2
Bazı geceler hiç bitmeyecek gibi geliyordu şüphesiz ama hiçbiri de bu gece kadar uzun gelmemişti. Kapısı kilitli, pencereleri parmaklıklı bir odanın içinde sağa sola adımlayıp durmuş, kafamın içindeki susmayan seslerle boğuşmaktan sabahı zor etmiştim.
Bağırıp durmamın, kapıyı zorlamamın hiçbir faydası olmadığını kabullenmiştim. Parmaklıkları aşabilecek olsaydım dâhi bulunduğum kat çok yüksekti. Yine de değil uyumayı denemek, yatağa uzanmamıştım bile.
Komodinin çalar saati ve bibloyu kapıya fırlatıp elime geçen başka bir şey bulamayınca kendimi yere bırakmış, kollarımı kendime çektiğim bacaklarımın etrafına sarıp saatlerce hiçbir zarar görmemiş olan kapıya bakarak oturmuştum. Odada boş bir dolap, tek çekmecesi bütün çabama rağmen yerinden sökülmeyen, ayağını kırdığım bir komodin, iki kişilik çarşafları tarafımdan dağıtılıp etrafa saçılmış bir yatak dışında hiçbir şey yoktu.
Her şeyin nihayetinde sadece kendimi yormuştum. Gözümden uyku akıyor, saç diplerim çekilmekten acıyor, açlıktan midem gurulduyordu. Perişan durumdaydım ve nasıl Brocha’ya haber göndereceğime dair en ufak bir fikrim yoktu.
Yatağın kenarına sırtımı yaslamış parmaklarımı sırasıyla ahşap zemine vurdukça çıkan tıkırtıyı dinliyordum. Düzenli bir ses beni biraz olsun sakinleştiriyordu. Düşüncelerimin üstüne bir sis misali çöküyor, bütün gece zihnimi kurcalayan buradan nasıl kurtulacağımı, bu insanların amacının ne olduğunu, kurtaramadığım o kadınları, yapamayacağım açıklamayı geri plana itiyordu. Şayet stresten alnımda boncuk boncuk ter birikmişti.
Odanın kapısı açıldığında göz ucuyla kimin geldiğine baktım. Parlak, kaliteli ayakkabıları, ütülü kumaş pantolonu, üstüne tam oturan ceketi, düzgün sakal tıraşıyla saatler önceki sinirinden eser kalmamış başkan vekili bozuntusu karşımdaydı. Kaşlarımı çattım. Onca gürültüye rağmen gayet uykusunu almış görünüyordu. “Ne istiyorsun?”
Başımı yatağa koydum. Yüzüm asıktı. Hiç enerjim de kalmamıştı, onunla şu an tartışmak istemiyordum. “Seni kontrol etmeye geldim.” Rahatlığı sinirimi bozuyordu. Bir eli cebinde, kibirli duruşuyla varlığı bile damarıma basıyordu.
“İyi, ettin. Def ol.” Keşke bibloyu fırlatmamış olsaydım. Ayağının yanında yerde duran o çirkin şeyi kafasına atmak daha etkili olabilirdi.
Bütün odaya bir göz gezdirdi. “Gece sıkı çalışmışsın.”
“Sen benimle uğraşacağına gidip başkancılık falan oynasana tiran bozuntusu.” Dudağımı aşağı bükerken çocukça da olsa ayağımla yerdeki bibloyu ona doğru tekmeledim. Uzanabilsem yatağın diğer ucunda duran yastığı da atardım.
“Kaç yaşındasın sen, üç mü?” Cevabımı beklemedi, oysa dilimin ucunda yeterince alaycı cümleler biriktirmiştim. “Kalk hadi, kahvaltıyı aşağıda yapacaksın.”
“Tokum ben.” Yalandı. Karnım gurulduyordu ama burada tek lokma yemeyecektim.
Tabii beni dinleyen kimdi ki? “Sürekli senin nazınla mı uğraşacağız böyle?” Kollarımdan tutup beni kaldırdı. Parmaklarıyla kaküllerimi sağa sola sallayarak düzeltirken ne yaptığına anlam veremediğimden gözlerimi kaldırıp yüzüne bakakaldım. “Hiç büyümemişsin. Aynı mızmız çocuksun hâlâ.”
“Ne yapıyorsun ya? Elleme saçlarımı. Karıştırdın hep.” Sinirle onun düzelttiğini tekrar bozdum. “Gelmiyorum dedim. Yemeği de zorla yedirecek değilsiniz ya.”
Dirseğimden tutup beni çekiştirmeye başlarken “yok” dedi ağzının içinde. “Sen laftan anlamıyorsun. Ben ne diye kendimi yoruyorsam?”
“Bıraksana be.” Yapılı bir adamdı, kuvvetliydi de. Bir türlü kurtulamıyordum ondan. “Medeniyet buralara hiç uğramamış, hiç.” Akşamki bağırtılarım şimdiki kavgamızın yanında hiç kalıyordu. Ben yükseldikçe o da aynı şekilde karşılık veriyordu.
“Sen medeniyetten anlıyor musun ki? Ne yapacaksın, açlıktan kendini mi öldüreceksin? İnsan gibi yemeğe çağırıyoruz, misafir gibi davranıyoruz ama sana yaramıyor öyle.”
“Misafir mi? Misafirlerinizi hep odalara kapatıp böyle koridorlarda mı sürüklersiniz?” Bir yandan koştururcasına ona ayak uydurmaktan, bir yandan da hararetli tartışmadan nefes nefese kalmıştım.
“Saçından tuttum yerlerde mi sürüklüyorum ben seni şu an? Daha çok bağır, belki insanlar seni kahvaltı masasına götürüyorum diye hâline acır da yardım eder.” Bu mağara adamlığını nezaket sanıyordu herhalde.
Boştaki elimle boynumu ovuştururken “sağır mısın sen?” diye sordum. Pelerinin düşen omzunu çekiştirdim. “Kıt mısın yoksa?”
Çenesini sağa sola oynatıp ardından sıvazladı. “Sabrımı zorluyorsun.” Merdivenleri inerken adımları biraz olsun yavaşlamış, ona yetişmek için koşturmak zorunda kalmamıştım. Bu sıkı tutuşuyla düşüp kafamı gözümü yarmazdım belki ama bacaklarımızın aynı uzunlukta olmadığını fark etmesi iyi olmuştu. “Dişimi sıkıyorsam abilerin hatırına.”
“Çok umurumda zaten.” Bu tavırlarını normal mi sanıyordu? Beni burada zorla tutuyorlardı ve üstüne bir de uyumlu davranmamı bekliyordu. Delirmiş olmalıydı.
“Ben sana umursatmayı bilirim.”
Kavga ede ede indiğimiz alt kattaki yemek odasında masadaki üç kişinin de dikkati doğrudan bize çevrilmişti. “Kariyerine eşkıya olarak devam etsen inan daha başarılı olurmuşsun. İlk insan mısın nesin?”
“Ya sabır, ya sabır! Elimde kalacaksın, yemin ederim.” Çekiştirdiği sandalyeye öyle bir güç uygulamıştı ki sandalye arkasındaki duvara çarptı. Yeniden masaya yakınlaştırırken beni adeta sandalyeye savurdu. Düşmemek için masaya tutundum. “O sivri dilini törpüleyeceksin Tamay.”
“Çok beklersin.”
Akın “yuh, ne ara birbirinizi yemeye başladınız yine” derken Kutan ayağa kalkıp aramıza girdi. “Ural, sakinleş. Böyle olmaz.”
“Ne mümkün” derken kravatını gevşetiyordu. “Dik başlının teki, o açıklamaların metin yazarı da kardeşinizdir ben söyleyeyim. Başına iş açacak bu katır inadıyla da.” Kendi sandalyesine oturmuş, hâlâ kravatını çekiştiriyordu. “Keskin sirke küpüne zarar.” Sanki o çok farklıydı.
“Haklısın ama korkuyor o da. Savunma mekanizması işte, çocukken de korkunca çaktırmamak için fevrileşirdi.” Ben burada değilmişim gibi konuşuyorlardı. Ve beni tanıyormuş gibi… İkisi de hataydı.
Sesli bir nefesin ardından “korkuyor muyum?” dedim. Belki bir yerlerde korkuya yer vardı fakat o kadar karmaşık duygular içerisindeydim ki hepsi birbiri içinde eriyordu.
“Abicim, yapma sen de.”
Parmak uçlarımı şakaklarıma bastırdım. Başıma ağrılar giriyordu. Ne abisi? Bu insanlar nasıl her şey çok normalmişçesine aile rolü üstleniyor, hatta geçmişten falan bahsediyordu?
Benim suskunluğum üzerine ortamın sakinleştiğini düşünen Kutan geçip karşıma oturdu. Masadaki tanımadığım kişi yirmili yaşlarının başlarında görünen, bakımlı bir kadındı. Kısa saçları, sivri çenesi ve çıkık elmacık kemiklerine yakışan bir kesime sahipti. Hafif çekik koyu kahve gözleri ona soğuk bir ifade katsa da bakışları tam tersine sıcak bir çağrışım uyandırıyordu insanda. Krem rengi, balıkçı yaka elbisesi ve özenli makyajıyla benim aksime gayet iyi görünüyordu.
Masanın orta yerindeki taze poğaça kokusuna direnip inadımı sürdürmek için çabalarken kadın gülümseyerek “merhaba” dedi. O kadar dalgındım ki Akın boğazını temizleyene kadar bana söylendiğini fark edemedim.
Ben kadından önce onunla göz göze gelince başıyla yanında oturan kadını gösterdi. “Mine bizim siyasi ilişkiler temsilcimiz.” Ben de tam onu merak ediyordum(!) “Gelen önemli konukları o karşılıyor, dış görüşmelerimizde de önemli bir rol oynuyor. Ayrıca…”
“Hımm” diye geçiştirdim. Aklım masadaki poğaçalarda ve çaydaydı. Ama su bile içmeyecektim.
Kadının ilgisizliğim üzerine gülümsemesi solup başını önüne eğerken çalışanlardan biri benim ve Ural’ın önüne de servis açıp çaylarımızı doldurdu. O sırada dikkatimi tabakların yanında nizami bir şekilde dizilmiş çatallar ve kahvaltı bıçakları çekti.
Bıçaklar çok keskin değildi ama çatal iş görürdü. Çaktırmadan alıp saklayabilsem daha sonra işime yarayabilirdi. Masadakileri kontrol etmek için başımı kaldırdığımda herkesin dikkatinin üzerimde olduğunu gördüm. “Yesene” dedi Kutan.
Arkama yaslanıp kollarımı birbirine bağladım. Ural’ın gözleri kısılmış, delici bakışları tamamen bana odaklanmıştı. Dudağının kenarını ısırdı. Onun için gerçek bir sınavdım ama öfke kontrolü çok zayıftı. Parmaklarını birbirine kenetlemiş, başını hafif yana eğmişti. “Ye Tamay.” Emrini vurgulamasının etkili olacağını zannediyordu, ne tatlı.
Bir bacağımı diğerinin üstüne attım. Yürü Tamay, ye Tamay, burada kal Tamay, sus Tamay… Emir yağdırıp durmaktan başka bir bildiği var mıydı acaba? Üstelik hiçbirine uymayacağımı anlamamakta ısrarcıydı. Ama onun da yapabileceklerinin bir sınırı vardı.
Masada öne doğru eğilerek bana yaklaştı. “Ye Tamay” diye tekrarladı. Yavaş, tane tane konuşuyordu.
Benim hareket etmediğimi görünce tek kaşını kaldırdı ama neredeyse gözü hafiften seğiriyordu. Boynundaki damarlar belirginleşmişti yine. “Yemeyecek misin?”
Başımı iki yana salladım. “Söylemiştim.”
“İyi.” Yerinden kalktı. Beni yine kolumdan tutup çekiştirirken dişlerimi sıktım. “Yine mi ya?” Karşımızda oturan ve abim olduklarını iddia eden iki adama doğru “siz de yalı kazığı gibi oturun öyle” diye çıkıştım.
İkisi de yerinden kalkmak için hareketlenirken Ural onlara doğru işaret parmağını kaldırdı. “Sakın!” Ben bir adım gerisindeydim. “Karışmayacaksınız. Kendi gelip yemek istediğini söyleyene kadar tek lokma verilmeyecek. Anlaşıldı mı?”
Neyse ki o abilerimi azarlarken pelerinimin uzun koluna çatalı sıkıştırmayı başarabilmiştim. Fakat başımı kaldırdığım an Mine ile göz göze geldik. Çatalı aldığımı görmüştü. Bir şey söyleyecek mi diye bir süre beklesem de bakışlarını kaçırdı. Neden suskun kaldığına anlam verememiştim ama minnettarlığım az önceki tavrımdan ötürü ufak bir pişmanlık da uyandırmıştı içimde.
“Nasıl aç bırakalım, o kardeşimiz Ural?”
“Kardeşinizin bu inadı kırılacak, siz de o burnunu kaf dağından indirene kadar dayanacaksınız.”
“Ama…”
“Bu rica değil Kutan.”
Sanki rica etmek ne demek haberi vardı da… Sürekli emir kipiyle konuşuyordu. Ağzından çıkan cümlelerin yarısı buyruklarıydı. O beni yeniden bir yerlere çekiştirirken arkada kalıp izleyen abilerime “rezilsiniz” diye bağırmayı ihmal etmedim. Her halde bütün asilik genleri bana geçmişti. “Koyunsunuz siz, Valor’da da kalsanız bir şey değişmezmiş, sadece zincirlerinizi tutanlar farklı olurmuş.”
“Bir sus be artık.” Etraftaki korumalar bile hayretle bana bakıyordu. “Köşk köşk olalı böyle rezillik görmedi.”
“İyi, bırak evime döneyim o zaman.”
“Dönmeyeceksin.”
“Neden ya? Hadi onların derdi vicdan rahatlatmak, ya sen? Sana ne?”
Durdu. Hızlı nefes alışverişi yavaşlamış, az önceki hışmı dinmişti. Kolumu bıraktı. “Takip et beni” diye konuyu değiştirdi. Arkama baktım, kapıyı göremiyordum. Pencerelerin hepsinde de ferforje korkuluk takılıydı.
Bileğimdeki çatal düşmesin diye ucunu bırakmadan peşinden yürüdüm. Yapamadığım açıklama aklıma gelince ondan bir talepte bulunmaktan nefret etsem de “radyo dinlemek istiyorum” dedim.
Yandan bir bakış attı. “Şimdi olmaz.”
“Neden?”
“Çünkü olmaz.”
“Radyodan kimseye haber gönderecek hâlim yok, günün haberlerini duymalıyım. Bana engel olarak eline ne geçecek? Sizin yüzünüzden çok önemli bir açıklamayı yapamadım ve sırf egonu tatmin etmek için böyle…”
“Her şey benim egomla mı ilgili sanıyorsun?” Durduğu basamakta bana döndü. “Ayrıca kime haber gönderdiğinin önemi yok, Brocha seni buradan alacak kadar güçlü mü? Doğru dürüst askeri birlikleri bile yok. Olsa da bir sözcü uğruna…” Söyleyeceği cümlenin beni ne kadar yıkacağını öngördüğünden mi bilmiyorum yarım bıraktı. Haklılık payı vardı, askeri gücümüz azdı ama insanlarımız birlik olmak konusunda diğer tüm topluluklardan iyiydi. “Aç gözünü. Burada güvendesin, tek yapman gereken sana söylenilenlere uymak.” Karakterime tersti istediği şey. İdeallerim, fikirlerim peşinden koşmaya değerdi. Brocha çok güçlü olmasa da temsil ettiği değerler kıymetliydi ama o bunu anlamıyordu. İçinde bulunduğu taht yarışı benim görüşlerimden çok farklı bir noktaya itiyordu onu. Anlayamıyordu, anlayamayacaktı da. Çok zıt kutuplardaydık.
Sabahki odaya girdiğimizde o dalgalı bir denizi andıran hâli durulmuş, vakur bir ifade takınmıştı. “Burayı toparlamaları için birilerini göndereceğim. Kapıyı kilitlemiyorum ama beni buna mecbur bırakma Tamay.”
Omuz silktim. Odadan kaçmak değildi ki derdim, köşkten dışarı adım attırmazlardı. Kapıya kilit vurmasa ne olacaktı bunca gardiyan varken? Arkasını döndü, bir adım atmıştı ki duraksadı. “Ha, unutmadan.”
Bana dönüp üstüme yürümeye başladığında geri çekildim. Bu karanlık ifade de neydi, tehlikede hissettiriyordu. “Ne?” diye sordum. “Neden geliyorsun?”
Her adımıma karşılık o da bir adım atıyordu. Sonunda sırtım duvarı bulduğunda ayakkabılarımızın ucu birbirini bulana kadar yürümeye devam etti. Bileğimi tutup elimi kendininkinin üstüne koydu. Bileğimi sıyırırken “ne yapıyorsun?” dedim hayretle.
Tuttuğum çatalı elimden aldı. Gözümün önüne kaldırırken diğer eliyle de yüzüme düşen saçlarımı hafifçe geri itti. “O aklındaki kırk tilkinin kuyruğu dikkat et de birbirine çok dolanmasın.” Tekrar dönüp gitmeden önce “ofisim bu koridorun sonunda, acıktığında bekliyorum” dedi.
Ve ben kendimi tutamayarak yetişkin bir kadın olduğumdan beri asla yapmadığım bir şeyi yapıp arkasından dil çıkardım. Tam ağzını yaslamak üzereyken “dilin yerinde daha iyi” diye seslendiğinde şaşkınlıkla gözlerim irileşti. Arkasında gözü mü vardı bu adamın? Ve ben neden onunla olduğum her an tanımlayamadığım bir girdabın içine çekiliyordum?