MERHABA MI?

1298 Kelimeler
“Kızım ben seni bırakıp hiçbir yere gitmem. Başına belayım,” dediğinde hiçbir zaman hiçbir yere gitmeyeceğine inanmıştım. Oyun oynamaya başladığım andan beri arkadaşım hatta hiç olmayan kardeşimdi benim. Yıllarca annemden bana bir kardeş yapmasını dilemiştim, sonra da İpek’ten başka bir kardeşim olmamasını. Şimdi ise kardeşimi bu soğuk odada, odadan daha soğuk bir mermerin üstünde, yaklaşık on saat öncesinde okulun bahçesindeki gözleri parlayan kıza hiç benzemeyen hali ile durmasını izliyordum. Her zaman gereksiz şakalar yapardı. İnsanların özellikle onu sevenlerin yüreğini ağzına getirmeyi bir hobi edinmişti. Ne kadar çok isterdim şimdi onun birden gözlerini açıp, “Nasıl da kandırdım ama...” diye haykırarak kahkahalara boğulmasını. Olamayacak kadar uzak bir istekti benimki. Şu anda morgun bu soğuk mermer masasında upuzun uzanmış kardeşimin başında olduğuma hala inanamıyordum. Onu o ceset torbasında gördüğümde bağırmaktan ve ağlamaktan sesim kısılmıştı. İçim acıyla, kalbim kahırla dolmuştu. Tüm algılarım kapanmış, bunun bir kâbus olduğuna inanmıştım. Uyanacaktım, uyanınca İpek’i arayacaktım ve ona bu kâbusumu anlatacaktım. O da gür bir kahkaha ile bana karşılık verecekti. O hayat dolu kız, nasıl olur da şu hayatta en tiksindiği şey ile intihar edebilirdi? Uyuşturucunun ne olduğunu, neye benzediğini bile bilmezdi. Motorla kaza yapabilir, kendini bir yerden atabilir ama o iğrenç şeyi damarına enjekte edemezdi. Lanet olsun! O damarının nerede olduğunu nasıl bulabilirdi ki? Elimi soluk sarı saçlarında dolandırırken son kez baktım çocukluk arkadaşıma, kardeşime. Sonrasında ise çıkmayan sesimle eğilip kulağına “İnanmıyorum. Senin bunu yaptığına, bu şekilde gittiğine inanmıyorum. Her ne olduğu hakkında fikrim olmasa da sana söz veriyorum. Bir gün onları senin yanına göndereceğim. Her ne pahasına olursa olsun, bu işin peşini bırakmayacağım,” dedim ve daha fazla orada kalamayarak morgdan çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz karşılaştığım kişilere göz gezdirdim. Bora, Çağlar, Tarık, Selim ve yiğit kapıdaydı. Hepsi de bana bakıyordu. Onların acı dolu bakışlarından uzaklaşıp çekip kapıya yönelttiğimde, bir an görüş alanımda beliren Can’ın o iğren kahverengi gözleri ile donup kaldım. Buraya nasıl gelirdi? Buraya nasıl gelebilirdi? Nasıl olur da benim karşıma çıkabilirdi? Gözleri kan çanağına dönmüş, yüzü yara bere içindeydi. Bu morluklar ve yaralar Bora’nın elinin ne kadar güzel çalıştığının kanıtıydı ama bu kadarı benim içimdeki sinirin dizginlenmesine yetmeyecekti.            “Seni adi herif!” diye bağırdım. “Ne işin var senin burada? Ne yüzle gelirsin? Hangi cesaretle? Seni gebertmeden defol buradan!” Buna karşılık hala karşımda timsah gözyaşları ile durmasına tahammül edemeyerek hızla ona doğru yürümeye başlarım. Sadece birkaç hızlı adımın ardından yanına kadar gidip olanca gücümle suratına bir tokat yapıştırdım. “Onu sen öldürdün!” diye bağırdım. Ardından daha da hızla savurdum tokadımı. “Senin yanına senden özür dilemek için geliyordu. O sürtük için onu ihmal ediyordun. O sürtük için onun kalbini kırıyordun. Buna rağmen kendini suçlu sanmıştı. Geberteceğim seni!” diye daha da gür bağırıp daha da fazla vurmaya başladığım esnada beni kollarımdan kavradı Bora. “Hande tamam! Bir yerine bir şey olacak,” diyerek beni zapt etmeye çabalarken bir an duraksayıp Bora’nın kıpkırmızı yıkılmış, ışığı sönmüş bakışlarıyla karşı karşıya kalıp, artık son çıkışlarını fısıltı gibi yapan sesimle “Bir yerime bir şey mi olacak?” diye sordum. Bu nasıl bir cümleydi? Benim canımın yarısı içeride buz gibi bir taşın üstünde yatarken hem de... Bu sorumla afallayan Bora, “Onun icabına bakacağım.” dediğinde ise öfkeyle bedenime sarılan kolunu ittim. “İcabına bakman gereken kişi bu piç kurusu değildi. Sana yıllarca o sürtüğe güvenmemen gerektiğini söyledik. Her defasında onu yanlış tanıdığımızı iddia ettin. Sana onun bir iş peşinde olduğunu her zaman söyledi,” dedim ve elimi morgun kapısına doğru uzattım. “Şimdi ise burada yatıyor. Senin yanlış tanıdığımızı iddia ettiğin o sürtük yüzünden... Seni sevdiğini iddia ettiğin Defne, onun sevdiği adamın koynuna girdi diye yatıyor içeride. Sen de suçlusun!” O an karşılaştığım koyu kahve gözlerle olduğum yere çivilendim. Gözlerim gözlerinden bir an bile ayrılmıyordu. Sesim tamamen gitmiş, bedenim titremeye başlamıştı. Bir an bedenimin artık beynimin kontrolünde olmadığını, her an bayılacakmışım hissine verdiğini fark ediyordum. O sert bakışları, kusursuz yüz hatları, tamamıyla mükemmel olan geniş omuzlu, kaslı vücudu ile tam karşımda gözlerini bir an bile ayırmadan bana bakıyordu. Onca zaman karşıma çıkmayan, kardeşini İstanbul’a geldiği dönemlerde bile aramayan, hatta görmeyen Kerem Salman, ardında bıraktığı kardeşinin ölümüne gelmişti. Hem de ilk uçakla... Tüm soğukluğu ve taş kalbi ile burada gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmayarak karşımda duruyordu. Onunla tekrar karşılaşacağım zamanı hep hayal etmiştim. O zaman yapacaklarımı, söyleyeceklerimi defalarca canlandırmıştım. O günün böyle bir gün olacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. İpek’in cansız bendeni içeride yatarken, kendimle ilgili bir sitem, herhangi bir kelime kullanamazdım. Bakışları bırakın bedenimi ruhumu delip geçerken adım atmaya başladı. Her adımda daha çok yaklaşıyordu. Bana daha çok yaklaşıyordu. O yaklaşırken, o lanet olasıca parfüm kokusu o geceyi hatırlatırcasına içime işliyordu. Bir an kendimi kaybedeceğimi ve savrulacağımı hissederken, gözlerimin önünde beliren bıraktığı notla kendime geliyorum. Ayaklarımın titremesini bir ihanet olarak kabul edip buna son vermek adına derin bir nefes aldım. İrademi son damlasına kadar kullanarak gözlerimi ona dikip bana yaklaşmasını izledim. Dibime gelip durduğunda kokusu daha da yoğun sardı bünyemi. Bu hiç de adil değildi. Bir an önce sonlanması gerekiyordu. Bu adam artık âşık olduğum değil, nefret ettiğim adamdı. Hak ettiği gibi davranmalıydım. Kerem, bakışları kadar sert bir sesle “Merhaba” dediğinde bedenime dolan öfke beni ele geçirmeye başlamıştı. Onca olan olayın, kaçışın ardından kardeşinin bulunduğu morgun kapısının önünde bana sadece en soğuk sesiyle merhaba mı diyordu. Hayır. Bu kadarı fazlaydı. Bu kadarına hakkı yoktu ve hak ettiği cevabı da alacaktı. En az onunki kadar sert ve soğuk çıkan sesime tiksintiyi de ekleyerek “Merhaba mı?” diye sordum. Gözlerinde herhangi bir duygu değişikliği yoktu: ne bir şaşırma ne bir tepki. Sadece bakıyordu. Buna daha da çok öfkelendim. “Kariyer merakın yüzünden ardında bırakıp gittiğin kardeşinin cansız bedini içeride buz gibi bir mermerin üzerinde dururken, senin söyleyebileceğin ilk kelime sadece merhaba mı? Bu kadar sakin, bu kadar rahat, kahrolası soğukluğunla acını bile göremiyorum. Kardeşin öldürüldü. İntihar ettiğini söylüyorlar. Hem de ne için?” diyerek parmağımla Can’ı gösterdim. “Bu pislik yüzünden…” diye haykırdım. Kerem bakışlarını bir an bile gözlerimden almıyordu. Bu katlanılacak bir durum değildi. Tam ona daha da şiddetli bir patlama ile bağıracakken gelen Morg görevlisi “İpek Salman’ın eşyalarını yakınları olarak siz alabilirsiniz,” dediğinde durakladım. Elindeki kâğıdı ve eşyalarının bulunduğu siyah poşeti elime alarak yutkundum. Ondan geriye kalan her şeyi sadece bu siyah poşete sığdırmışlardı. Kâğıdı imzalayıp, elimdeki poşete yoğunlaşıp titreyen ellerimle poşeti açtım. O meşhur elbisesi... Şu internette gördüğü ve on tane alışveriş mağazasında aradığı elbise... Ayıla bayıla aldığı ayakkabılar... Benim kolumda âşık olduğu ve zorla el koyduğu çanta ve tüm süslü takıları… Hepsini bir poşete koymuşlar ve elime vermişlerdi. Ondan geriye sadece bu poşet kalmıştı. Poşete bakarken, gelen bir hemşire ile göz göze geldim. Kerem sadece beni izliyordu. Hemşire yanıma kadar gelip, hızlı bir şekilde elime bir kâğıt tutuşturup “Polisler de birazdan gelecek. Doktor bunu size vermemi istedi. İpek Salman’ın ölüm raporu,” dedi ve uzaklaştı. Hemşirenin ardından bakmayı kesip elimdeki kâğıda yöneldim. Kâğıtta İpek’in boyu, kilosu, yaşı, ölüm bilgileri yazıyor. Nasıl öldüğü kısmında da “Damar yoluyla yüksek dozda alınan uyuşturucu sonucu ölmüştür,” yazıyordu. Gözlerime takılan kelimelerle dünyam altüst oldu. Ellerim titremeye başlarken kelimelerin ağırlığı altında ölmek istedim. “Maktulün iki aylık hamile olduğu belirlenmiş. Anne hayatına son verdiğinde bebeğin de yaşamı son bulmuştur.” Kanımın çekildiğini, dünyamın karardığını, seslerin artık bir uğultudan ibaret olduğunu ve nefes alamadığımı hissediyordum. Hamileydi. Bu pislik heriften hamileydi. İçimde kopan sinirimin zincirleri ile sesli bir şekilde “Seni aşağılık herif!” diye bağırdım. Tüm gözler anında bana dönerken, ben öfkeyle Can’a doğru koşmaya başladım. Tam yanına vardığımda son kalan gücümle tokat atmaya başladım. Can ne olduğunu anlamayarak beni durdurmaya çabalarken “Hamileymiş. İki aylık hamileymiş. Senin çocuğunu taşıyormuş. Pislik herif! Ona bunu nasıl yaptın? Onu sen öldürdün. Senin yüzünden öldü,” diye haykırdım. Evet, İpek kesinlikle öldürülmüştü. Kim ne derse desin İpek karnında bebeğiyle ölüme yürümezdi. Bunu kendi isteği ile sırf bu şerefsiz için yapmazdı. Her ne yaşarsa yaşasın yapmazdı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE