YÜZBAŞI AYAZ
“Yanına bir partner de al...” Albay’ın sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. “Alacağın kişi görevi sakın bilmesin.”
O cümle beynimde dönüp dururken yavaşça telefonu cebime koydum. Başımı kaldırıp Melek’e tekrar baktım. Hâlâ yerdeydi. Kendini kapatmaya çalışmıyordu. Dirayetli duruyordu. Gözleri tavanı değil beni tarıyordu. Korkuyordu. Ama korkusunu isyana çevirmişti.
“Halktan gibi görünen biri…”
İçimdeki o uğursuz his gitgide daha çok bağırmaya başladı. Ya bu kız gerçekten kaçıyorsa? Ya gerçekten masumsa? Ya bu kadar şeyin ortasında bana gelen tek “tesadüf” buysa?
Adımlarım yavaşça ona yaklaştı. Işıldak hâlâ elimdeydi. Onu aydınlatıyordu ama sanki ben daha karanlığa gömülüyordum.
“Ne bakıyorsunuz öyle?” dedi birden. Sesi sakindi. Yorgundu.
“Düğün sever misin?” diye sordum pat diye olaya girerken. Niye bir anda dedim ben de bilmiyorum.
Kafasını kaldırdı. Şaşkındı. “Ne?”
“Düğün,” dedim tekrar. “Oynamak, halay çekmek, yemek yemek, türkü dinlemek... sever misin?”
Bir kaşını kaldırdı. “Saçmalamayın.”
Dudaklarımda belli belirsiz sinsi bir tebessüm oluştu. “Yarın sabah Diyarbakır’ın en büyük düğünlerinden birine gidiyoruz. Yani düğüne girerken yanımda olacak birine ihtiyacım var. Kılık kıyafetin, yaşın, tavırların... Hepsi tam uyuyor. Anlayacağın, seninle gidiyoruz küçük hırsız.”
Gözleri büyüdü. “Pardon? Ben böyle bir şeyi kabul ettiğimi hatırlamıyorum.” diyerek yine asi gözlerini üzerime çıkarınca başımı eğerek baktım ona.
“Evimi sığınak olarak kullandım ve belki de gerçek hırsız sensin. Bu yüzden bana bir takım şeyler borçlusun. Sen şu an dua et de ben yine sana sakin yaklaşıyorum, şu an ters kelepçe yapıp sabaha kadar seni bodrumda, yağmur dinene kadar belletmesini de bilirdim.”
Bunu söylememle biraz ürperip gözlerini kaçırdı. Böyle bir şey beklemiyordu, gerçi ben de beklemiyordum. Hiç huyum değildi, asla tanımadığım biriyle bir işe kalkışmazdım. Başka kız arkadaşlarım, hatta arada bir cinsel anlamda olmadan vakit geçirdiğim bir arkadaşım da vardı. Onu çağırsam koşarak gelirdi. Fakat bilmiyorum, bu kız da beni çeken başka bir şey vardı. Fazla tanıdık, fazla garipti. Gözlerim kısa bir an karnında dolandı.
Karın kası çizgileri vardı. “Spor yapıyor musun?”
Bir an afalladı. “Hayır. Aşçıyım ben.”
Bir aşçının böyle karın kası olması imkansızdı. “Karın kasları doğuştan herhalde?” dememle bir an şok olup eğildi ve karnına baktı sanki o da yeni fark etmiş gibi gözlerini kırpıştırdı.
“Bilmem, hep ayaktayım ondan galiba.” derken sesi durgundu, kendini sorguluyordu. Bu kız da bir boklar vardı ve çözene kadar gözümün önünden ayırmaya niyetim yoktu.
Şimdilik bu gariplikleri bir tarafa bırakıp kollarımı göğsümde birleştirdim. “Düğüne geliyorsun o zaman?”
İç çekti. Sanki yaptığı hatanın bedelini o da ödemek istiyor gibiydi. “Şey, mecbur geleceğim artık. Ama müsaade ederseniz... Ekibimi arayıp durumu söylesem? En azından diğer aşçı gelir.”
Şu durumda bile düşündüğü işi miydi? “Konuş, gözüm üstünde olacak.”
“Çantam mutfakta.” dedikten sonra yavaşça kalktı ve sanki üzerinde iç çamaşırı olan benmişim gibi rahat rahat içeri yürüdüğünde arkasından sıkı kalçalarına baktım.
“Tövbe tövbe, abdestimi bozduracak bana.” Diye homurdana homurdana peşinden gittim.
Mutfakta ışıldağı yaktığımda elini hemen çantasına uzattı. Çanta yere bırakılmıştı ama üstü başı çamurla kaplıydı hâlâ. Dizlerinin titrediğini fark ettim. Sıcaklık yeni yeni tenine işliyordu ama içindeki soğuk, daha derine sızmıştı.
Telefonunu buldu, kilidini açtı. Numarayı çevirdi. “Ayhan Şef?” Duraksadı. Yutkundu. “Ben yarın gelemeyeceğim. Rahatsızlandım. Yardımcı şef idare ederse sevinirim.”
Yalancıydı.
Ama şu an için bu yalanın önemi yoktu. Gerçekleri öğrenmek için biraz daha zamanım olacaktı. Biraz daha konuştu ve telefonu kapatıp döndü.
“Tamamdır. Artık tamamen size aitim, yüzbaşım.”
Bunu öylesine söylemişti ama bir garip olmadım desem yalan olur. Keskin bakışlarım kısa bir an parlak gözlerinde duraksadı. “İyi. Sabah 08.00 da kalkacaksın. Sana uygun kıyafetleri getireceğim.”
“Ne giyeceğim?”
“Sade bir şeyler. Göze batmamalısın.”
Kafasını salladı.
Yavaşça koltuğa oturdu. Bacaklarını karnına çekip kendini sarmaladı. “Ben hayatımda ilk defa düğüne davet edildim. Daha önce hiç düğüne gitmemiştim.” diye mırıldanırken kaşlarım havalandı.
Ne garip bir kızdı bu? Uzaydan falan mı geliyordu? İlk düğün deneyimi bir görev olacaktı farkında olmasa da.
Bu kızın gizemi ne bilmiyordum ama çözecektim. Çünkü hislerim asla yalan söylemez.
MELEK
Ev sıcaktı. Dışarıda yağmurun dövdüğü camlara inat, içeride her şey fazlasıyla sessiz ve durağandı. Yatakta, battaniyenin altında uzanmış, başımı hafifçe yastığa gömmüşken fark ettim ki bedenim yavaş yavaş gevşiyor, o uğursuz günün gerginliği parmak uçlarımdaydı sanki. Üzerimde hâlâ sadece iç çamaşırlarım vardı ama garip bir şekilde bu beni rahatsız etmiyordu. Belki de uzun zamandır ilk kez, bir evin içinde kendimi ‘kadın’ gibi değil, sadece ‘var’ gibi hissettiğim içindi bu kayıtsızlık.
Tabii biraz da inat. Giyinmeyeceğimi anlayınca battaniye vermişti yüzbaşı bana. İtiraf etmek gerekirse ona baktıkça bakasım geliyor. Çok yakışıklıydı. Ama fazla duygusuz ve huysuzdu.
Sırtımdaki battaniyenin pamuklu dokusu tenime yapışmıştı, yorgunluk bedenime çöreklenmiş gibiydi. Yukarı çıkıp kıyafetlerimi almak? Üşeniyordum. Gerçekten... Her şeyi düşünmeye fazlasıyla yorgundum. Zaten ıslanmışlardı, nemli kumaşın tenime yeniden değmesini düşünmek bile içimi burkuyordu. Onun yerine burada, sıcakla dolmuş bu küçük odada kalmayı tercih ediyordum. Varlığım sanki battaniyenin altında eriyip gidiyordu.
Gözlerimi tavana diktim. Çatının altından gelen hafif tıkırtılarla birlikte düşüncelerim de çatı arası gibi dağınık ve karışıktı. O adam… Ayaz. Yüzbaşı. Emretmeye alışkın, kaşlarını çatınca tek bakışıyla tüm odayı susturabilecek biri. Ama bakışlarının içinde bir şey vardı. Asker disiplininin ardına gizlenmiş bir geçmiş… Kırılmış, parçalanmış bir şeyler. Göz göze geldiğimiz her anda içime işleyen o şey, sadece bakış değildi; bir tür tanıdıklık, bir tür korku, bir tür çekim. Tanımadığım bir adamın karanlığında, kendi geçmişimin yankılarını duyar gibi olmuştum. Kendi kaçışımı, kendi yalnızlığımı… Ve bu beni ürkütüyordu.
Bir şey vardı… bu adamda garip bir şey vardı. Sanki bir süreliğine ona dokunursam, kendime ait olmayan ama yine de bana dair bir şey bulacaktım. Ne zaman ona baksam, zihnimin arka sokaklarında bir alarm çalıyordu. Tehlike değildi bu tam olarak, daha çok... geçmişin kendini hatırlatmasıydı belki.
Yastığa biraz daha gömüldüm. Saçlarım alnıma yapışmıştı, yanaklarım hâlâ biraz serindi ama battaniyenin altında kuruyan her hücrem, içimden gelen boşluğa biraz daha gömülüyordu. Bu adamla bir düğüne gidecektim. Hayatımda hiç düğün görmemiştim. Biraz heyecanlıydım.
İç çamaşırlarımla bu yatağın içinde kıvrılıp kalırken, başıma kalan bu hırsızlık mevzusu yüzünden gururum da kırılıyordu. Ben kimsenin eşyasına izinsiz elimi bile sürmezdim. Gözlerim açık kapıdan dışarı kaydı, o salonda yatıyordu bana da salonun çaprazında kalan odayı vermişti. Ama kapı açık kalacak diye uyarmıştı sertçe. Mumlar hala yanıyordu ve o ara ara yakıcı orman gibi gözlerini üzerimde dolandırıyordu.
Yarın yorucu bir gün olacaktı belli ki, uyumak zorundaydım.
...
Göz kapaklarım yavaşça aralanırken, beynimin içindeki ses, “Bu ev bir yüzbaşının!” diye bağırarak beni silkeledi.
Aniden doğruldum. Gözüm önce kapıya, sonra etrafa kaydı. Sessizlik... Geceden kalan gerginliğin yerini şimdi tekinsiz bir huzur almıştı. Yüzbaşı ortada yoktu. Kapı aralıktı ama ayak sesi, konuşma, kahve kokusu… hiçbir şey yoktu. Sanki bu evde yalnızdım.
Ayağımı yere attığımda parke hafif serin geldi. Üzerimde hâlâ geceden kalma iç çamaşırları vardı.
Kapının yanına yürüdüm. İçeride küçük bir sehpa, sehpanın üstünde de iri, ağır bir kutu vardı. Üzerine düz beyaz bir kâğıt iliştirilmişti. “08.00. Giyin. Göze batma.” – Yüzbaşı
Kaşlarım çatıldı, sonra fark etmeden güldüm. Yüzbaşının emir kipinde bile bir “derli topluluk” vardı. Kutuya eğildim, kapağını yavaşça kaldırdım. İçindeki kumaş hemen dikkatimi çekti.
Parmaklarım altın işlemelerin arasında kaydı. Gözlerim istemsizce büyüdü. Bu... fistan mıydı?
Evet... köy düğünleri için özel dikilmiş, etekleri geniş, beli oturan, zarif ama sade bir fistan. Krem rengi kumaşın üstüne altın sarısı ışıltılar serpiştirilmişti adeta. Omuz hizasında hafif bir dantel geçişi vardı. Etekleri neredeyse topuğa kadar uzanıyordu. İçine özel bir içlik de konulmuştu. Her şey tam ölçülü görünüyordu.
Sanki... çok önceden ölçüm alınmış gibiydi.
Yutkundum.
Bu nasıl... böylesine hazırlıklı bir adamdı? Beni daha dün tanımıştı. Ya da... ne kadar tanımıştı? İçimde garip bir şey kıpırdadı. Belki de ilk kez biri bana bir şey seçmişti.
Kumaşı göğsüme bastırdım. Aynaya baktım. Krem ve altın, tenime çok yakışıyordu. Daha fazla beklemeden hızlıca üzerimi giyindim ve saçlarıma falan bakmak için koridora adım atmakla Amerikan mutfağım köşesinde omzunu duvara yaslamış çay içen Yüzbaşının sesiyle ufak çaplı bir çığlık attım.
“Biraz daha o odadan çıkmasaydın öldüğünü düşünecektim.”
Elimi kalbime koyarken derin derin nefesler aldım. “Korkuttun!” dedim sertçe ama o hiç oralı olmadı.
Ne zamandır oradaydı? Ben mi fark etmemiştim? Çok sessizdi ve bu korkutucuydu. “Hemen çıkıyoruz. Erkenden oraya varıp sanki aileden gibi orda olmalıyız. Düğün sahibi bizi zaten tanıyor.”
Dediklerinden bir şey anlamıyordum. Amacımız neydi? O düğüne neden gidiyorduk hiçbir fikrim yoktu ama anlaşılan ters bir şeyler vardı. Acaba bu onların görevlerinden biri miydi? Ama öyle olsa hırsız olarak gördüğü beni değil, daha donanımlı birini tercih ederdi diye umuyorum.
“Neden ben?” diye sorduğumda yeşil gözleri tüm bedenimi taradı ve bardağı bir anda sertçe tezgaha bıraktı.
“Çünkü öyle istiyorum! Düğünden sonra da karakola gideceğiz. Daha seninle çok işim var.”
Sonrasında bir anda bileğimden kavradı ve beni çekiştirmeye başladı.
“Ama saç makyaj falan yapmadım.”
“İhtiyacın yok.”
Bu ne demek oluyordu? Ne yaparsan yap bu tip düzelmez mi demek istiyordu yoksa zaten güzelsin mi? Karmakarışık bir şekilde beni çekiştirmesine izin verdim. Teni tenimdeyken tüm tüylerim ürpermişti, yanında çok tuhaf hissediyordum ve içimden bir ses başımın bu adamla belada olduğunu söylüyordu.