Zihnimde birçok gemi yaşadıklarımın ağırlığıyla batarken düşüncelerimi taşıyan sandallar birer birer kıyıya yanaşıyordu. Bundan sonra neler yaşanacağına dair bin bir farklı senaryo kurup her birine kötü son hayal ettim.
Güneş tam tepedeydi ve önce çıplak omuzlarımı yakıyordu. Arka bahçede kollarımı önümde bağlı bir biçimde otururken sonunda sessizliği bozan Cesur'u hayrete düşerek dinledim. "Ne?" dedim yerimden fırlayarak. Konuşulanlara ve normalleştirilmesine inanamamıştım. "O kadar kurşunun tepemize yağacağını biliyordunuz yani?"
Cesur, "Tam olarak öyle değil." diye düzeltti. "Etrafında olduğumuzu göstermemiz gerekiyordu. Başka türlü deliğinden çıkmalarını bekleyemezdik." Uzun ve rahat bir nefes alırken arkasına yaslandı. "Tehlikeliydi ama işe yaradı."
Hiç istifini bozmayan, sanki sabah yürüyüşünden gelmiş kadar rahat görünen Savaş'a çevirdim kafamı.
"Ölüyorduk az daha?"
"Ama ölmedik." dedi uzatmadan. Yine sesine bomboş bir tını yerleştirmiş, kaşlarının altından umursamaz bir bakış atmıştı. Sahte bir kahkaha atarken saçlarımı sertçe kaşıdım. "Ben mi ödleğin tekiyim yoksa siz mi aptalsınız?"
"Ne istersen onu say." diye devam etti. "Burada böyle kafa açacağına dua et de iş bitene kadar polisler seni bulamasın."
"Umurumda değil!" diye bağırdım ikisinin de karşısında dikilirken. Umurumdaydı. "Ne halt oluyorsa olsun..."
Cesur, "Saye, bence biraz sakin olmalısın." diye söze girdiğinde hışımla ona döndüm. "Öyle mi?" dedim alayla. "Neden? Muhteşem planınız işe yaradı, bak. Silahı vermişler polise. Çok sürmez hak ettiğim yere defolur giderim." Bana savurduğu tehditleri hatırlayınca da bir anda Savaş'a baktım. "İstediğiniz de bu değil miydi zaten?"
Kurduğum cümleler yine ona ulaşmadan duvarlarına çarpıp tuz buz olduğunda ufuklardaki Saye ne bekliyordun ki diyerek güldü halime. Cesur yerinden kalktı sözlerimin üzerine. Kolumdan tutup ona bakmamı sağladı. Yüzündeki ifadeden anlaşıldığı üzere o da pek hoşnut değildi bu durumdan.
"Sen orayı hak etmiyorsun." dedi ikna edici bir sesle. "Sadece bir telefon bekliyoruz. İşleri bitecek ve emin ol seni oraya göndermeyeceğim."
Hâlâ uyumadığım için artık iyice kızaran gözlerimi ona diktim. Her cümlesi umut veriyordu ve gerçek olmasını öyle çok isterdim ki... Savaş kristal bardağı masaya sertçe bıraktığında irkilip ona baktım. Gözlerini masaya dikmişti, bize bakmıyordu. Çenesi kaskatı olmuştu ama duygularının önüne çektiği set yine onu koruyordu. Kolumu Cesur'dan çekip boğazımı temizledim. Karnıma giren ağrı kıvrandıracaktı neredeyse ama yine de tuttum kendimi. Elimi karnıma koyup yutkundum, yeniden pansuman yapılması da gerekiyordu ama şu an bunu birinden isteyecek değildim.
"Ben bir ağrı kesici alsam iyi olacak." dedikten sonra cevabı beklemeden içeri girdim. Kavisli merdivenleri temkinli adımlarla çıkıp odaya attım kendimi. Kapıyı kapattıktan sonra arkasına yaslanıp bir süre öylece durdum. Düşünmeye bile ara vermek istiyordum. Bedenim yorgundu, hastaydı. Hiçbir şey yapmadan beyaz yorganın serinliğinin üzerine bıraktım kendimi. Cenin pozisyonu alıp daha da küçüldüğümde gözlerimden akan yaşlarla uykuya daldım. Daha doğrusu, daldığımı sandım. Kapı öyle bir gürültüyle açıldı ki gördüğüm kabusun içindeki adam doğrulttuğu silahı ateşledi sandım. Sessiz bir korkuydu bu, içime attım çığlığımı.
"Benimle gel, soru sorma."
Sesi korkutucu derecede sakindi ama beden dili aksini yapıyordu. Yeri delip geçecek kadar sert adımlarla yanıma gelip bileğimden tuttuğu gibi çektiğinde afallamış bir şekilde peşinden sürüklendim. Tökezleyip düşecek gibi olduğumda bile hiç duraksamamıştı. Apar topar arabasına bindirdiğinde suratımda hâlâ hiçbir şey anlamamış olmamın yansımalarını taşıyordum. Öyle gergindi ki yüz bulup tek kelime edemedim bile. Kalbimin gümbürtüsü eşliğinde kemerimi bağlarken bir yandan gözlerimi ona diktim. Hiç oyalanmadan gaza yüklendi, gözünü yoldan ayırmıyordu. Bir yandan da tek eliyle takmaya çalıştığı emniyet kemeri gerilince bir küfür mırıldanır gibi oldu. Tahammülsüz biriydi ve bu durumda kemerle inatlaşmak yerine bıraktığında kemer gövdesinden sıyrılıp yerine oturdu. Çok hızlı kullanıyordu, ayrıca gün batmak üzere olduğu için yollar kalabalıktı.
Kemerimi, omzumun üstünden çekerek biraz gevşettim ve yan koltuktan uzanıp Savaş'ın diğer yanındaki kemeri bir çırpıda yakaladım. Bunu yaparken yüzüne bu kadar yaklaşacağımı ve düz birer çizgi gibi görünen keskin yüz hatlarının nefesimi kesecek kadar güzel olduğunu aklımın ucundan geçirmemiştim. Kemeri tutan elim usulca göğsünün üstünden aşağı inerken bana bakmayan yüzünden ayırdım bakışlarımı ve kemeri yerine taktım. Eğdiğim başımı kaldırdığımda bir anda yüzünü bana dönünce kehribar gözlerinin sarıları altında eriyip kuru kuru yutkundum. Yüzlerimiz arasında sadece kağıttan bir duvar vardı ve tenimi okşayan nefesi ürperticiydi. Kirpiklerinin arasındaki sarılar koyuldu, siyah bir aynaya dönüşen göz bebeklerinde kendimi gördüm.
O sırada acı bir korna sesi kulaklarımda çınladığında Savaş ani bir hareketle yola bakıp direksiyonu kırdı ve en az bizim kadar hızlı bir araba yanımızdan teğet geçti. Arkama yaslanırken bu durumun suçlusu olmanın verdiği utançla sustum. Savaş boştaki elini önce çenesinde sonra da sertçe ensesinde gezdirdi ve bir daha ona bakmadım bile.
İçim içimi kemirse de bu yolun sonunda neyin beklediğini sormadım, o da söylemedi. Sessizliği bozan ve zaten beklediğini düşündüğüm telefonu açıp hemen kulağına götürdü, bir süre dinledi. Duydukları, yüzündeki gerginliği sabırsızlığa evirmişti.
"Sakın, ortak." dedi dikkatli bir şekilde. "Ben gelmeden harekete geçme."
Cesur'du anlaşılan. Tekrar dinlemeye koyuldu.
"Tek başına gelmem lazım, en erken bir saat."
Ne döndüğünü anlamasam da gideceği yere benimle gidemezdi ve bu durumda varlığım onu sinirlendirmişti. Bunu, omzunun üstünden bana attığı ters bakıştan anlamıştım. Cesur'un cevabını dinledikten sonra gözlerini sıkıp sertçe soludu.
"Hay si-" kendi sözünü kendi kesti ve hiddetlendi. "Konum gönder."
Telefonu kapatıp iki koltuğun ortasındaki yuvaya koydu. Karşımıza çıkan ilk kavşakta avuç içiyle baskı uyguladığı direksiyonu döndürdü. Bu hareket sebepsiz bir şekilde iyiydi.
"Cesur muydu?" diye sordum gerginliği dağıtmak isteyerek. Belki devamında neler olduğunu anlatırdı. Fakat o Savaş'tı. Başı sertçe bana döndüğünde oturduğum yere sindim. Bir an yine çocuk gibi azarlayacak diye sinirlensem de alaysı bir gülüş savurdu, bunu yaparken de sanki hayrete düşmüş gibi dudaklarını kıvırdı ve yüzümde oyalanmadan önüne döndü.
"Cesur..." diye mırıldandı. Soruma cevap verir gibi değildi. "Cesur."
Kaşlarımı çattım, sorduğum soruyu düşündüm. Bu muameleyi görecek kadar zor olmasa gerekti. Asla kendinden taviz vermeyen ve her fırsatta karşısındakini küçümseyen biriydi. Ondan ve tahammül edemeyeceğim bu tavırlarından gitgide nefret ediyordum. Sıkıntıyla soludum ve dışarıyı izlemeye koyuldum. Yarım saatten fazla sürmeyen yolculuk sonunda arabayı karanlığın sindiği boş bir sokakta durdurdu. Kemerini tek hamlede çözüp olduğu yerde tüm vücuduyla bana döndü ve işaret parmağını doğrulttu.
"Dışarıda kıyamet kopsa kafanı uzatıp bakmayacaksın. Herhangi bir ışık açmayacaksın. Ses çıkarmayacaksın. Ben gelene kadar burada sadece otur, tamam mı?"
Çocuğa anlatır gibi tane tane sarf ettiği emirlerine gözlerimi devirdim.
"Çiçek de olayım mı?"
Belli belirsiz güldü.
"Yok, onu beceremezsin."
Onu, yok ya der gibi bir ifadeyle geçiştirdiğimde o da uzatmadı. Arabadan indi ve bir kez bile arkasına bakmadan uzaklaştı. Uzun boyunun sokağa düşürdüğü gölgesi bile tehlikeli bakıyordu sanki. Sokak lambalarının aydınlattığı yerler dışında karanlık ve oldukça sessiz bu sokakta arabanın içinde beklemeye koyuldum. Neyi, neden beklediğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim tehlikeli suların tam ortasında oluşumdu. Dakikalar geçti, Savaş'ın girdiği depo görünümlü yere birkaç araba yanaştığında huzursuzlandım. Beni geride bırakmaya gayret gösterdiği için uzak kalıyordu ve kimin geldiğini seçemiyordum.
Etrafta çıt bile çıkmıyordu ve böyle durmaktansa oraya gitmeyi tercih ederdim. İç sesime kulak verip arabadan indim ve hızlı adımlarla deponun yolunu tuttum. Hem sessizce dururdum işte, en fazla ne olabilirdi ki? Savaş yine azarlar mıydı? Eh, onu umursayan kimdi? Bir silah sesi geldiğinde olduğum yere çakılmıştım. Akabinde nefesimi tuttum. Depodan gelmişti ve o depoda Savaş ve Cesur vardı. Az önce kendinden emin giden adımlarım güçsüzleşti ama daha çok merakla dolup taştığımdan hızlanıp deponun büyük girişine geldim.
Duvar dibine oturtulmuş bir adam vardı ve fena benzetilmişti. Kaşlarım çatılırken etrafa göz gezdirdim. Savaş ve Cesur'dan başka birileri daha vardı. Herhangi birinin silahla yaralanmadığını görebiliyordum, belli ki havaya atılmıştı. Savaş kararlı bir şekilde tuttuğu silahı adamın tam kafasına doğrultmuştu ve yan profili hiç olmadığı kadar korkunç görünüyordu.
"Konuşursam patron öldürür beni." diye yalvardı Savaş'a. Yutkundum, duvara yasladım bir elimi. Savaş merhamet etmek yerine daha da bilendi adama.
"Lan ben öldürmez miyim sence seni?" diye kükrerken elindeki silahı gözüne sokmak ister gibiydi.
"Bak ben çok sabırsız bir adamım." dedi Cesur. Adamın yüzüne okkalı bir yumruk yerleştirdiğinde irkilip duvarın arkasına biraz daha saklandım. Yumruk yaptığı elini salladı, "Bak saat kaç oldu? Daha yüzmeye gideceğim..." diye de hayıflandı. Düz renk gömleği pantolonunun içinden çıkar gibi olmuş, saçları dağılmıştı. Onu böyle görmenin beni huzursuz etmesine bir isim koyamadım.
Savaş, "Kim saldı seni üzerime?" diye sordu sakince. Sonra elindeki silahla başını kaşırken kahkahası depoyu inletti. "Beni öldürebileceğinizi sandınız ha?"
Dehşetle gözlerim irileşti, bu adam beni tehdit eden adamlardan olmalıydı. Korku içimi iyice sarınca elimi ağzıma kapattım.
"Hem de zavallı bir kadın aracılığıyla." diye devam ettiğinde ise nefretle yutkundum. Savaş, zavallı kelimesinin altını iyice çizmişti ve bu sırada Cesur bakışlarını Savaş'ın yüzüne sertçe mühürlemişti. Dikkatimi, ağzındaki kanı tükürerek gülen adam dağıttı.
"Bence senin ölümün tam olarak bir kadının elinden olacak Savaş Karan."
Adam öldü ölecekti ama eceline susamıştı o kesin.
"Patronun özel mesajı." diye de ekledi.
Savaş onun bu sözlerine dişlerini sıktı ama güldü. Başını aşağı yukarı salladı defalarca. Sonra beli silahlı hazırda bekleyen diğer adamlara hitaben, "Bu adamı yaşatmayın ama kalbi atsın." dedi şeytani bir yüzle. "Anlatabiliyor muyum?"
Bu sözleri karnıma bıçak saplanmış gibi hissettirmişti. Yüreğinde bir dirhem bile merhamet yoktu. Gözleri ateş saçıyordu. Silahı tuttuğu elinin tersiyle dudaklarını sildi sertçe ve tam o anda gözleri bana değince kaşları bir yay gibi çatıldı. Çenesi bir anda kaskatı olmuştu. Omzunun üstünden arkasına bir bakış attı, kendisinden başka birinin beni görmediğine emin olunca demir gibi adımlarla bana doğru yürüdü. Yaklaşmaya başlayınca ayaklarım ondan kaçar gibi geriledi ama korkak adımlarım yeterli olmadı. Kolumdan tuttuğu gibi beni duvarın arkasına çekti.
"Ben sana ne dedim?" diye hırladı. Gözlerim alev alev yanıyordu. Ona adi bir pislikmiş gibi baktım, öyleydi de.
"Bırak." dedim tükürür gibi. Kolumu çektim ve arkama bile bakmadan uzaklaşmak istedim. Çok geçmeden koca adımlarıyla yanımda bitmiş ve yine kolumu kavramıştı.
"Yürü." dedi zaten yürüdüğümü göre göre. Cevap verme tenezzülünde bulunmadım. Arabaya yaklaştığımızda beni iter gibi savurdu. "Bin şu arabaya." Öyle hızlı savurmuştu ki birkaç adım ötesinde ancak durabilmiştim. Hışımla arkamı dönüp içimde biriken tüm nefreti tek bir bakışıma sığdırıp onu hedef aldım.
"Öldürecek miydin onu?" dediğimde ona tokat atmışım gibi baktı.
"Sana arabada kalman gerektiğini söylemiştim." dedi ağır ağır. Kaşlarımı kaldırıp söylediklerini hiçe sayarken sesini bastırdım.
"Öldürecek miydin?"
Durdu, gözlerimin içine demir gibi bir ifadeyle bakıyor, gözlerini bir an bile kırpmıyordu.
"Bir katil gibi."
"Yaşıyor işte, sorun ne?" dedi ruhsuz bir sesle. Histerik bir gülüş kaçtı dudaklarımdan.
"Bir avukat olduğumu unutuyor olmalısın Savaş Karan." dedim ondan tiksinir gibi. "Yanlış bir hareketine daha şahit olursam, inan bana gereğini yapmakta tereddüt etmem."
"Aranan bir avukat." dedi alay eder gibi. "Adın bütün emniyet yetkililerinin masasındayken, ne güzel konuşuyorsun böyle."
Yüzüme tokat gibi çarpan bu gerçeklik burnumu sızlatmıştı ama renk vermedim.
"Gözüm üzerinde." dedim dimdik tuttuğum çenemle.
Burnundan verdiği tek nefesle güldü.
"Bunu kadınlardan o kadar çok duydum ki."
Başımı sağ omzuma yatırdım ve bir çocukla konuşur gibi baktım ona.
"Benden ilk kez duyduğuna eminim."
Kafasını öbür tarafa çevirdi. Son sözü söyleme telaşına hiç kapılmazdı, karşıdakinin sesi o dinlerse vardı ona göre. Görmek istemediği zaman başını çevirmeyi, duymak istemediği zaman kulaklarını kapatmayı çok iyi biliyordu.
"Arabaya bin." dedi gergin bir ses tonuyla.
"Seninle daha fazla aynı havayı solumaya niyetim yo-"
"Arabaya bin, Saye." diye kesti sözümü. Çelik gibi bakışları yüzüme sabitlenmişti hemen. "Silah sesini duydun, birazdan polis gelir. Geldiğinde seni de almasını ister misin?"
Aldığım nefes bıçak gibi kesildiğinde bakışlarını afallamış yüzümden söker gibi çekti, attığı birkaç adımla karanlığın içindeki silueti merceğimden çıktı. Onu görmesem de aracının kapısını açtığını duymuştum. Öylece karşımdaki boşluğu izleyen gözlerim zehir damlatılmış gibi yanmaya başlamıştı.
"Saye." dedi uyarıcı bir ses. Onu duyuyordum elbette fakat kalbimin üzerine karabasan gibi çöken ağırlık tepki vermemi engelliyordu. Sadece gözlerimden yaşların süzüldüğünü hissedebiliyordum ama yüzüm de bakışlarım da donuktu. Savaş, açtığı kapıyı kapatmış olmalıydı, tekrar donuk bakışlarımın merceğine girdiğinde neredeyse dip dibeydik.
"Ağlama." dedi bu yaptığıma şaşırır gibi. Hissizce yüzünü taradıktan sonra göz kapaklarım gözlerimin üzerine güçsüzce devrildiğinde beni bırakıp gitmesini ver her şeyin artık sonlanmasını istemiştim. "Ağlama, Saye." dedi bir kez daha. O böyle söyleyince ağlamam şiddetlendi, göz yaşlarım yüzümden boynuma kadar akmaya başladı. Durduramıyordum, görmek istemiyorsa bana bakmamalıydı. Gözlerim kapalı olsa da beni izlediğini hissedebiliyordum. Yüzümü avuçları içine alan ellerini hissettiğim an dudaklarımı öptüğü andı. Tenime büyük bir şırınga batırılmış gibi hissetmiştim, çattığım kaşlarımın altındaki gözlerimi açarken aynı anda yüzümdeki ellerini itip ona güçlü bir tokat savurdum.
"Sen, sen beni nasıl öpersin?" diye sordum dehşetle. Parçalara ayrılmış sesim boğazımdan zar zor geçmişti. Kalbim göğsümü parçalayacak bir kuvvetle çarpıyor, kulaklarım uğulduyordu. Göğsünü yumruklamak, ondan deli gibi hesap sormak istiyordum. Yana düşen kemikli yüzünü kaldırdı, dilini dudaklarında gezdirdikten sonra zafer kazanmış gibi bir gülüş serildi dudaklarına.
"Güzel." dedi. "Artık ağlamıyorsun."