2.bölüm

3205 Kelimeler
Keyifli okumalar... Kaybolmuş küçük bir çocuk gibiyim. Kayıp olmuş ve annesini feryat figan ağlayarak arayan küçücük bir çocuk. Cafeye işe girdiğim ilk zamanlar huysuz moruk olan patronla anlaşamıyorduk. Bu aylarca da devam etti. Ama ilk yılımı doldurunca o işten çıkmak gibi bir korkum olmadı hiç. Bunda Adem abi de yardımcı olmuş olabilir... Adem abi, teyzemin oğluydu ve beni koruyup kolluyordu. Herkesten ve herşeyden bunu yapmak için baya çabalıyordu. Ama şuan uzaktaydı. Son üç yıldır olduğu gibi... Ama her ne olursa olsun ben köpek gibi çalışıyor, aldığım her kuruşun hakkını sonuna kadar veriyordum. Ne sorun yaşarsak yaşayalım, hiç bir zaman kesin hüküm vermemişti bana. Yeri gelir kavga eder, yeri gelir tartışırdık. Ama sonunda herkes kaldığı yerden devam ederdi işine. Peki şimdi ne değişmişti? Gerçekten bir müşteri meselesi miydi, yoksa başka bir şey mi vardı? Beni kovmak için bahane mi arıyordu? Ona karşı her zaman ki gibiydim. Ne olmuş olabilir ki? Düşünerek kafayı yiyeceğimi farkettiğimde sinirle önümde duran küçük çakıl taşına tekme atarak denizin içinde kaybolmasına sebep oldum. Sonra hâlâ belimde bağlı duran yakalığı çözüp onu da denize fırlattım. Ağrımaya başlayan başıma elimi koyup, denize bakan banka oturdum. Korku tüm bedenimi sarmış, damarlarımda kan yerine geziyor gibiydi. Kafamı ellerimin arasına alıp dirseklerimi dizime yasladım. Kafam ve gözlerim yere bakıyor ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Üç tane beş yaşında çocuk vardı hayatımda. Ve şimdi de okul ihtiyaçları vardı. Belki anaokulu olabilir ama zamanla büyüyorlardı. Her çocuk gibi kendi ihtiyaçları varken, okul ihtiyaçlarıyla birlikte masrafları çoğalıyordu. Eve girecek yemek, ekmek lazımdı bana. Bunlar içinde paraya. Şuanlık maaşımı yakın zamanda aldığım için hazır bir miktar para vardı ama nereye kadar? Hazıra dağ dayanmaz, demiş eskiler. Su gibi bitivermesi olası ihtimaldi. Çaresizlikle dolan gözlerimi serbest bırakıp yaşlarımın akmasına izin verdim. Beynim bas bas bağırıyordu. Ne olacak? Ne yapılacak? "Ne yapacağım ben?" diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. O an da üstüme bir gölge düştü. Ellerimle gözlerimi hızla kurulayıp kafamı kaldırdığımda güneşi arkasına almış, yüzü karanlıkta kalan biri vardı. Elini bana doğru uzattığında çantamı farkedip şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. Sonra aklıma Halil Bey beni yere ittikten sonra yanıma attığı çantayı almadan ayağa kalktığım gelince içimden kendime küfür ettim. "Teşekkür ederim. Uğraştırdım sizi." dedim elinden alıp kucağıma koyarken. "Rica ederim. Ama uğraşmak isteyen bendim. Bu yüzden sorun yok." Konuşurken önümden çekilmişti ve yanıma aramıza az bir mesafe bırakarak oturmuştu. Yüzüne bakmak ve bu yabancının kim olduğunu anlamak istiyordum ama onun bakışları bende değilken bakmam doğru olmaz diye bakamıyordum. "Sanırım sizde oradaydınız. Çantamı getirdiğinize göre." Mırıldanır şekilde konuşurken gözlerimi denizde ufacık görünen gemiden ayırmıyordum. "Cafede oturuyordum. O an yaşanılanlara şahit oldum. Patronunuz, acımasız biriymiş. Kimse bu şekilde muameleyi haketmez." Alayla gülümseyip benden izinsiz düşen tek damla göz yaşımı sertçe sildim. "Boşversenize. Kendisini adam sanan müsveddelerle dolu bir dünyada yaşıyor, onlarla ortak nefes alıp veriyoruz. Alışkınım." Son kelimeyi fısıldayarak, kendi kendime söyleyip derin bir soluk aldım. Aklıma babam gelmişti. Onun yaptıklarından sonra çokta koymuyordu, başkalarının ki.... "Siz gittikten sonra peşinizden kalkıp sizi takip ettim buraya kadar. Aslında hemen çantayı verip dönecektim ama sinirli görünüyordunuz, yanaşmaktan korktum." dediğinde kıkırdamadan edemedim. İyice sinirlerim bozulmuştu... "Artık nasıl bir sinirle kalkıp gittiysem, çantamı elinizde görene kadar almadığımı bile farketmedim." dedim gözlerimi ona çevirirken. Açık kahverengi saçları vardı. Beyaz teni ve yanağında bir kaç ben'i vardı. O sırada hafifçe gülümserken yanağında bir delik oluştu. Yani gamzesi vardı. Ama gamze demekten çok kendisine belediye çukuru demeyi tercih ederdim ben. "Yaşadığınız şey az değildi. Size yaptığı hareket gurur kırıcıydı. Bu çok normal yani." Konuşurken kendisi karşıya bakmaya devam etmiş, son cümlede koyu kahve gözleri, gözlerime değmişti. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Gözleri samimi bir şekilde parlıyor, söylediklerinde samimi olduğunu destekliyordu. Yakışıklı bir yüzü vardı. Nazar değmesin dercesine yüzünde ben'leri vardı. Ama onlar bile yakışıklı yüzünden bir şey eksiltememişti. Ve aynı zamanda tuhaf şekilde yüzü bir yerden tanıdık geliyordu. "Bu arada tanışmadık, Barış ben." deyip elini uzattığında elini tutup sıktım. "Güneş," Elimi geri çekerken nerede görmüş olabileceğimi düşünüyordum. "Sizinle daha önce karşılaştık mı? Tanıdık bir yüzünüz var." Gözlerini birkaç kez şaşkınlıkla kırpıştırdı ve dudaklarını yalayıp, boğazını temizledi. "Ben cafeye ilerlerken, sizde çıkmış koşar adım ilerliyordunuz. O sırada bana çarpmıştınız. Oradan tanıdık gelebilir." Ah! Lanet olsun! "Olabilir tabi. Pek dikkat etmemiştim ama bilinçaltımda kalmış demek ki." deyip önüme döndüm. Yanaklarım utançla yanıyordu. Kesin beyaz tenim kızarmıştır birde. "O an için tekrar özür dilerim. Biraz acelem vardı. Nasıl olduğunu bile anlamadım." "Hiç sorun değil, gerçekten. Hepimiz insanız ve bazen ufak tefek kazalar yaşayabiliyoruz." "Öyle." Aramızda bir süre garip bi sessizlik oluşurken ikimizde karşıda ki denize bakıyorduk. Kafamı hafifçe kucağıma eğip göz ucuyla Barış'a baktığım da üstüne giydiği kıyafetler dikkatimi çekti. Üstünde bedenine tam oturan bir gömlek vardı. Daha doğrusu siyah kumaş pantalonu ve beyaz gömleği vardı. Kollarını iki kere geriye katlamıştı. Kravat yoktu. Üstten de iki düğme açmıştı. Barış'ı incelediğimin farkına varınca utançla gözlerimi kaçırıp bakışlarımı tekrar kucağıma çevirdim. Gözlerim ellerime takılınca tahriş olduğunu ve yer yer kanayıp birde kuruduğunu görüp tekrar canım sıkıldı. Çantamın içini açıp içinde bulundurduğum küçük ıslak mendil paketinden bir tane alıp avucumu silmeye başladım. Yaralarım, mendilden çıkan köpük sebebiyle yanmaya başlarken Halil Bey'e bir kez daha küfür ettim. "Ellerin yara olmuş. Düştüğünde olmuş olmalı. Kalk hadi eczaneye gidelim." Bakışlarımı şaşkınlıkla kendisine çevirirken hangisine şaşıracağımı bilememiştim aslında. Sizli-bizli konuşurken birden senli-benli konuşmaya başlamasına mı, yoksa aniden kolumu tutup benim için endişelenmesine mi? "B-ben iyiyim. Sorun yok." deyip gülümseye çalıştım. Ayağa kalkarak elinden uzaklaştım. "Şimdi gitmem gerekiyor. Tekrar teşekkür ederim. İyi günler." Çantamı boynumdan geçirip, elimdeki kirlenmiş mendili çantanın içine attım ve arkama dönüp ilerlemeye başlamıştım ki, Barış'ın sesiyle ona döndüm. "Bir şey söylemek istiyorum sana ama beni yanlış anlamandan korkuyorum." Sözleri istemdışı kaşlarımı çatmama sebep oldu. Bu da onu huzursuz etmiş olacak ki karşımda kıpırdanıp gözlerini kaçırdı. "Dinliyorum." "Hani kovulurken dedin ya, verdiğin o üç kuruş maaşa ihtiyacım var, diye. Bak inan bana yanlış anlama. Ben tamamen profesyonel bir açıdan söylüyorum bunu. Asla sana acımadım ve yalan da söylemiyorum..." "Anlamıyorum, sadede gelsen?" dedim sabırsızca. Sözleri karışık ve anlamsız geliyordu. Ne demek istediğini anlamıyordum. Barış boğazını temizleyip elini cebine attı ve küçük bir kart çıkarıp bana uzattı. Elinden alıp baktığımda, iki telefon numarası olduğunu gördüm. Ve bir holding ismi. Karahanlılar Holding. "Ben burada çalışıyorum. Yakın zamanda ofis elemanımız gitti. Yani kısa bir süredir arıyoruz. Ama gelen giden olmadı henüz." Barış'a gözlerimi kırpıştırarak baktım. Ne demek istiyordu? Böyle kesik kesik konuşuyor birde benim anlamamı mı bekliyordu? "Bundan bana ne?" Bu defa gözlerini kırpıştıran Barış olmuştu. "Ne demek, sana ne? Bence senin için gayet uygun bir iş." Ah! Benim için mi? Yanaklarımın kızardığını hissederken bakışlarımı kaçırdım. Elimdeki kartı ona doğru uzatırken konuştum. "Teşekkür ederim ederim ama beni bu işe almazlar. Daha doğrusu uygun bulmazlar." "Neden?" Göz devirip bakışlarımı gözlerine kaldırdım. "Bak ben ortaokul mezunu biriyim! Burası ise bir holding! Eminim orada işe girmek için lise diploması bile kurtaramaz." dediğimde hafifçe kaşları çatıldı. "Bak maksadım hiç bir zaman yapılan işi küçümsemek değil ama ofis elemanı, getir-götürcü gibi bir şey. Yeri geliyor çay kahve getirip götürüyorsun, yeri geliyor istenilen dosyaları falan. Ara sıra fotokopi çekiyorsun. Bu kadar. Eminim bunları yapmak için lise diplomasına ihtiyaç duymazlar." Söylediklerini duyduğumda heyecanlanmadan edemedim. Aslında bir nevi cafe işi gibi bir şeyden bahsediyor gibiydi. Sadece istenilen şeyler, daha farklıydı o kadar. "Hem maaşı da cafeden aldığından daha iyi olacağına emin olabilirsin." deyip ellerini pantalonunun cebine koyduğunda dudağımın kenarını ısırmış, ne demem gerektiğini düşünüyordum. "Ben, bilemiyorum. Evet bir işe ihtiyacım var ama beni oraya kabul ederler mi?" Dudağını bükerek omuz silken Barış'a umutla baktım. "İnsan Kaynaklarıyla konuşurum ben. Beni tanıyor ve seviyor. Halledebilirim diye düşünüyorum." Derin bir nefes alıp verdim ve elimdeki kartı çantama koydum. Ardından ne diyeceğimi bilemez şekilde boğızımı temizledim. "Ben teşekkür ederim." "Teşekkürlük bir durum yok şuan. Çalışmaya başladığında edersin." dediğinde gülümseyip kafamı onaylayarak salladım. "Peki ne zaman geleyim?" diye sorduğumda gözlerini düşünceli bir şekilde yere indirdi. "Yarın Cuma, patron öğlenden sonra gider büyük ihtimal." dedi kendi kendine konuşur gibi. Ardından gözleri gözlerimi buldu. "Yarın 12'de gel sen." Gözlerimi kırpıştırarak baktım Barış'a. "Neden patron gidince?" "Sesli mi düşündüm ben?" derken eli ensesine gitti. "Cevap alamadım." İnatla sorduğum soruya karşın boğazını temizledi. "Kendini daha rahat hissedersin, diye demiştim." "Daha inandırıcı bir şey söyle!" dedim kaşlarımı çatarak. "Gerçek bu!" dediğinde sinirle arkama doğru dönüp ilerlemeye başladım. Yalan söylüyordu bunu anlamak zor değildi benim için. "Güneş! Nereye ya? Dursana!" Arkamdan seslenmesine hiç bir şekilde cevap vermeyip ilerlemeye devam ettim. Arkamdan geldiğini bana yaklaşan sesinden anlıyordum. Bu yüzden aniden durup ona döndüm. "Bana yalan söylemeyeceğinden emin olduktan sonra konuşuruz!" dedim ve ilerlemeye devam ettim. O ise benim söylediklerimden sonra durmuştu. Kendimi kısa sürede evimizin sokağına girerken buldum. Adımlarımı yavaşlatıp sakin sakin kapının önüne geldiğimde Halime yengenin sesini duydum. "Bugün erkencisin. Hayırdır?" "Ne sen sor, nede ben söyleyeyim!" deyip çantamdan çıkardığım anahtarla içeri girdim. Kendimi yorgun, bitkin hissediyordum. Kovulmak, ruhsal olarak, hırpalanmış olmam bedenen yormuştu. Ne yapacağımı düşünmekte başıma ağrıların girmesine sebep olmuş üstüne üstlük sonrası yaşananlar da az çok beni etkilemişti. Çantamı vestiyere atıp lavboya girdim. Elimi yüzümü soğuk suyla yıkayıp kurulandım. Kendimi oturma odasına atıp saate baktım. Kızları okuldan almam gerekiyordu. Ve bunun için neyse ki bir saatim vardı. Yarım saat dinlenir kendime gelirdim. Sonrasında kızları almaya giderim. İyicene dağılmış olan saçlarımı salıp tekrar toplarken ayağa kalktım ve çantamı elime aldım. İçini biraz karıştırıp Barış'ın verdiği kartı aldım. Çantamı bu defa asarak içeri girdim. Kendimi çekyata atıp önce arka cebimde duran telefonumu aldım ve ofis elemanı için araştıma yapmaya başladım. Gözlerim yazılar arasında kayıp giderken bir siteye girip baktım. Bununla ilgili yapılan yorumlar ve kendilerince söyledikleri açıklamalar vardı. "- Ofisin şoförüdür, - Ofisin vergi dairesi, vs tür her türlü resmi işlerinin takipçisidir, - Yurtdışından gelecek olan misafirleri havaalanında bulmakla yükümlü kişidir (ingilizcesi olmadan)" Gözlerimi kırpıştırarak baktım son maddeye. Lisede ingilizce dersim iyiydi. Hatta az çok aklımda kalan şeyler vardı. Yani kısaca derdimi anlatacak kadar biliyorum ama fazlası yoktu. Bu acaba sorun olur muydu? Düşüncelerimi gerilere itip, okumaya devam ettim. "- İş çıkışı ofisin taksi bulucusudur, sokağın ortasına kendini atarak," "Oha!" demeden edemedim. "- Fotokopi çeker, - Bilimum basit tamirat işlerini yapar, - Bazıları ofisin haftalık temizliğinin bir kısmından da sorumludur, - Patronlarının sorup, hemen cevap beklediği konuları hemen anlayıp, cevaplamak cevaplayamazsa usturuplu bir bahane uydurmak durumundadır, - Ofis partilerinde gerekli catering hizmetini sağlamakla yükümlüdür, - Ofis elemanlarının "ya hadi bir şok'a gider misin"lerine kendi keyfi de elverdiğince cevap vermeye çalışandır, - Arada sekreterin yerine de bakar, - Arada ofistekileri güldürür, - Ofisteki çalışanların bekleyenleri ile sohbet muhabbet eder, çay kahve önerir, - Acil evrak yetişmesi gerektiğinde ülkenin bir köşesine kanatlanıp uçabilir..." Suratım şekilden şekile girerek okuduklarım baş ağrıma hiç faydası dokunmuyordu. Basit gibi görünen bir işti ama sorumluluğu fazla gibiydi. "- Şirkette en çok ağzına sıçılan adamdır. ''ofisboy'' kelimesi adı altında her türlü iş kendisine kitlenir." Derin bir soluk attım. Cidden mi? "- Nereye yetişeceğini bilemeyen elemandır. Acayip iş kitliyorlar garibana." (Yazardan Not: Bunlar araştırma yaptığım bir sitede gerçekten de yazanlar) Artık dayanamayıp siteden çıktım ve mutfağa girip sabah kalan ekmekten bir parça alıp iki zeytinle atıştırdım. Ardından kızlar yetişmesin diye en üst göze koyduğum ağrı kesiciyi alıp bir tane içtim. Tekrar yerine koyup telefonumu aldım ve cebime koydum. Gözlerim saate kayınca gitme vaktimin geldiğini farkedip kapıya ilerledim. Çantamı ve anahtarı alarak dışarı çıktığım gibi okula ilerlemeye başladım. Ama kafamda düşünceler cirit atıyordu. Şu saatten sonra elbette iş seçip beğenme gibi bir lüksüm yoktu. Ama altından kalkabilir miyim, bilmiyorum. Hem en son Barış'a rest çekip gittiğim için belki yaptığı teklife pişman bile olmuş olabilir. Kafamı iki yana salladım ve bu düşünceleri de sonraya bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Okul bahçesine girerken yine her zaman olduğu gibi zamanında geldiğimi farkettim. Çocuklar henüz ortalarda görünmüyor, çocuklarını almaya gelen veliler bahçede bekliyorlardı. Benim gibi... Aileler, çocuklarının arkadaş olmasından dolayı olacak ki, birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Yada tanışıyorlardı. Ben ise sebepsizce onlardan uzak durmayı tercih ediyordum. Belki de hayatımı sorup öğrenmelerinden çekindiğim için olabilir. Bilemiyorum... Aradan kısa bir süre geçerken hâlâ çocuklar çıkmamıştı. Bende ayakta beklemekten yorulmuş bir banka oturmuştum. Bacaklarımı ileri doğru uzatırken gözlerim dizlerimde ki izlere kaydı. Bugün içinde yine ve yine küfür ettim. Aklıma gelmediği için aynı kot ve tişört ile gelmiştim. Tişörtte fazla hasar olmadığı için, pek bir şey belli olmasa da, dizim için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Pantalonumun dizleri yere düşünce aşınmış ve neredeyse dizlerim görünüyordu. Lanet olsun... Kimsenin görmemesi için, içten içe dua ederek bacaklarımı birbirine bastırıp ayaklarımı çaprazlayarak geriye doğru çektim. Çantamı da kucağıma koyup beklemeye devam ettim. Aradan on dakika kadar bir zaman geçmişti ki önde öğretmenleri arkada çocuklar kapıda görününce ayağa kalktım. Onlara doğru bir iki adım atsam da yanlarına gitmeyi düşünmüyordum. Eve gitmiş olmama rağmen üstümü değiştirmeden gelmiş olmama hâlâ inanamıyorum. Halimi çocuklar belki farketmezdi ama öğretmenler için aynı şey geçerli değildi. Kızlar beni farkedince arkadaşlarından ayrılıp koşarak yanıma ilerlemeye başladılar. Bende onlara bir iki adım daha atıp ortada buluştum. Yere çöküp üçüne birden sarılırken üçü de yanaklarıma öpücük koymuşlardı. Bende onlara birer öpücük bırakıp yerden doğrulurken kötü günün onlar sayesinde dağıldığını düşünüyordum. Onlar küçük birer melekti ve hepsi günümü değil ömrümü varlıklarıyla güzelleştiriyorlardı. Doğrulup ellerini sabah ki gibi tutarken yanımıza gelen Arzu Hanım ile gülümsedim. "Hoşgeldin," "Hoşbuldum," deyip yutkundum. Halimi fark etmemesi için dualarımı sıralarken, birde Ahmet Bey gelince farkedilmem kaçınılmaz bir son gibi duruyordu. "Kızlar, nasıllardı bugün? Bir sorun çıkardılar mı?" diye soruyordum ama bunu her zaman yaptığım için yapıyor dikkat çekmemeye çalışıyordum. "Her zaman ki gibilerdi. Uyumlu ve uslu. Laflarını dinliyorlar. Koşsalar bile, aşırıya kaçırmıyorlar. İyi yetiştiriyorsun onları." Anında yanaklarımın ısındığını hissederken, dolan gözlerimi kaçırdım. Boğazıma oturan yumru ile birlikte içten içe fısıldamadan edemedim... Duyuyor musun anne? Meleklerini iyi yetiştiriyormuşum, gurur duyuyor musun, benimle? "Teşekkür ederim. Elimden geleni yapıyorum." dedim boğuklaşan sesimle. Ardından boğazımı temizleyip gözlerimi kırpıştırdım. Bakışlarımı yine onlara çevirdiğimde Arzu Hanım anlayışla bakıyorken, Ahmet Bey, yaşadıklarımdan bi'haber olduğu için dikkatle bakıyordu. Ne olduğunu anlamak istiyor gibiydi. "Elinden gelenin fazlasını yaptığın belli." Yüzüm sanki mümkünmüş gibi biraz daha yanarken gülümsemeye çalıştım. "Biz gidelim artık. Size iyi akşamlar." "İyi akşamlar." diyen Arzu Hanım ile arkamızı dönmüş evin yolunu tutmuştuk. Kızlar sürekli olarak gün içinde olanları, yeni arkadaşlarını ve yeni öğretmenini ne kadar çok sevdiğini anlatırken gülümsedim. Gerçekten onları, iyi yetiştirebiliyor muyum? Bilmiyorum. Ama elimden gelen ne varsa yapıyorum. Çalışmak zorundayım. Onlar için, iyi bir gelecek için çalışmak zorundayım. Çalışırken de hiç bir şekilde onlara anne eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordum. Yine öyle olmalı. Her boş anımı onlara ayırmalı ve sorunlarını yada herhangi başka şeyleriyle ilgilenmeliyim. Çünkü çocuk bakmak bunu gerektirir. Nerede okuduğumu bilmesem de aklımda şöyle bir yazı kalmıştı. Çocuklar aynada ki yansıma gibi, sen ne yaparsan, o da onu yapar... Ona sergilediğin tavır, tutum, hareket... Bunlar gibi onlarcası, onlar için birer örnek. Ne görürlerse onu yapıyorlardı. Bunun bilincindeyken çocuk sahibi olmak daha iyi birer çocuk yetiştirmemizi