1.bölüm

3513 Kelimeler
Keyifli okumalar... 5 yıl sonra... Uykudan uyanmam için ufacık bir tıkırtı yetiyordu artık bana. Pencerenin önünden geçen bir kedi veya köpeğin adım sesleri bile uykumdan ediyor, uyanmama sebep oluyordu. Gözlerim komodinin üstündeki çalar saate kayınca sadece iki saat uyuduğumu farkettim. Umursamadım. 4 yıldır alışkanlık olmuştu artık. Yeri geliyor bazen uykusuz bile kalıyordum. İki saatlik uyku benim için bir velinimetti. Yataktan doğrulup odadan çıktım. Lavaboya girip elimi yüzümü yıkadım ve havluya uzanıp yüzümü kurularken gözlerim aynada ki yansımama kaydı. Saman sarısı saçlarım, omzumdan biraz aşağı da bitiyor, mavi gözlerim donukça bakıyordu. Bu donukluk beş yıl önce oluşmuş, sadece üçüzlerin yanında normale dönüşüyordu. Ben Güneş Miskin, 15 yaşında önce babasız sonra da annesiz kalmıştım. Babamın ölümüne sevinmiş, annem ise arkasında bıraktığı üçüzleriyle birlikte üzülmüştüm. Zaten bu donukluk annemin gidişinden sonra olmuştu. Elimde değildi. Kafamı iki yana sallayıp havluyu yerine astım. Ardından mutfağa girip buzdolabının kapağını araladım. İçinden kahvaltılıkları çıkarıp tepsiye dizerek oturma odasında ki masaya yerleştirdim. Domates salatalık dilimleyip onu da yerleştirdim. Yumurta tavasını ateşin üstüne koyup içine yarım kaşık tereyağ atıp erimeye bırakırken küçük bir tabak alıp içine üç yumurta kırdım ve az miktar tuz ile çırptım. Erimiş ve kararmış yağın içine döküp hızlıca pişirdikten sonra onu da masaya yerleştirdim. En sonunda dolaptaki sütü cezveye döküp, kısık ateşte ısıtmaya bıraktım. Süt harici artık hazır olan masadan uzaklaşıp annemin eski, üçüzlerin yeni sayılan odasına girdim ve buruk bir gülümseme ile baktım. Tam bir yumak halinde uyuyorlardı. Yatak çift kişilik olduğu için ve henüz beş yaşında olduklarından rahatça sığıyorlardı. Ama onlar her gece yan yana yatsalar bile sabaha kadar üst üste çıkıyorlar yada yer değiştiriyorlardı. Tek yumurta üçüzleriydi. Birebir benziyorlardı. Ama onları ben büyüttüğüm için olsa gerek ki, her ne kadar benzeseler de onları ayırt etmekte zorlanmıyordum. Kapı pervazından doğrulup odanın içine ilerledim ve yatağın kenarına oturdum. "Kızlar, hadi ablacım kalkın artık." Tabi ki, bu mümkün değildi. Ne zaman hangi çocuk ha deyince kalkıyordu ki zaten. Önce yüzüstü yatan Dolunay'ı aldım kucağıma. Yüzüne düşen siyah saçlarını geriye attım. Benim sarı saçlarım anneminkine benziyordu. Kızların ise kuzguni siyah saçları vardı. Ama aile de babam bile siyah saçlı değildi. Kızlar biraz farklıydı. Dolunay'ı biraz mıncırmam yetmişti uyanmasına. Safir mavisi gözlerini kırpıştırarak uyandı. Uyku mahmurluğundan göz rengi neredeyse lacivert gibiydi. Her ne kadar mız mız etse de minik poposuna küçük bir şaplak atıp lavaboya gönderdim. Ardından kolu ve bacağını diğer kardeşinin üstüne atmış olan Gece'yi kucağıma aldım. Onu da mıncırarak uyandırıp, Dolunay'ı gönderdiğim gibi poposuna vurarak lavaboya yolladım. En sona kalan Yıldız da diğer kardeşlerinin yaşadıklarını yaşayıp loavaboya yollanırken derin bir iç çekip kalktım yataktan. Kızlar masaya yan yana oturmuş beni bekliyorlardı. Bende kısık ateşi kapatıp sütü bardaklara döküp kızların önüne koydum. Kendimde yerleşirken gözlerim duvar saatine kaydı yarım saat içinde kahvaltımı yapıp hazırlanmam, kızları da hazırlamam ve işe gitmek için çıkmam gerekiyordu. "Kızlar hadi, hemen yapalım kahvaltıyı da geç kalmayalım." dedim kahvaltımı yapmaya başlarken. "Abla, ben okula gitmek istemiyorum." diyen Dolunay'a kaşlarımı çatarak baktım. "Allah Allah, neden acaba?" "Çünkü oradaki herkes bizi karıştırıyor!" diyerek cevap veren Yıldız olmuştu. "Öğretmenimiz bile yapıyor bunu!" En sonda Gece konuşup kollarını göğsünde birleştirdiğinde diğerleri de ona katılıp aynı hareketi yaptı. Kahvaltı yapmak yerine bu konuyla ilgilenmek gerçekten iyi değildi. "Kızlar, siz birbirinize benzeyen üçüzlersiniz. Sizi karıştırmaları kadar normal bir şey yok. Ama bunun için okulu bırakmak kadar da saçma bir şey yok." "Ama sen bizi karıştırmıyorsun abla." Dolunay isyan edercesine konuşurken sertçe yutkundum. "Bebeğim, sizi ben büyüttüm. Elimden geçtiniz hepiniz. Bu yüzden karıştırmıyorum. Şimdi hiç itiraz istemiyorum! Hepiniz kahvaltı yapacaksınız. Sonra da hazırlanıp okula gidilecek!" deyip kaşlarımı çattığımda üçü de surat asarak kahvaltılarını yapmaya devam ettiler. On beş dakika sonra kahvaltı masasından hep birlikte kalkıp önce üçüzleri hazırlamak için odalarına girdim. Hepsine bir kot ve tişört giydirdim havanın sıcak olmasından dolayı. Yine de ne olur, ne olmaz diye üstlerine ince bir hırka geçirdim. "Siz şimdi oturma odasına gidin bende hazırlanıp geliyorum." Kızlar beni onaylarken bende onlar gibi bir kot ve tişört giyerek saçlarımı gevşek bir topuz yaptım. Telefonumu şarjdan çıkarıp arka cebime attım ve üç toka daha alıp tarak ile birlikte oturma odasına girdim. "Şimdi bu karıştırma sorununa çözüm bulalım mı?" "Nasıl?" diye üçü bir ağızdan sorarlarken gülümsedim ve yanlarına ilerledim. Önce Dolunay'ı önüme alıp saçlarını taradım ve uzun saçını yukarıdan sağa doğru çekip bağladım. Ardından Yıldız'ın saçını sola doğru çekerek yaptım. Son olarakta Gece'nin saçını düz bağladım. Üçünün saçları farklı olduğu için artık daha kolay ayırt edebilirlerdi. Yani sanırım... "Şimdilik böyle idare edin daha sonra kalıcı bir çözüm bulurum kızlar. Hadi şimdi herkes okula!" Ellerimi birbirine çarparak hepsini çıkışa yönlendirip arkalarından ilerledim. Kızlar ayakkabılarını giyerken bende vestiyer de asılı duran çantamı alıp içeri doğru dönüp baktım. Unuttuğum bir şey var mı, diye. Ardından bende spor ayakkabılarımı giyip evden çıktım. Kapıyı kilitledim ve evimizin karşısında ki daireye dönüp üçüncü kattaki komşumuza baktım. "Halime Yenge, bizim ev sana emanet. Gelen giden olursa söylersin." diye seslendim gününün çoğunu camda geçiren 75 yaşındaki yaşlı kadına. "Merak etme kızım! O iş bende." dediğinde gülümseyerek kızlara döndüm. "Dolunay ve Yıldız, siz el ele tutuşun. Yıldız da benim elimi tutsun. Gece sen de diğer elime gel. Sakın ne benim elimi, ne de birbirinizin elini bırakmayın." "Tamam abla." Üçünün de bir ağızdan onaylamasıyla birlikte ilerlemeye başladım. Evden tam zamanında çıkmıştık ama geç kalmaktan korkarcasına hızlı adımlar atıyordum. Kızlar ise bana ayak uydurmaya çalışırken koşuyorlardı resmen. On beş dakikalık koşturmanın ardından okula giriş yapmıştık bile. Okul kapısının önüne geldiğimde kızların önünde eğilip her zaman ki uyarılarımı yapıyordum. "Okul bahçesinden dışarı çıkmak yok! Yabancılarla konuşmak yok! Öğretmeniniz ne derse onu yapacaksınız! Tek bir şikayet gelirse bozuşuruz! Anlaşıldı mı?" "Anlaşıldı!" Yine bir ağızdan cevap verdiklerinde gülümseyerek yerimden doğrulacaktım ki, yüzlerinin kızardığını farkedip kaşlarımı çattım. Sıcak havada koşturursam terlemeleri tabi kaçınılmaz olurdu! Dolunay'ı arkasına döndürüp, elimi sırtına koyduğumda atletinin nemlendiğini farkedip endişeyle doğruldum. Yanıma havlu almamıştım yada yedek kıyafet. Bu halde biraz daha dururlarsa eğer bir kaç güne hastalanırlardı. "Hoşgeldin, Güneş." diyen Arzu öğretmene doğru dönüp nezaket gereği gülümsedim. "Hoş buldum, Arzu Hanım." diye cevap verdim gözleri yüzümde gezinirken. "Endişeli gibisin bir sorun mu var?" Sorusuna karşılık gözlerim kızlara kaydı ve tekrar Arzu Hanım'a çevirdim. "Biraz hızlı geldikte, terlemişler. Yanımda yedek kıyafet getirmediğim için canım sıkıldı biraz." Arzu Hanım anlayışla gülümseyip elini koluma koydu ve hafifçe sıktı. "Burası anaokulu biliyorsun. Çocuklar ne kadar uyarırsak uyaralım illa ki koşup terliyorlar. Bunun için biz hazırlıklıyız. İçeride havlu var. Hemen sırtlarına koyarım." dediğinde rahat bir soluk attım. "Teşekkür ederim. Aksi halde eve geri gidip almam gerekecekti." "Hadi sen işine geç kalma. Kızlar bana emanet." Kafamı onaylayarak salladım ve kızlara doğru eğilip yüzümü ciddi bir ifade de tuttum. "Sakın dediklerimi unutmayın ve öğretmeninizin sözünden çıkmayın!" "Tamam." Sonunda rahatlayarak hepsinin alnına birer öpücük bırakıp fısıldadım. "Seviliyorsunuz." "Bizde seni seviyoruz!" Gülümseyerek kendi yoluma döndüm. Okul ile çalıştığım cafenin arasında beş dakikalık bir mesafe vardı. Bu da benim ve kızlar için rahat bir olanak sağlıyordu. Bileğimi çevirip saate baktığımda mesai saatimin başlamasına on dakika olduğunu gördüm. Bir aksilik çıkmazsa eğer rahat rahat oraya varırım. Neyse ki bir aksilik olmamıştı ve mesai saatinin başlamasına beş kala gelmiştim cafeye. İçeride -kısa bir süredir olmasına rağmen- her zaman olduğu gibi ilk gelen kişi Aylin abla vardı. Burada uzun süre çalışan olmuyordu. Sık sık çalışanlar değişiyordu. Aylin abla da kısa bir zaman önce gelmiş çalışmaya başlamıştı. Başladığı ilk günden beridir de cafeyi ilk açan o olmuştu. "Günaydın, Güneş." "Günaydın, Abla." dedim ve tezgahları silen Aylin ablanın yanına ilerleyip çantamı tezgahın altında bulunan küçük dolabın içine attım. Ardından askılıktan yakalık alıp belime bağladım ve Aylin ablanın uzattığı el bezlerini aldığım gibi bir kısmını yakalığın cep kısmına sıkıştırdım ve masaların üstünde ters duran sandalyeleri düz indirip hepsini silmeye koyuldum. "Ee kızlar alışabilmiş mi okula?" diye sorduğunda derin bir soluk aldım ve diğer masaya geçip sandalyeleri indirmeye başladım. "Daha okula başlayalı üç gün oldu biliyorsun. Henüz alışma sürecindeler. Malum yer yabancı geliyor onlara. Ortam yabancı, arkadaşlar yabancı. İster istemez isteksiz oluyorlar gitmeye. Ah birde kızların benzerliği malum. Herkes karıştırıyormuş onları. Bundan şikayetçiler." Ben göz devirirken, Aylin abla gülüyordu. "Ama hiç bir farklılıkları yok ki. Aynılar. Karıştırmaları çok normal." "Bende diyorum ama daha çocuk oldukları için anlamıyorlar. Bende ufak tefek değişiklikler yapmaya başlıyacağım. Ya saç modellerini farklı yaparım yada kıyafetlerini farklı giydiririm." "Evet bak bu mantıklı işte." diyerek beni onaylarken son masanın sandalyelerini indirmiş masayı da silmiştim. Şimdi geriye kalan masanın ortasına koyulacak yapay çiçek ve küçük vazoları kalmıştı. "Öğretmenleri sevecen biriyse eğer, çabuk kaynaşırlar. Bir iki haftaya kadar sorun çıkarmamaya başlarlar." diyen Aylin ablaya doğru ilerledim. "Bende öyle umuyorum. Zaten Arzu Hanım iyi birine benziyor. Yanılmıyorsam 25 yaşında falan olsa gerek. Hem daha önce başka yerde anaokulu öğretmenliği yapmış. Güler yüzlü biri. Çocuklar için herşeyi düşünmüş." "İyi işte. Aklın kalmasın birbirlerine alıştıktan sonra herşey yoluna girer." "İnşallah." deyip masalara yerleştirdiğim vazolara yapay çiçekleri koymaya başladım. "Haftasonları kim bakacak peki?" "Teyzem gelip bakıyor. Şu geçtiğimiz 4 sene hep gelip baktı. Doğdukları ilk sene eve iş getiriyordum sadece. Aynı zamanda kızlara bakıyordum. Ama eve getirdiğim işten aldığım para yetmeyince ikinci senede buraya girdim. Hep geldi mesai bitene kadar baktı. Hakkını ödeyemem teyzemin." "Zor olmuştur senin için." "Hayat bu. Zor olmasaydı hayat olur muydu?" "Öyle." dedi gülümseyerek. "Burada kimse iki aydan fazla çalışamıyor diye duymuştum. Neden?" Sorusunu duyunca yanına yaklaşıp sesimi biraz düşürdüm. "Sahibi; aksi, huysuz bir moruk. Maaşları ya eksik yatırıyor yada geç. Az mı kavga ettik o morukla. Ama naparsın. İş bulmak kolay değil. Evde üç bebek bekliyor. El mahkum katlandım. Tabi bir yandan da iş aradım. Ama bulamadım." dedim son cümleyi keyifsizce söylerken. "Niye ki?" "Niye olacak! Lise mezunu olmalıymış! Hah! Herhalde lise diplomasını yiyecekler!" Homurdanır şekilde konuşup cep kısmına koyduğum el bezlerini aldım ve yıkamak için mutfağa geçip lavabonun içine attım. "Okuyamadın tabi." "Onlar doğduğunda lise birinci sınıftaydım. Yani son haftasıydı. Mecbur kaydımı aldırdım." dedim zorla konuşarak. "Anlıyorum canım." Her insan dertlerini dinlediği insana anlıyorum diyor. Peki gerçekten anlıyor mu? Yaşadığımı yaşamadan, hissettiğimi hissetmeden, o anların birini bile geçirmeden beni anlayabilir mi? Empati kursa bile, bu beni anlamasına yeter mi? Ne hissettiğimi bilmesine? Yaşadıklarımı empati kurarak yaşayabilir mi? Samimi veya değil. Hiç farketmiyor. Kimse kimseyi yaşamadığını yaşamadan anlayamaz. Bu sadece lafta olan bir kelimedir. Anlıyorum dersin ama anlamazsın. "Güneş?" Aylin ablanın sesiyle ona dönüp baktığımda benden bir cevap beklediğini gördüm. "Kusura bakma dalmışım. Bir şey mi söylemiştin?" "Sorun değil canım. Kahve yapacağım kendime. Sende ister misin, diye sormuştum." "Sen yorulma ben yaparım." diyerek ilerleyecekken kolumdan tutup gülümsedi. "Taş atıpta kolum yorulmayacak ya. Ben yaparım." Kafamı sallayarak onayladıktan sonra yıkadığım el bezlerini yerlerine koyup tezgahın arkasında bulunan sandalyelerden birine oturdum ve duvar saatine baktım. On dakikaya kadar kalmaz patron gelirdi ve cafeyi insanlara açardı. Aylin abla iki dakika geçmeden kahvelerle birlikte gelip karşıma oturdu ve bana kupayı uzatıp kendi kupasından bir yudum aldı. "Sabah kahvesi gibisi yok." derken bende kendi kahvemden yudumladım. "Öyle." Sonrasında normal şeylerden konuşarak kahvelerimizi bitirmiş, patron gelmeden hemen önce kupaları da yıkayıp yerine koymuştuk. Patron gelip kapının üstündeki yazıyı 'Açık' kısmıyla değiştirirken, bende adisyon ve kalemlerin bulunduğu çekmeceden birer tane alıyordum. Patron yani Halil Bey içeri girip az önce benim oturduğum yere kendisi oturup her zaman ki suratsız suratıyla bana bir bakış attı. "Bana bir çay getir." Cevap vermeye gerek yoktu. Onun sözleri emirdi. Biz de emir kulu. Mutfak kısmına girip Aylin ablanın yeni demlemiş olduğu çayı ince belli bardağa demli bir şekilde döküp elime aldım. Yanına da tek şekerini eklemeyi unutmayıp o şekilde götürdüm. Tek kelime etmeden elimden alıp tezgaha koydu ve şekerini atıp karıştırdı. Bende daha fazla durmadan masaların tuzluklarını ve şekerliklerini taşımaya başladım. Aylin abla da peçeteleri yerleştirirken içeri günün ilk müşterisi girdi. Aylin ablanın elindekiler daha az olduğu için işini bitirip müsteriyle ilgilenmeye o gitti. Bende işimi bitirip tezgahın arkasına geçerken Halil Bey'in sesiyle ona döndüm. "Dışarı iki masa, sandalye çıkaralım." Kafamı onaylar şekilde sallayıp arkada duran iki masadan birini aldım ve dışarı çıkarıp tentenin altına camın yanına yerleştirdim. Cafe ne çok büyük ne de çok küçük bir yerdi. Toplam on masası her masaya ait dört sandalyesi vardı. Havalar sıcak olduğunda bu masalardan ikisini dışarı çıkarıyorduk. Havalar soğuk olduğunda ise biraz sıkışık olsa da içeride duruyordu. Cafenin içinde duvarlar hep camdı. Sağ ve sol camın önünde üçer masa oluyordu. Orta da ise iki masa vardı. Dışarı çıkarılan masalar içeride olduğunda arka kısma koyuluyordu. Gelen müşterlerde genelde arka sırayı pek tercih etmiyorlar. İki masayı ve onların sandalyelerini dışarıya yerleştirdikten sonra mutfağa geçip el bezlerini koyduğum yerden birini alıp tekrar dışarı çıktım. Ardından masaların üstünde gezdirip temizledim. İçeri girdiğimde günün ilk müşterisi hesabı istiyor, Aylin abla da hesabını kesiyordu. Gün, öğlene kadar gelen tek tük müşteriler ile geçerken, öğlen saatlerinde biraz daha çoğalma oluyordu. Nitekim bugünde o günlerden biriydi. Patron öğlen saatlerinde yani saat 12'yi gösterdiğinde evine yemek yemeye gidiyordu. Bende bundan istifade edip kızlara öğlen yemeğini buradan götürüyordum. Elbette çalarak değil. Cebimde olan parayı aldıklarımı ödüyor, öyle gidiyordum. Ama patron cafeden ayrıldığımı birde öğlen saatlerinde bunu yaptığımı bilse beni bir dakika burada barındırmazdı. Saat 12.00 oldu ve Patron yerinden yavaşça kalkıp doğruldu. O sırada içeri iki müşteri girdi ve bende onların yanına siparişleri almaya gittim. Siparişlerini alıp tezgahın arkasına geçtim ve hazırlamaya başladım. Patron eliyle ben gidip geliyorum hareketi yapıp dışarı çıkarken bende müşterilere siparişini hızlıca verip tekrar tezgahın arkasına geçtim. Belimdeki önlüğü çözüp tezgahın arasındaki boşluğa attım. Kızlar için hızlıca pide dilimleyip karton keseye yerleştirdim. Üç tane de ayran alıp küçük bir poşete koydum ve Aylin ablaya döndüm. "Hemen gidip geliyorum abla." "Tamam. Patron gelmeden elini çabuk tut!" Kafamla onaylayıp kendimi cafeden dışarı attım. Koşar adım ilerlerken arkama döndüm ve patrona baktım. Gitmiş görünüyordu. Tam önüme dönerken nasıl olduğunu anlayamadan birine sert bir şekilde çarptım. Utançla çarptığım kişiye bakıp dudaklarımı araladım. "Çok özür dilerim! Affedersiniz. İnanın isteyerek olmadı." diye bir dizi cümleyi söyleyip cevap beklemeden yoluma devam ettim. Kısa sürede okulun önüne geldiğimde nefes nefese kalmıştım ama umursamadım. Hızla okuldan içeri girip kapalı duran sınıf kapısının önünde sadece bir kaç saniye duraksayıp derin bir soluk attım. Ardından kapıyı çalıp cevap beklemeden yavaşça araladım. Bugün kızların okulda dördüncü günüydü. Bundan önce üç gün boyunca aynı şeyi yapmıştım. Öğle yemeklerini bu saatte getirip kızlara bırakıyordum. Öğretmenleri de diğer öğrencilerin getirdikleri yiyecekler ile birlikte büyük bir masa hazırlayıp herkes elindekinden vererek yiyorlarmış. Bunu dün söylemişti Arzu Hanım. Çocuklar bu şekilde paylaşmayı ve bunun güzel bir şey olduğunu öğreniyorlarmış. Kapının ardından önce gözüme, büyük logo oyuncaklarıyla ev yapan Yıldız ve arkadaşları, sonra bir duvar köşesine saklanmış Gece, en sonunda da yabancı bir adamın kucağında oturan Dolunay çarptı. İlk ikisine gülümseyen gözlerle bakarken, Dolunay'a ve onu kucağına almış adama kaşlarımı çatarak baktım. Daha önce görmemiştim ve yabancı bir adam kardeşimi kucağına almıştı. Adamın yüzüne baktığımda hemen hemen Arzu Hanım'la aynı yaşta olduğunu farkettim. Oturuyor olduğu için boyunu bilemiyorum ama kumral saçları kahve gözleri vardı. Bronz yüzünde kirli sakalı vardı. Adam yakışıklıydı. Aralanan kapıdan bir kaç saniye sonra adam ve Dolunay bana bakarken, adamın gülümseyen yüzü beni görmesiyle ciddi bir ifade aldı. Aynı zamanda Dolunay adamın kucağından atlayarak yanıma koştu. "Ablaa!" Dolunay'ı duyan diğer kızlarda bana doğru dönüp yanıma gelirken yere çöküp elimdekileri yanıma koyarak üçüne birden sarıldım. "Nasılsınız bakalım?" "İyiyiz." derlerken yerimden doğrulup yanımıza gelen adama kaşlarımı çatarak baktım. "Siz kimsiniz?" diye sorarken elimde olmadan kızları arkama almıştım. Sanki azılı bir suçlu karşımdaymış gibi. "Ben..." "Ah Güneş geldin mi?" diyen Arzu Hanım'ın sesiyle konuşmak üzere olan adam konuşamamış ikimizde ona doğru dönmüştük. Koridorun sonundan doğru ellerini peçete ile silerek geliyordu. Sanırım lavaboya gitmişti. Gözleri önce bana sonra da yanımda duran adama kayarken gülümsemesi biraz daha büyüdü. "Abimle tanıştınız mı?" Abi mi? Az önce ben ona azılı bir suçlu muamelesi yapıyordum! "Pek fırsat olmadı. Güneş Hanım da şimdi gelmişti." Konuşan yabancıya dönerken çatık kaşlarım mahcubiyetle eğilmişti. "Ben Ahmet. Arzu'nun abisi, aynı zamanda bu okulun ikinci öğretmeniyim." "Memnun oldum. Bende Miskin üçüzlerin velisiyim. Onlara öğle yemeğini getirmiştim." dedim uzattığı elini tutup sıkarken. "Bize katılmaz mıydınız? Birlikte yiyip, içelim." diyen Ahmet Bey'e tebessüm edip elimi geri çektim. "Benim gitmem gerekiyor. Size afiyet olsun. İyi günler." deyip tekrar kızlara eğildim. Üçünün de alnından öpüp, fısıldadım. "Seviliyorsunuz." "Bizde seni seviyoruz." Onlarda yanaklarıma öpücük koyduktan sonra yere koyduğum karton keseyi ve ayran poşetini Arzu Hanım'a verip tekrar iyi günler dileyerek okuldan çıktım. Geldiğim gibi yolu koşarak geri dönüp kendimi hızla cafeye attım. İçeri girdiğim gibi tezgahın arkasına girip önce yakalığı belime bağlayıp, çantamı koyduğum dolaptan çıkardım ve cüzdanımdan aldıklarımın parasını çıkarıp çantayı yerine geri koydum. Parayı da kasaya yerleştirip içeri el ele giren müşteriye ilerledim. "Lavabo nerede acaba?" diye soran kadın müşteriye lavabonun yerini işaret edip masada bıraktığı sevgilisinin siparişini almak için masaya ilerledim. "Ne istersiniz?" diye sorarken elime aldığım adisyondan ve kalemden gözlerimi uzaklaştırıp adama baktım. Adam da bana bakıyordu ama yüzümden çok bedenime bakıyordu. Sinir katsayımın yükseldiğini hissederken sakin olmak için içten içe kendime konuşma yapıyordum ama adamın gözleri bana soyarcasına bakarken hiç yardımcı olmuyordu. 'Neden kafasını bir şişeyle patlatmıyoruz? Hem beyin var mı diye bakarız!' diye soran içimdeki öfkeli kızı duymamazlıktan geldim. "Ne istersiniz?!" Bu defa sesimi biraz sert tutarak sorduğum soru ile birlikte gözleri gözlerimi buldu. Nihayet! "Senden varsa bir porsiyon alabilirim." 'Ben diyorum patlatalım gitsin!' "Beyefendi ne yemek istediğinize karar verdiğinizde seslenirsiniz!" Arkama dönüp tezgahın arkasına ilerlerken bakışlarını kalçalarımda hissedebiliyordum. Gözleri çıkasıca! O sırada patron da gelmişti ve bu defa Aylin abladan çay istemişti. Bende üç numaralı masadan elini sallayan müşteriye ilerleyip istediği hesabını kestim. Hesabını ödeyip dışarı çıktığında bir el bezi alıp masanın üstünden tabağı alıp, masayı sildim. "Bakar mısınız?" diye seslenen kadın sesiyle ona doğru dönüp baktığımda az önce beni gözleriyle soyan abazanın sevgilisi olduğunu gördüm. Elimdeki tabağı tezgaha bırakıp masalarına ilerledim. "Buyrun?" "Ben bir filtre kahve istiyorum. Sevgilim sen?" diye soran kıza bakmıyor, elimde adisyonu işaretliyordum. Gözlerimi adisyondan çekip çifte baygın bakışlar attım. Abaza erkek arkadaş bana bakarken kız arkadaş çatık kaşlarla bir bana birde sevgilisine bakıyordu. 'Bence gözlerini oymakla başlayalım. Sonra kafasını yararız.' "Bende dordurma almak istiyorum. Muz ve vanilya olsun, lütfen." "Hemen getiriyorum." deyip adisyonu işaretledim ve kağıdı yırtıp masanın üstüne bırakıp tezgaha ilerledim. İlerlerken aralarında sessizce tartışmaya başladıklarını duyar gibi olsam da umursamadım. "Altı numaralı masa bir filtre kahve birde dondurma istiyor. Muz ve vanilya." Aylin abla siparişleri hazırlarken cafenin içinde kalan bir kaç müşteriye öyle bir göz atıp gelen sipariş tepsisini elime aldım. Masaya doğru gidip bana artık çatık kaşlarla bakan kadının önüne kahvesini, gözlerini masadan kaldırmayan adama ise dondurma ve kaşığını verip arkama döndüm. Sanırım sevgilisi baya iyi haşlamış olmalı! Tezgaha doğru yaklaşırken, aynı kadının seslenen sesini yine duyunca içimden sabır çekerek idadesiz yüzümle ona ilerledim. "Buyrun?" "Bu benim istediğim gibi bir kahve değil." Kaşlarımı yukarı kaldırdım. "Bizden filtre kahve istediniz. İşte burada da işaretledim." diyerek önce masaya koyduğum adisyonu elime alıp kendim baktım, ardından kadına gösterdim. Yerinde kıpırdanıp kaşlarını çattı. "Yanlış anlamışsınız o halde." Kaş çatma sırası bana gelmişti. Ne yani benim bir suçum olmadığı halde, sevgilisi bana baktığı için intikam mı alıyor? Hem de benden? "Öyle mi? Affedersiniz o halde. Siparişinizi yeniden alabilir miyim?" Önce şaşırdığını belli eder şekilde kaşları havalandı. Ardından hemen toparlanarak bunun hoşuna gittiğini açık edercesine gülümsedi. "Sütlü kahve istiyorum." "Hemen getiriyorum." Önünden fincanı alıp tezgaha ilerlerken, Aylin abla kaşlarını hareket ettirerek soruyordu ne olduğunu. "Sen sütlü kahve getir, katil olmazsam anlatırım." *** Keşke sadece bir yada iki kez bu şekilde kahve istemiş olsaydı. Kadın müşteri her zaman haklıdır diyerek bana yaklaşık altı yedi kez kahvesini değiştirtmişti. En son yine beni yanına çağırıp kahvem soğuk dediğinde artık kendimi tutamadım... "Demek soğuk öyle mi?" deyip kahveyi aldığım gibi kafasından aşağı boşalttım. Sıcak kahve kadını yakarken o çığlık atarken ben verdiği tatmin duygusuyla sırıttım. "Ne oluyor burada?!" diye resmen böğürerek yanımıza gelen patron ile içimden bas bas bağırıyordum. Sıçtık! "Bu kadın beni kahveyle yaktı!" diyerek resmen cırlayan kadına karşı sertçe adım attım. "Nedenini neden anlatmıyorsun peki?!" demem ile patronun kolumdan tutması bir oldu. Hatta kapı önüne sürükleyip kapı dışarı etmesi de öyle. "Yeter Güneş! Bahanen ne olursa olsun, bir müşteriye bu şekilde davranmazsın! Kovuldun!" Kafamdan aşağı kaynar sular dökülür gibi hissettim o an. Benim bu işe ihtiyacım vardı. Kimse ortaokul mezunu bir kızı işe almıyordu. "Beni kovamazsın! Bu işe ihtiyacım var!" "Öyle mi dersin? Gör bak kovuyor muyum, kovmuyor muyum?" "Ben buraya dört yılımı verdim! Kimse burada iki aydan fazla çalışmazken ben dört yıl çalıştım! Kimse senin huysuz aksi tavırlarına tahammül edemiyorken hayatımın dört yılını buraya verdim! Üstelik ilk iki yıl bana yaşın tutmuyor deyip sigorta bile yapmazken sesimi çıkarmadım! Beni kovamazsın! Verdiğin o üç kuruş maaşa ne yazık ki ihtiyacım var! Kovamazsın! Hem de bir sürtüğün dediklerine bakıp beni kovamazsın! Burada ben köpek gibi çalıştım! Beni haksız yere kovamazsın!" Patron gelip sertçe kolumu kavradığında yüz ifadesini farkettim. Kırmızı görmüş bir boğa gibi bakıyordu. Kolumu da koparmak ister gibi tutuyordu. "Hadi ya! Bak bakalım!" dedi ve beni sertçe ittiğinde yere kapaklandım. Ellerim, dizlerim sürtünmeyle tahriş olmuş sızlıyordu. Gözlerim doluyor, burnum sızlıyordu. Yanıma pat diye çantam da atılırken kafamı yerden kaldırdım. Hatrı sayılır bir kalabalığın tiyatro izlemeye gelmiş gibi yaşananları izlediğini gördüm. Resmen film çekiliyor gibi durmuş büyük bir uğultuyla bizi izliyorlardı. Sertçe yutkundum ve hızla yerimden kalktım. Kapıdan içeri girmek üzere olan patrona doğru ilerledim ve tam ayağının önüne tükürdüm. Ayakkabımın ucuyla da önüne kısa bir çizgi attım. "Herkes duysun! Aha buraya yazıyorum! Bu cafe ben buradan gittikten sonra tam bir ay içinde yok olacak! Tehdit etmiyorum yanlış anlaşılmasın! Ben buraya ah'ımı bırakıyorum! Sen Halil Kaya! Benim ah'ımı aldın! Buraya öyle bir şey olacak ki, aklına ilk ben geleceğim!" Bunlar son sözlerim olmuştu oradan ayrılırken. Sonrasında kalabalığın arasında kime çarptığımı umursamadan geçip gittim. Ne yapacağımı bilmeden, Ne yapmam gerektiğini bilemeden... *** Umarım beğenmişsinizdir...
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE