. Gece vakti köylerine tekinsizce girmek Yerliler tarafından pek hoş karşılanmayacak olsa da, gezginlerin başka seçeneği yoktu.
Köyün girişine geldiklerinde, uzaktan gördükleri ışıkların girişin önünde tüten meşaleler olduğunu anladılar. Köyün girişinde bir kapı yoktu ve yarım bacak boyundaki küçük çitler, köyün bazı bölümlerini çevrelemişti. Serúnor muhafızların olmamasına da pek şaşırmadı, çünkü Yerliler köylerini korumak için muhafızlara pek ihtiyaç duymazlardı.
Köye girdiklerinde, arka arkaya sıralanmış, saman çatılı evlerin karanlığıyla karşılaştılar. Evlerin ışıkları yanmıyordu ve köyün kısa sokakları karanlıktı. Az sayıdaki dükkânların tabelaları ürpertici rüzgâra eşlik edercesine sallanıyordu.
Gezginler köyün orta yolunda ilerlerken, bir anda yol üzerinde birileri belirdi. Beliren kişiler kendi aralarında fısıldaşıyorlar ve gelenleri süzmeye çalışıyorlardı.
Biri öne çıkarak, “Haydut musunuz yoksa...” dedi ve duraksadı.