sağlar. "Abla?" Gece'nin sesiyle ona doğru dönüp gülümsedim. "Efendim tatlım?" "Sen düştün mü? Dizin yırtılmış." demesiyle unuttuğumu farkettim. Ve bir sonraki farkına vardığım ise Arzu Hanım ile Ahmet Bey'in bu halde olduğumu fark etmemiş olmalarıydı. "Sayılır kuzum. Onun gibi bir şey oldu." dedim ve çocukların ellerini bırakıp çantadan anahtarı alarak kapıyı açtım. "Hadi içeri şimdi." Hepsi beni onaylayarak içeri girerken bende arkalarından girdim. On dakika kadar sonra üstümü değiştirmiştim. Dizlerimi açıkta bırakan bir şort ve askılı pijama takımı giyip mutfağa girdim. Ve derin bir soluk attım. Cafe de çalışırken akşam yemeği içinde oradan bir şeyler alıp eve getiriyordum. Ama bugün yapamadığım gibi artık hiç birini yapamayacaktım. Dolapları açıp kapatırken ne yapabileceğimi düşünüp durdum. Sonra elime geçen hazır erişte, mantı ve spagetti paketleri geçince gözlerim doldu. Bunları ben almamıştım. Her ne kadar teyzeme bir şey almamasını söylesem de beni dinlemeyip ara sıra teyzem alıp bırakırdı. Teşekkür ederim, teyze... Paketleri elime alıp, oturma odasında televizyon karşısında yere yüzüstü yatarak resim çizen kızların yanına ilerledim. "Kızlar, bunlardan hangisini pişireyim?" diye sorduğumda hepsi birden dönüp bana ve elimdekilere baktılar. Ardından üçü aynı anda bağırdı. "Spagetti!" Gülümseyerek mutfağa girdim ve spagetti için sıcak suyu tencereye koyup ateşle buluşturdum. Yarım saat sonra herşeyini hazırladığım spagettiyi oturma odasında ki masanın üstüne koyup, kızlara döndüm. "Hadi bakalım, acıkmış olanlar ellerini yıkayıp masaya gelsin." Anında yattıkları yerden doğrulup koşuşturarak lavaboya gittiler. Bende tabakları ve çatalları almak için mutfağa girdim. Benimle birlikte ellerini ilk yıkayan Yıldız içeri girdi ve masada ki yerini aldı. Ben tabaklara spagettiyi koyarken de Gece, En son masaya oturduğumda da Dolunay gelip oturdu yerine. Hep birlikte yemeğimizi yerken kızlar yine okulda yaşadıklarını anlatıyor, ben ise dinliyordum. "Aa abla, hani bugün sen öğretmenimizle tanıştıktan sonra hemen gittin ya," "Evet." deyip çatalıma doladığımı ağzıma götürdüm "İşte sen giderken Ahmet öğretmenimiz pencereye gidip arkandan baktı." diyerek kıkırdayan Gece'ye gözlerimi kırpıştırarak baktım. "Evet bende görmüştüm! Hatta sen gittikten sonra beni yine kucağına aldı ve senin nereye gittiğini sordu." diyen ise Dolunay'dı. Aman Allah'ım yanaklarım mı yanıyor? "Ayy! Kesin sana aşık oldu!" En son Yıldız bombayı patlatırken hızla ayağa kalktım. "Siz üç küçük cadı! Öğretmeninizi yanlış anlamışsınız!" dedim ve tabağımı alıp mutfağa götürdüm. Okuldan sonra işe geri giderken koşarak gittiğim aklıma gelince utançla kafamı yere eğdim. Kesin bu kız tabakhaneye aş yetiştirir gibi nereye koşuşturuyor, diye düşünmüştür. Aman canım ona ne ki hem? İster koşarım, ister uçarım! Ne diye arkamdan bakıyorsa! Tabağımı suyun altına tutup süngerle yıkadım ve yerine koyup tekrar oturma odasına girdim. Kızlar da yemeğini bitirmiş çekyata otumuşlardı. Televizyonda çizgi film izliyorlardı. Bende masayı toplayıp onların bulaşıklarını da yıkadım ve yanlarına gidip yere oturdum. "Abla, bu senin mi?" diyerek elinde bir kart uzatan Dolunay'ın elinden alıp baktım. Karahanlılar Holding... "Evet canım, benim." deyip kağıdı elimde bir ters çevirdim, bir düz çevirdim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ama bir işe ihtiyacım olduğunu biliyorum. Yarın bir şey olmamış gibi gitsem, Barış ne der acaba, bilmiyorum. Herhalde alay eder. Yada beni geri gönderir. Bacaklarıma değen minik sıcak ellerle, gözlerimi karttan çekip dizlerime krem süren kızlara baktım. "Ne yapıyorsunuz, siz bakalım?" diye sordum yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamayarak. "Sen, biz düşünce yaralarımıza sürdüğün kremi, şimdi biz sana sürüyoruz." Dolunay konuşurken bir yandan da minik parmağının ucuna sürdüğü kremi dizimdeki yaraya canımın acımasından korkarcasına yavaş yavaş sürüyordu. Diğer dizime de aynı işlemi aynı şekilde Yıldız yapıyordu. Gece ise eline yara bandı almış kardeşlerinin işinin bitmesini bekliyordu. Gözlerimin dolmasına mani olamadım. Dişlerimin arasına alt dudağımı alıp ısırmam bile gözümden akan yaşa engel olmamıştı. Keşke diyordum. Keşke annem bugünleri görseydi. Yaşlarımı hızla silip kocaman gülümsedim. Onlar annemin geride bıraktığı birer melekti. "Kreme gerek bile yoktu. Minicik parmaklarınız dokununca hızla acısı geçti." dediğimde kıkırdadılar. "Tıpkı sen öptüğünde bizim acımızın geçtiği gibi mi?" "Evet meleklerim. Aynı öyle." Krem sürme işini bitiren kızlar geri çekildi. Gece öne gelip dizinin üstüne çöktü. Elinde ki bandı dikkatle açıp, kaşlarını çatarak dizime yapıştırdı. Aynısını diğerine de yaparken yüzünde aynı ciddiyet vardı. Kremli ellerini yıkayıp gelen kızlarla birlikte Gece'yi de hızla kucağıma çektim. Her birini gıdıklarken küçük evimizin tüm odaları kahkahalarımızla doldu. Bir süre gıdıkladıktan sonra onları serbest bırakmam üçünün birden üzerime çullanmasına ve beni gıdıklamalarına izin vermiş oldum. Bir süre de bu şekilde kahkahalar evimizde yükselirken en sonunda günün yorgunluğu bedenimizi ele geçirdi ve esnemeye başladık. "Hadi yataklara!" deyip yerden kaldırdım her birini. "Abla bu gece bizimle uyusana." diyen Gece'ye bakarken, Yıldız konuşmaya başladı. "Evet abla, lütfen." "Bu gece senin kokunla uyumak istiyoruz." En son Dolunay konuşurken, kafamı onaylar şekilde sallayıp kalktım. Hepimiz annemin odasına girdik ve kızların pijamalarını giydirip ışığı kapattım. Gece lambasını açıp yatakta beni bekleyen kızların yanına gittim. Ben yatağa uzanır uzanmaz Dolunay sağ kolumun üstüne, Yıldız sol kolumun üstüne yattı. Ve Gece ise her zaman olduğu gibi en çok yatmayı sevdiği yere çıktı. Yani kucağıma. Kafasını göğüslerime yaslayıp gözlerini kapattı. Dolunay doğrulup üstümüze pikeyi çekip yine yattı. Bende hepsinin kafasının üstüne öpücük koyup, gözlerimi huzurla kapattım. Uykunun beni ve kızları alması uzun sürmemişti... *** Umarım beğenmişsinizdir...
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE