1

1930 Kelimeler
1 Allak bullaktım. İçimde eşi benzeri görülemeyecek bir fırtına baş göstermişti, neredeyse ruhumu söküp alacaktı benden. Bana sarılan bedeni şiddetle iterek kendimden uzaklaştırdım. Mesafeyi korumak için sendelercesine birkaç adım geri atarken boşlukta kalan ellerimi indiremiyordum. Titriyordum, soğuk tenimin içinden, derimin altından geçiyordu. Ayağım bir şeye takılınca arkama, yere baktım. Halı katlanmıştı adımlarımla. Hemen savunma içgüdüsüyle etrafımdaki insanlara döndüm. Kapıya uzaktım, yakın olsam da bir adam ve bir kadın kapıyı tutuyordu. Herkesin gözü üstümdeydi. Kendimi bir hayvanat bahçesinde kapana kısılan vahşi bir hayvan gibi hissediyordum. Ama en çok… Bana sarılmaya çalışan adamın yüzündeki hayretle karşı karşıyaydım. Ne yani, kollarına atlamamı mı bekliyordu? “Uzak dur!” Boğazım acıyordu. “Uzak durun benden.” “Uzak durun benden!” Sesim yükseldi, ama bu çığlık beni daha da küçültmüş gibi hissettirdi. Çıkmalıydım. Çıkıp gitmeliydim bu yerden. Nefes alamıyordum. Bağırışımla adam irkildi, dudakları incelip gözleri kısılmış, yüzünün rengi solmuştu. “Tamay.” Yeniden bana doğru geldiğini görünce “gelme” diye bağırdım. “Yaklaşma bana.” Deliriyordum veya çoktan delirmiştim belki de. “Sakin ol.” Ellerini teslim olurcasına yavaşça kaldırırken kaşlarının arasında derin bir çizgi belirdi. “Tamam, yaklaşmıyorum. Sakin ol, konuşalım.” Tavandan sarkan avizeden yayılan sarımtırak ışık her dakika kararıyordu ya da bana öyle geliyordu. Başım dönüyordu. “Ne konuşacağız ya? Ne konuşması? Siz kimsiniz? Kimsiniz de sizinle konuşacağım ben?” Gözlerim bulanık görüyordu. Dudaklarımdan sızan tuzlu tadı alana dek ağladığımın bilincinde değildim. Yumruğumu şiddetli bir ağrının esir aldığı göğsüme bastırdım. İçime bir gök sıkışmıştı da büyüdükçe büyüyordu. On beş yılın ağırlığı çökmüştü omuzlarıma. “Kimsin… Kimsi…” Sesim fısıltıya dönüşüp kelimemi dâhi tamamlayamazken öne doğru eğildim. Hıçkırıklara boğuldum. Utanıyor, güçsüzlüğüme kızıyordum. Dimdik durup hesap sormalıydım. Boğazımda kelimeler düğüm düğümdü. Biri kolumu tutunca heceleyerek “yaklaşma” diye tekrarladım. Diğer abimdi. “Yapma böyle. Hatırlamıyor musun bizi?” Sesinden hüzün akıyordu. Kahrının altında ezilse yine de yumuşayamayacak kadar gözüm dönmüştü. “Benim Kutan. Abin… Korkmana gerek yok.” Tiksiniyordum bu pişkinlikten. Onları hatırlıyordum maalesef. Ama bu kadar derinlere gömdüğüm bir parçayı çekip çıkarırken üstündeki her şeyi kırıp döküyor, parçalıyor, zedeliyordu. Onların varlığı bile midemi bulandırıyordu. Hatırladığım her şey, beni geride bıraktıkları hayatın kâbus gibi parçalarıyla doluydu. Kaçınıp tuttuğu kolumu ovalarken “ne abisi” dedim tükürürcesine. “Benim abim falan yok.” Hitabı bile dilimde acı bir tat bırakmıştı, zımparayla çıkarmayı dileyecektim neredeyse bu tadı. İşaret parmağımı uyarırcasına ona kaldırdım. “Siz, hepiniz benim için sadece yabancısınız. Beni kaçırıp…” Duraksayıp etrafıma bakındım. Oda kasvetliydi. Eski deri mobilyalar, koyu bir halı ve karamsar bir tablo… Duvarların beyazlığı bile üzerime çöküyordu. “bu yere getiren yabancılar…” diye devam ettim. Burası gittikçe küçülüyordu gözümde. Sıkışıyordum eşyaların arasında. O aptal tablodaki gölgeler bile derin bir sessizlikle beni seyrediyordu. Fakat ben sanki herkesin sağır olduğu bir yerde çığlık çığlığa kalmıştım. “Öyle değil” diye itiraz etti. “Dinlersen…” “Dinlemek istemiyorum.” Cümlesini kestim, şayet bir açıklama bekliyordum. On beş senenin ardından gelecek bir açıklamaya ihtiyacım yoktu. “Gideceğim. Tek istediğim buradan çıkıp gitmek.” Onları arkamda bırakıp kapıya yürürken tedirgindim. Shaun’da mıydım, Brocha’ya nasıl ulaşabilirdim bilmiyordum ama bu nefret ettiğim odadan ayrılmak ilk hedefimdi. Kapının önüne vardığımda iki yanında duran insanlar tam önüme geçip yolumu kapattılar. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Hâlâ yanaklarıma sıcak yaşlar süzülüyordu, sakin kalmak için var gücümü kullanıyordum ve bu çok zordu. “Nereye gittiğini sanıyorsun?” Hemen arkamdan, çok yakınımdan gelen sesle birlikte sıcak bir nefes ensemi okşayıp bütün damarlarıma yayılan soğuk bir nehrin sularında kaybolurken nefesim tutulmuş, varlığının ağırlığıyla bedenim kilitlenmişti. Hareket edemiyordum. Ürpermiştim. Tepeden tırnağa yoğun bir karıncalanmayla birlikte soğukla sıcağın birleştiği bir zıtlığın içine itilmiştim. Boynumda gerginlikten belirginleşen damarları hissediyordum. “Çekilin yolumdan.” Kelimeleri üstüne basa basa gayet net dillendirsem de tek bir adım atmadılar. “Çekilsenize. Anlamıyor musunuz?” Birini sertçe ittim. “Çekil.” Bir duvar misali duruyordu. Tekrar bunu yapmaya niyetlendiğimde biri dirseğimi sıkıca kavrayıp beni geri çevirdi. “Bana bak. Dur artık. Kes şunu.” Kavisli kaşları çatık, gözleri yüzüme odaklanmıştı. Sesi yükselmemişti ama keskindi. Başını dikmiş, çenesini kaldırmıştı. “Çek o elini. Rahat bırakın beni. Siktirin gidin hayatımdan. Alışkınsınız zaten.” Kaşlarının arasındaki iki çizgi derinleşirken beni daha sert çekti. Bedenim ona çarparken boştaki eliyle çenemi tutup yüzümü yukarı kaldırdı. “Kızmakta haklısın.” Bakışları dudaklarıma kaydı. Her nefesi yüzüme çarpıyor, teması beni tamamen ürpertiyordu. Bedeninden benimkine yayılan sıcaklıkla hızlanan kalbime engel olamıyordum. “Ama çocuk değilsin.” Uzun burnuna rağmen karizmatik bir yüzü vardı. Buram buram narenciye ve deniz kokan parfümü tıraş losyonunun kokusuna karışmıştı. “Otur da dinle. İstesen bile kaçamazsın. Ama bu senin seçimin: bunu zor yoldan mı, kolay yoldan mı yapacaksın?” Ağlamaktan cayır cayır yanan gözlerim, ağrıyan boğazım, pürüzlü sesime rağmen güçlü kalmaya çalışıyordum. Ama fevri çıkışımla, kapana kısılmışlıkla tükenmiştim de. “İstemiyorum.” Kendimi tutamıyordum, yeniden dolmuştu gözlerim. Ağzımda acı bir tat belirirken genzim yanıyordu. Alt dudağım titriyor, tuttuğu çenem kasılıyordu. Anlatacakları hangi gerçek on beş yılı affettirebilirdi? Hiçbir önemi yoktu. Bayılacak gibiydim, beni tutan elleri olmasa yere yığılıp kalacak kadar çekilmişti gücüm. Sesim dâhi kısılmıştı. “Doktoru mu çağırsak?” fısıltısı çalındı kulağıma. “İyi görünmüyor.” Çenemdeki elini çekip başparmağıyla gözlerimin altını sildi. “Hiçbir yere gitmiyorsun Tamay. Bunu kabullensen iyi olur. Bağırıp çağırsan da, ağlasan da, kendini de paralasan burada kalacaksın.” Kaşları hafif havalanmış, yüzü biraz daha yumuşamıştı. Omuzlarımın altından iki kolumu da kavrayıp beni deri koltuğa götürdü. Burnumu çektim. “Yanılıyorsun.” Beni oturtup karşıma geçti. Abilerim de oturma grubuna yaklaştığında biri tekli koltuğa geçerken diğeri yanımdaki boşluğa, aramızda mesafe bırakarak oturdu. Bana olan saygıları bu kadarla sınırlıydı. Tekli koltuğa oturmuş olan büyük abim söz girdi. “Bak, bu şekilde gelmen gerektiği için üzgünüz. Özür dileriz.” Dudağımın bir kenarı alayla yukarı kıvrıldı. Gürültülü bir nefesle birlikte “özür mü?” diye tekrarladım. “Yolda yürürken birine yanlışlıkla çarpınca özür dilersin, sevdiği bir şeye istemeden zarar verdiğinde ya da bir sözünle istemeden kırdığında özür dilersin.” Başımı çevirip nefret ettiğim tabloya baktım. Çünkü onlarla yüz yüze olmaya dâhi tahammül edemiyordum. Üstelik her kelimemle gözlerim yeniden doluyordu. Gözlerimi yukarı çevirip burnumu çektim. “Ama birini terk edip gittiğinde ya da onu kaçırdığında özür pek etkili olmayabilir. Aklınızda bulunsun.” Boğazımı temizledim. İkisinin de yüzü utançla eğilmişti ancak karşımdaki adam dikkatle beni izliyordu. “Ve sizi de…” Ona nasıl hitap edeceğimi bulamıyordum ama dilim anne demeye de varmıyordu. Nihayetinde ne dersem diyeyim anlayacaklarını bilerek devam ettim. “O kadını da asla affetmeyeceğim.” Yanımda oturan abim vücudunu bana doğru çevirdi. “Tamay, haklısın ama annem…” Diğer abim küçük bir öksürükle araya girdi. “Sırası değil Akın.” Annemle ilgili konuşmanın beni onlara karşı daha çok soğutacağını düşündüğünden miydi bu müdahale bilmiyorum ama zaten yeterince mesafeliydim. Pelerinin kolunun ucunu avcuma sıkıştırdım. Elimi yumruk yapıp “anlatın” diyerek pes ettim. “Madem bu kadar yaygara kopardınız, anlatın ne anlatacaksanız da bitsin bu zulüm.” Bütün yaralarımı kanatmışlardı karşıma çıkarak. “Seni aradık. Valor’da olduğunu sanıyorduk. Yıllarca aradık Tamay. Gücümüzün el verdiği kadar her yere baktık ama başkentten ayrıldığınızı bilmiyorduk.” Dudağımı ısırıp kelimelerimi yuttum. Zihnimin içinde başkentten kaçtığımız gecenin kesitleri dönüyordu. “Bulduğumuzda ise sen sözcü olmuştun. Herkes seni tanıyordu, çok fevri söylemlerin vardı. İnsanların çoğu sana bilenmişti, üstelik Brocha’dan asla çıkmıyordun. Bir yol bulmak için…” “Ne yolu?” Saçımı başımı yolacak kadar öfkeliydim. “Ben sizi istiyor muydum acaba?” Bacağımı sallayıp duruyordum gerginlikten. Dudağımın kenarındaki keskin acı ve ağzımdaki kan tadına bakılırsa dişimle etimi kesmiştim. “Ya beni aramış olup olmamanız umurumda mı? Ben kaybolmadım, bir sabah uyandığımda siz yoktunuz. O evde beni bırakıp gitmiştiniz. Şehir savaş alanıyken, insanlar isyan ederken siz dokuz yaşındaki kardeşinizi bırakıp gittiniz.” Ayağa kalktım. Olduğum yerde kısa bir mesafe içerisinde volta atarken dağılan saçlarımı öfkeyle geri ittirdim. “Beni aramışlar. Teşekkür ederim ya.” Başım dönüyor, kanım çekiliyordu. “Gerçekten nasıl minnettarım anlatamam şu an.” Kutan’ın karşısına dikildim. Şayet o gittikleri gün on altı yaşındaydı. Belki çocuktu ama aynı zamanda bilinçli olabilecek kadar da büyüktü gözümde. “Nasıl, iyi miydi böyle köşklerde rahat rahat yaşamak insanlar savaşırken? Başkentin en uzağına kaçıp güvenli duvarların arkasına sığındıktan sonra vicdanını rahatlatmak için arkada bıraktıklarını gücün yettiğince aramak ne güzel çözümmüş öyle.” Gözüm karardı. Kutan bütün saydıklarıma rağmen hızla kalkıp beni tuttuğunda teşekkür etmek yerine “ilk düşüşüm değildi” dedim. İlk düşüşüm değildi ve hiçbirinde onlar yoktu. Artık dizlerimi, ellerimi kanatmaktan, yere çarpıp incinmekten korkmuyordum. Büyümüştüm. Kutan’ın ciddiyet içindeki yüzünden süzülen bir damla yaşı, yüzünü çevirip saklamaya çalışsa da gördüm. Ama içim gram soğumadı. Bir volkan bir damla suyla söner miydi? “Artık düşmene izin vermeyeceğim.” Sesi boğuktu. “Ben size sırtımı yaslayamam.” Geri çekildim. “Bitti mi anlatacaklarınız?” “Brocha güvenli değil.” Başımı ona çevirdim. Abilerimi bir noktaya kadar anlıyordum ama o… O niye buradaydı, benimle ne ilgisi vardı? “Hem Valor hem Fraclia senin için infaz kararı çıkardı. Başına ödül koydular ve sen bu gece Valor’daydın. Bütün yönetimleri yıkamazsın. Bütün tahtları deviremezsin. İnsanların hepsini özgürleştiremezsin.” O oturuyordu ve ben ayaktaydım fakat bir şekilde üstümde baskı kurmayı başarabiliyordu. Bir bacağını diğerinin üstüne atmış, ellerini rahat bir tavırla koltuğun kollarına yerleştirmişti. “Burada kalacaksın. Güvenliğin için köşkten çıkmayacaksın.” “Ne?” Kötü bir şaka mıydı bu? “Buna kim karar veriyor?” “Ben.” Ayağa kalkıp tam karşıma dikildi. Çenemdeki parmağının sıcaklığını hâlâ hissedebiliyordum, bana hiçbir teması yoktu ama bütün vücudumu yakınlığıyla bir elektrik kaplamıştı. Gölgesi üstüme düşen devasa bir ağaçtı sanki. Güçlü, tesirli duruşunu nasıl koruyacağını iyi biliyordu. “Ben karar verdim.” Yine de sineceğimi sanıyorsa çok yanılıyordu. “Kim olarak?” “Shaun’un başkan vekili olarak Tamay. Burada kararları ben veriyorum ve sen de uyacaksın.” “Siktir git.” Dolu dolu ettiğim küfürle yüzüne aniden yansıyan karanlık ifadeye şahit oldum. Beni yeniden kendine çekerken ona sertçe çarptım. Kıvırıp çenemin altına yerleştirdiği işaret parmağı bu kez canımı acıtıyordu. “O ağzını terbiye et, yoksa ben etmesini bilirim.” Az önce ağlayıp duran ben değilmişim gibi sırıttım. “Yapsana, nasıl yapıyorsun görelim.” “Beni sınama.” Tek kaşımı kaldırdım. “Sen buranın başkan vekili olabilirsin…” Söyleyeceklerimin onun öfkesini nasıl köpürteceği öngörüsü beni eğlendiriyordu. “Fakat benim için bir sikim değilsin.” Eli boğazıma kayarken gözleri kapkara olmuş, alnındaki damarlar belirginleşmiş, boynundaki kemikler ortaya çıkmıştı. Kasılmış çenesine bakılırsa dişlerini sıkıyordu. “Seni…” Kutan araya girdi. “Ural yapma. Seni kışkırtmak için söylüyor. Sabah sakinleşince konuşuruz. Bırak götüreyim odasına, dinlensin.” Onun sözleri Ural’ı zerre etkilememişti. İrisleri yüzümden ayrılmıyor, tutuşu gevşemiyordu. Kutan omzunu tutana kadar onun farkında bile değil gibiydi. “Hadi Ural.” Beni aniden bıraktığında boşluğa düştüm. Akın beni çekiştirirken Ural şakaklarını ovuşturuyordu. “Gel, odana gidelim.” “Odam Brocha’da. Burada kalmayacağım.” İşaret parmağımı kaldırdım. “Hiçbir kuvvet de beni burada zorla tutamaz, anladın mı?” “Hâlâ kalmayacağım diyor, ya sabır.” Ural belli ki sinirlerine pek hâkim olabilen biri değildi. “Bak bakalım buradan dışarı adım atabiliyor musun?” “Yemin ederim beni kendin göndereceksin.” Bu kadar kolay damarına basabiliyorsam benimle baş edemeyecekti. Görünen köy kılavuz istemezdi ki zaten beni korumak için kaçırmış olmaları fikri tamamen mantıksızdı. O neden beni korumak istesindi? Kesinlikle bir çıkarları vardı, belki Brocha ile anlaşma yapmak için beni koz olarak kullanacaklardı, belki başka bir şey… Ama niyetlerine hiçbir şekilde güvenmiyordum. “Her gününüzü zehir edeceğim. Hatta her anınızı…” Akın ağzımı kapatmaya çalışsa da elini ısırıp konuşmaya devam ettim. “Hepinizden nefret ediyorum. Senin aptal diktatörlüğün bana sökmez.” Muhtemelen bütün köşk şu an benim haykırışlarımla inliyordu. Kutan da diğer kolumdan tutup beni daha çok çekiştirirken bağırmaya devam ettim. “Her tahtı yıkamasam da yemin ederim seninkini yıkacağım.” “Sus artık!” Kükreyişi kapıdan çıkarılırken duyduğum tek şeydi. Bu mücadelenin kaybedeni kesinlikle onlar olacaktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE