bc

Şeytanı Devirmek

book_age18+
8
TAKİP ET
1K
OKU
revenge
dark
drama
city
another world
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

"Burada duracaksın Tamay. Yamacımdan ayrılmayacaksın. Bunu aklına yaz."

"Sizden nefret ediyorum. Ne istiyorsunuz benden? Bunca yıl sonra niye?"

Köşk korumalarına onu içeri götürmelerini işaret ettim. Nefretini duymak canımı yakıyordu. Alışacaktı, alışmak zorundaydı. Brocha çok uzun süre ayakta kalamazdı ve onu ancak bu şekilde koruyabilirdim. O benim çocukluğumdan kalan tek şeydi. Onu götürmek için hareketlenen korumalardan kurulurken bağırdı. "Bırak. Dokunmayın bana, yürüyorum. Bırakın." Sesi titriyor yine de omuzlarını dimdik tutuyordu.Korumalar onay almak için bana baktığında gözlerimi hafifçe kapatıp açtım. Tamay çoktan odasının yolunu tutmuştu. Öfkeli adımları yeri döverek, hışımla uzaklaştı. Arkasından bakarken derin bir nefes aldım. Yüzüne karşı veremediğim cevabımı söyledim. "Çünkü karşımda sen dururken bu savaşın parçası olamam."

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
Tanıtım
*BU HİKAYEDE YER ALAN KURUMLAR, KİŞİLER VE OLAYLARIN TAMAMI KURGUSALDIR. GERÇEK KİŞİ, YER VE OLAYLARLA İLGİSİ YOKTUR.* Tanıtım Kalbim her atışıyla göğüs kafesime sertçe çarpıyor, adımlarımın sesini dâhi duyamayacak kadar kulaklarımı sağır ediyordu. Korkuyordum. İnsan böyle bir kâbusun içinde nasıl korkmazdı? Babamın zihnime kazınan sözüyle kendimi telkin ettim. “Güç seni korur.” Başımdaki uzun kapüşonu titreyen ellerimle biraz daha öne çekiştirip üzerimdeki pelerine tutundum. Dar sokak kapkaranlıktı. Cızırdayan eski sokak lambalarından birkaçı yanıp sönüyor ancak şavkını kendi etrafına dâhi yayamıyordu. Artık varoşlardaki pek çok sokağa elektrik ulaşmıyordu. Kaotik yapının iç içe geçmiş düzeninde en azından gece çöktüğünde insanların çoğu evlerine çekiliyordu. Yine de vahşetin kokusunu alıyordum, kan içerisindeydi her yer. Nefes alışlarımı mümkün olduğunca azaltmama rağmen mide bulandırıcı, ağır koku ciğerlerime nüfuz ediyordu. Bu güç savaşının en küçük, önemsiz parçası olan halk birbirine düşman kesilmişti. Gözleri kör, kulakları sağır, bilinçleri tamamen kapalı hâlde hırslarını sırf farklı grupları destekliyor diye birbirlerinden çıkarıyorlardı. Arkamdan gelen adım sesleriyle hızlandım. Belimdeki silaha uzanıp kabzasını sıkıca kavradım. Taşıma iznine sahip sayılı kişilerden biriydim ama denetimsiz silahlanan çok fazla insan vardı. Hafifçe başımı çevirdim, peşimdekilerin kim olduğunu, bana olan mesafelerini kontrol etmeye çalıştım. Ben hızlandıkça onlar da hızlanıyordu ancak yüzlerini, kıyafetlerini seçemiyordum. Devriye miydiler? Düşmanlardan mıydılar yoksa bizden mi? İlk bulduğum aradan sola döndüm. Soğuktu ama stresten midir bilmem en çok parmaklarım üşüyordu. Her soluğum içimi yakıyor, her şeye rağmen bacaklarım kuvvetle beni taşımaya devam ediyordu. Yere çarpan ayakkabı tabanlarının sesleri hâlâ çok yakındı. Soğukkanlılığımı koruma mücadelesi içerisinde saklanacak bir yer aradım, yoktu. Kurtulmak zorundaydım. Sabah Valor’da öldürülen çocuklar için meydana siyah çelenk bırakan üç isyancı kadını bulup Brocha’ya götürmeliydim. Kaos sayesinde kaçmayı başarmışlardı fakat onları burada yaşatmazlardı. Sorumluluğu tek başıma üstlenmiştim. Şayet onları koruma fikri benden çıkmıştı ve sabah yapacağım açıklama için yanımda o üç kadınla kamera karşısına çıkmak istiyordum. Cesaret, güçlü bir silahtı; bu kadınların yaptığına karşın hayatta kalmayı başarmaları insanlara karşı koyma kuvveti verecekti. Canımın ötesinde bu önemli görevin başarısızlığı ihtimali beni daha çok geriyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Yolun diğer ucundan parlak beyaz farlar yüzüme vurduğunda acıyan gözlerimi bir anlık sıkıca yumdum, afallayıp duraksadım. Kimdi bunlar? Artık takip edildiğimi fark ettiğimi anlamışlardı o yüzden doğrudan dönüp baktım. Tanımadığım iki adam hızlı adımlarla bana doğru yürüyordu. Silahımı çıkarıp onlara doğrulttum. Araba da fazlasıyla yaklaşmıştı. Sırtımı yanından geçtiğim eski, döküntü evin duvarına verdim. “Kimsiniz?” Sesim titremese de umduğumdan ince çıkmıştı. Silah tehdidim onları durdurmamıştı. “Hemen durmazsanız ateş edeceğim.” Öylesine birilerini öldürmeyi tercih etmesem de dinlemezlerse ateş etmeye kararlıydım. Sözlerim onlara tesir etmeyince mermiyi namluya sürdüm. Araba tam önümde durdu. İnen kalabalıktan biri koluma yapışıp çektiği an tetiğe bastım. Silahın patlamasının ardından birinin “sikeyim” dediğini duydum. Dengemi sağlayamayıp birkaç adım sendelerken hâlâ bir elimle sıkıca tuttuğum silahı kaldırmaya çalışıyordum. Benden çok daha iri, bileğimi kavrayan adam hareketlerimi engelliyordu. Dizimle ona vurmayı denedim, ama bir başka adam diğer kolumu tutarak beni duvardan uzaklaştırıp başıma siyah bir bez geçirdi. “Bırak!” Çırpınamıyordum bile. Bir veya iki kişiyle savaşabilirdim ama karşımda en az altı kişi vardı. Silahımı çekip aldıklarında bırakmamak için direndiğimden parmaklarımın acısıyla kıvrandım. Ellerimi arkamda birleştirip bağladılar, ayaklarımla vurmaya çalışsam da sadece boşluğa savrulup duruyordum. Arada birilerine çarpsam da çok etkili olamıyordum. “Bitir artık şunu, hadi” diyordu biri. “Sen yapsana kolaysa. Tutamıyorsun bile küçücük kadını.” “Kapa çeneni.” Karnıma bastırılan namluyu hissettim. “Dur artık. Canını yakmak istemiyoruz.” Beni vurmak için bu kadar zahmete girmeyeceklerini bildiğimden direnmeyi sürdürdüm ama kurtulamadım. Bileklerimi birbirine bağlamışlardı. Göremiyor, hareket edemiyordum. Bu adamlar kimdi, benden ne istiyorlardı? “Beni karşınıza almak istemezsiniz. Ben…” Kafamın üstüne bastırılıp itilerek bir arabaya bindirilirken cümlem yarım kaldı. İki yanıma birileri oturdu, kapıları kapattılar ve araba hareket etti. “Bakın ben Brocha’nın sözcüsüyüm.” Muhtemelen bunu zaten biliyorlardı ve çok yüksek ihtimalle o sebeple kaçırılıyordum ama şansımı denemek zorundaydım. “Meclisimiz beni arayacaktır. Bütün Nocrannia beni tanıyor. Derdiniz ne bilmiyorum ama pişman olacaksınız.” Sanki kimse beni duymuyordu. Kendi kendime konuşup duruyordum. Yanımda oturanlardan birine topuğumla vurdum. Bir ‘ah’ sesinin ardından çok yakınımdan konuştu. “Ayaklarını da bağlamamı istemiyorsan şunu kessen iyi olur.” Midem bulanıyordu. Stresten kusabilirdim. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. Meclis beni sahiden arar mıydı? Daha önemlisi babam ya da halam öldüğümü düşünüp peşimi bırakırsa yapayalnız nasıl kurtulabilirdim? “Benden ne istiyorsunuz?” Kollarımı hareket ettirmek fazlasıyla zordu ve yalnızca bileklerimi acıtıyordu. Zaten ellerimi açsam da arabanın içinde kurtulamayacağımı biliyordum. Sakin kalmalıydım. Valor veya Fraclia’dan birileriyse sabaha bütün medyanın önünde idam edilirdim. Lumenesa’nın benimle işi olmazdı. Shaun’sa… Onlar olamazdı. Buraya kadar mıydı? Uyanacağım son bir sabahım kalmış mıydı? Kimse cevap vermedi. Saatler süren bir sessizlikte, çaresizliğin yorgunluğuyla süren yolculuktan tek anladığım beni kaçıranların Valor’dan olmadığıydı. Kaçırıldığım yerden saraya ulaşmak bu kadar uzun sürmezdi ve başkan böyle ihtişamlı bir şovu sarayın bahçesinden başka yerde sergilemezdi. Gerçi zamanı kestiremiyordum, belki de bana uzun geliyordu. Kuruyan dudaklarımı dilimle nemlendirmek istedim ama bezin iğrenç tadı midemi daha çok bulandırdı. Ağzımın içi boğazıma kadar kupkuruydu sanki. Yutkunmak dâhi zor geliyordu. Saçma bir şekilde nereye götürüldüğüm, başıma ne geleceği, başarısız görevimden çok birilerinin beni arayıp aramayacağı ya da hatırlayıp hatırlamayacağıyla meşguldü zihnim. Arabanın koltukları rahat, içi sıcaktı. Dışarıdan net görememiş olsam da herkesin erişemeyeceği kadar lüks bir arabaydı. Bedenimin uyuşmaya başladığı, kollarımın ağrısından kıvranıp durduğum ama çaktırmamaya çalıştığım anlarda araba durdu. Kapı açıldı, içeri dolan soğukla irkilen bedenimi kolumdan kavrayarak arabaya bindirilişimden çok daha kibar bir şekilde dışarı çıkardılar. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum ama beni tutanlardan kurtulmak için kendimi çektim. Nafile bir çabaydı. İki kolumu da kavrayarak beni çekiştirmeye başladıklarında bir de “yürü” diye talimat aldım. Toprak bir zeminde yürüyor olmalıydık. Her adımımda ayakkabılarım altına yapışan parçalarla ağırlaşıyordu. Yağmurla ıslanan çimlerin ve toprağın kokusunu da alabiliyordum. “Yürüyorum zaten. Sanki başka seçeneğim var.” Üstüme vuran rüzgâr kesilirken bastığım zemin de değişti. Ağırlaşan ayakkabılarımı sürüyerek biraz olsun temizlemeye çalışırken yanımdakiler ve adım seslerinden anladığım kadarıyla önümden yürüyenler de yavaşlayıp bana ayak uydurmuştu. Beni oturtmadan önce ayaklarının yere sürtünme sesine bakılırsa bir sandalyeyi geri çektiler. Ardından başımdaki bez çıkarıldı. Boynumun ağrısından kurtulmak ve etrafı gözlemlemek için başımı çevirmek üzereydim ki yaşadığım şokla hareketsiz bakakaldım. Karşımda duran iki adamı tanıyordum. Kıvırcık saçları yüzüne düşen, kahve gözleri geçmişteki parıltılarından hiçbir şey kaybetmemiş, uzun boylu, kirli sakallı adam ve yanındaki daha yapılı, kalın kaşları ve keskin yüz hatları ona sert bir hava katan, takım elbisesiyle ciddiyet içerisindeki adam… Onlar benim… Yutkunamadım. Kıvırcık saçlı olan bana doğru bir adım attı. Gülümsüyordu. Diğerinin ise gözleri dolmuştu. Hatta başını eğip yana çevirerek işaret parmağının arkasıyla gözünün kenarını sildiğini gördüm. Bana yaklaşan “Tamay…” dedi. Geri çekilmek istiyordum, kaçıp gitmek… Uyanmalıydım. Bu gerçek olamazdı. Ama o yeniden konuştu. “Kardeşim…” Beynimde bir çığlık koptu. Gözlerim kısıldı, kalbim adeta boğazıma dayanmıştı. Kardeşim… Bu kelime yıllar öncenin paslı rafları arasında eskimeye mahkûm bırakılmış, unutulmaya yüz tutmuş bir hitaptan ötesi değildi benim için. O an her şey birden yavaşladı. İçimdeki korku, şaşkınlık ve acı birbirine karışarak beni donuklaştırdı. Ama öfke hepsinin üstünü örtüyordu. Bu nasıl bir ikilemdi böyle? Tanıdık olduğu kadar yabancı… Gözlerimi kaçırdım, nefesim daraldı. Diğer adamın yüzündeki ifade, bir an için kırık bir gülümseme gibiydi, ama aynı zamanda büyük bir acı taşıyordu. O da bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenmişti sanki. Ya da ne diyebileceğini bilmiyordu. Gözlerimden bir damla yaş süzüldü, istemsizce. Neden ağlıyordum? Üzgün değildim, sinirliydim. Onlardan nefret ediyordum. Hayal kırıklığı, ihanete uğramışlık, suçluluk duygusu... Hepsi birden içimi kemiriyordu. İkisinin olmadığı bambaşka bir hayat kurmuştum. Şimdi karşımda ne işleri vardı bir zamanlar abim olan bu iki yabancının? "Tamay…" diye fısıldadı kıvırcık saçlı adam burada olmama inanamıyormuşçasına, sesindeki özlem kalbimi sıkıştırıyordu. Yalancı diye haykırmak istiyordum. Beni özlemiş olamazlardı. Beni özlemeye hakları yoktu. Uzun yıllardır susturduğum tüm duygular bir anda uyanmıştı. Zihnimde karma karışık bir fırtına vardı. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Geçmişin ve bugünün arasında sıkışıp kalmıştım. Adam tepkisizliğimden aldığı cesaretle bir adım daha yaklaştı. Ne yapmalıydım? Yavaşça başımı çevirdim, etrafıma göz attım. Neredeydim? Kimseye sırtımı dönmemeliydim, özellikle de bu durumda fakat çaresizdim. Bu aptal bağlarla sandalyeye sıkışıp kalmıştım. Ve sonra tanıdık bir yüz daha gördüm. Onların arkasında kapkaranlık gözleriyle beni izleyen, ensemden aşağı inen ürpertinin sebebi olan bakışların sahibi o adam… “Sen…” dedim fısıltıyla. Bir damla yaş daha süzüldü yanağıma. Çenesiyle arkamda duran birilerine işaret verdi. Bileklerime dokunan ellerle yerimden kalkmaya çalıştığımda “sadece ellerini açıyorum” dedi bir ses. Arabada bacağına vurduğum adamdı. Dişlerimi sıkıp yutkundum. Bağlardan kurtulur kurtulmaz ayağa kalktım. Bileklerimi ovuştururken öne çıkmış olan abim bir anda bana sıkıca sarıldı. “Tamay, küçük Tamay’ım… Hoş geldin. Evine hoş geldin.”

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

Genç Polisler

read
2.1K
bc

A D A M

read
4.7K
bc

CEHENNEM ÇUKURU

read
8.5K
bc

Patika

read
13.7K
bc

TUTKUYA TUTSAK (+18)

read
42.3K
bc

Kara Kutu

read
7.0K
bc

Ajan Akademisi 2 / Kara Liste

read
3.0K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook