Bölüm 1
Bölüm 1
Genç kız ayakkabısının ucuyla bir kozalağı ittirerek aylak aylak sahil kenarında yürüyordu. Okuldan çıktıktan sonra arkadaşları toplanıp bir yerlere gitmişlerdi. Onu çağırmadıkları için morali bozulmuştu. Son senesine girdiği halde onlara bir türlü alışamamıştı. Aralarına katılmakta güçlük çekiyordu. Ailesi onun asosyal olduğunu düşünüyordu. Fakat Belçim daha derin sohbetlere açtı. Onlar gibi leyla olamaması suç muydu? Ayakları onu her zaman oturduğu banka sürüklediğinde bir adamı kendi bankında otururken görmüştü. Etraftaki tüm banklar da doluydu. Dudak büzüp geri dönmeyi düşündü. Sonra omuz silkip adamın yanına oturdu. Sonuçta her gün orada otururken kendisinin yanına da bir dünya insan oturuyordu. Hele yaşlılar Belçim’in yanına oturmaya bayılıyorlardı. Dertlerini anlatacak birini bulmak onları keyiflendiriyordu. Belçim de her zaman olduğu gibi oturup insanları dinliyordu. Adamdan yayılan parfümün kokusu onu mest etmişti. Formasının gömleğiyle oynamaya başladığında adamın gergin olduğunu fark etti. Elindeki telefonu kıracak kadar sıkı tutuyordu. Elindeki damarlar belirmişti. Belçim korkusuzca adamı izlerken hiç utanmıyordu. Beyaz gömleğinin içindeki bedeni yapılıydı, yüzünde güneş gözlüğü olduğu için adamın gözlerini göremiyordu ama yakışıklı olduğunu anlamak için gözlerini görmesine gerek yoktu. Elindeki telefonu daha da şiddetli sıkan adama kendi eski telefonunu uzatıp “İstersen bunu kır, benim bir işime yaramıyor,” dedi. Genç adam kendisine dönüp şaşkın şaşkın bakarken kendisi de duruma şaşırmak istedi. Genelde konuşmaları asla Belçim başlatmazdı.
“Efendim?” diye soran adamın elindeki telefonu işaret edip “Diyorum ki güzel telefonmuş, yazık olmasın. İstersen bunu kır…” diye mırıldandı. Kendisini ailesinden başka arayan soran yoktu. Bu yüzden yıllardır eski püskü bir telefon kullanıyordu. Fotoğraf çekilmeye ihtiyacı yoktu, mesajlaşmıyordu, sadece bir alo demek için kullanıyordu. Annesiyle babası doğum gününde yeni bir telefon aldıklarında bu yüzden kardeşi Tekin’e vermişti.
Adamın cevap vermemesi üzerine yine aptal duruma düştüğünü düşünüp “Affedersiniz, rahatsız ettim,” diye mırıldanıp ayağa kalktı. Adam bileğine yapışınca merakla dönüp ona baktı. Genç adam gözlüklerini çıkarmıştı ve Belçim kalbinin yaprak gibi titremesine sinir oldu. O grimsi yeşil gözler eğlenerek kendisine bakıyordu.
“Telefonu kırmak istediğimi nereden çıkardın?”
Adama başta ‘sen’ diye hitap etmiş sonra toparlamak için ‘siz’ demişti. Fakat adamın hiç tereddüt etmeden ‘sen’ diyerek muhabbeti ilerletmek istemesi onu rahatlattı. Bir hata yapmamış olduğunu düşünüp rahatladı.
“O kadar şiddetli sıkıyordu ki ellerin bembeyaz olmuştu…” diyerek adamın sorusuna cevap verdiğinde yarım ağızla gülümsedi. Elindeki telefonu cebine atan genç adam derin derin iç çekerek bir süre denizi seyrettikten sonra kendini tutamadan kıza dökülmeye başladı.
“Rezalet bir gün geçiriyorum… Çalışmaya başladığım yere ilk günden istifamı bassam çok mu hızlı davranmış olurum?”
Belçim dudaklarını büzüp “Ne yaşadığına ve bunu senin ne kadar abarttığına göre değişir,” dedi.
Omuzlarını düşüren adam küçük bir çocuk kadar masum gözüküyordu. Belçim uzanıp adamın yüzünü okşama arzusuna ket vurdu. ‘Saçmalama istersen Belçim,’ diye düşünüp adamın tekrar konuşmasını bekledi.
“Erken yaşta okula başladığım yetmiyormuş gibi eşekler misali çalışıp okullarımı da erkenden bitirip bir sene yurt dışında master yaptım ve işe girdiğim ilk gün sadece babamdan bahsedildi! Düşünebiliyor musun? Benim başardıklarım değil de babamın başardıkları!”
Derin bir iç çeken Belçim “Bu kötü bir şey mi?” diye sordu. Olayı tam anlayabilmek için daha fazla detaya ihtiyacı vardı.
“Babamla yıllardır görüşmediğim göz önüne alınacak olursa…”
Kaşlarını kaldırıp “Evet, kesinlikle sinir bozucuymuş,” diye cevap veren Belçim “Yine de istifa için yeterli sebep sayılmaz,” diye de ekledi.
Adam ona yardım dilenen bakışlarla bakıp “Öyle mi dersin?” diye sordu. Yüzüne vuran öğlen güneşi mümkünmüş gibi daha yakışıklı gözükmesine neden oluyordu. Belçim birkaç saniye duraklayıp bu görüntüyü içine çekti. Bir daha böyle yakışıklı herifi nerede görecekti. Biraz tadını çıkarmak istemesi ayıp değildi ya! Hem bakmak bedavaydı!
“Köprüyü geçene kadar ayı dayı yapacaksın, başka çaren yok. Elinde yeni bir opsiyon yoksa tabi ki!”
Başını arkaya atan adamın âdemelması çıkınca Belçim sesli bir şekilde yutkundu. Genç adam “Ne yazık ki başka bir seçeneğim yok!” diye mırıldandı. “Bu işi bile zor buldum… Yine de herkesin arkamdan baba torpili diyerek bana yakıştırma yapması zoruma gidiyor.”
Belçim sanki çok hayat tecrübesi varmış gibi “Haklısın elbette, ama hayat işte… Baban olmasa başka bir şeyle yine sinirini bozacaklardı,” diyerek adamı ikna etmeye çalıştı.
“Asıl sen haklısın. İlk zoruma giden şeyle geri çekilirsem hayatta tutunamam…”
Belçim gülümseyerek “Bunu sen söyledin,” diyerek adamı neşelendirdi. Genç adam kızın üzerindeki okul formasını görüne “Yaşından fazlasıyla olgunsun,” diyerek kızı takdir etti. İyi bir şey demek istemişti ama kızın yüzü asılınca “Kötü bir şey mi dedim?” diye sordu.
“Bazen diğer insanlar gibi en azından yaşıtlarım kadar aptal olmayı istiyorum.”
Adam tüm bedeniyle ona dönüp “Neden?” diye sorunca bu fikrini ilk defa biriyle paylaştığı için şaşkındı. Genelde kimse söylediklerini anlamlı bulmazdı. Sıra dışı olmak yüzyıllardır büyük bir sorundu. Adamın kendisini izleyen bakışları altında bu sefer o denize doğru döndü.
“Mutlu olabilmek için elbette…” diye mırıldandığında yine gömleğinin ucuyla oynamaya başlamıştı.
“Mutlu olmak için aptal olmak mı gerek?”
“Hayır, insanların arasına karışabilmek için aptal olmak gerek…” derken gözlerini devirmişti. Aptal olsa insanların içine rahatça karışsa arkadaşları olsa mutlu olurdu. Ya da insanlar arkadaşı olmadığı için onu yargılamayı bıraksa da mutlu olabilirdi. Sonuçta bir tane arkadaşı vardı diğerlerine neden ihtiyaç duyması gerekiyordu ki?
“Peki, bunun mutlulukla ne alakası var?”
Adamın mantık kokan sorusuna burun kıvırdı ve cevap vermemeyi tercih etti. Adamsa diretmekte kararlıydı.
“İnsanların arasına karışanlar sence mutlu mu?”
Etrafına şöyle bir bakınıp gülümseyen insanları gösterip “Sence mutlu değiller mi?” diye sordu. Genç adam da kızın gösterdiği yöne bakıp genç kızların kahkahalar atarak yürümelerini izledi bir süre.
“Böyle düşünmenin arkasında akran zorbalığı mı var yoksa?”
Belçim kocaman açtığı gözlerini adama dikerek “Nereden anladın?” diye sordu.
Genç adam soruya cevap vermektense “Senin gibi olgun bir kızın mutluluk kavramını bambaşka yerlere bağlamasına şaşırdım doğrusu…” diye cevap verdi.
“Sence mutluluk nedir o zaman?” diye soran Belçim adamın oyununa katılıp ona doğru dönmüştü.
“Huzurlu olmak mesela?” diyen adamın gözündeki kaostan buna ne kadar ihtiyacı olduğu belli oluyordu. “Ya da ailenin ve sevdiğin diğer insanların sağlıklı bir şekilde yanında olması…”
“Haklı olabilirsin…” diyen Belçim yine yüzünü denize doğru çevirmişti. Adamın gözlerinin içine bakmak onu heyecanlandırıyordu.
Adam saatine bakarak yüzünü buruşturunca genç kız da “Gitme vakti mi?” diye sordu.
“Ne yazık ki işkencem beni çağırıyor.”
Belçim elini havada yumruk yaparak “Git ve onlara kim olduğunu göster ki bir daha babanın adını zikredemesinler!” dedi. Adam gülerek uzaklaşmadan önce “Kendine iyi bak,” dedi. Belçim de yalnızca “Sen de,” diye mırıldandı. Adam uzaklaştıktan sonra adını bile sormadığını fark etti. Birbirlerini tanımadan konuşup içlerini dökmeleri genç kıza çok iyi gelmişti. Keyifle oturduğu yerden kalkıp evine giderken neşesi yerine gelmişti. Banka yürürken olduğu gibi yere bakarak değil gökyüzüne bakarak yürümeye başladı.
***
İlkbaharın ılık meltemi ve parlak güneşi odayı dolduruyordu. Beyaz mobilyaların cilası ışık sayesinde parlıyor, kusursuz oda daha harika gözüküyordu. Evin en güzel manzaralı ve en zarif odasıydı. Belçim içinse bunların pek bir önemi yoktu. Ne gül desenli oymalardan oluşan beyaz mobilyaların, ne evin en güzel odasında yaşıyor oluşunun, ne de ayrıcalıklı hayatının. Bir önemi yoktu. Pikesinin altında bunları düşünüyor zaten düşünmekten başka bir şey de yapmıyordu. Bir uğraşı, bir düzeni yoktu. Sadece bir hayali vardı o da geçmişini hatırlamak. Üstüne lanet gibi yapışan hafıza kaybından kurtulmak. Fakat bunun da olması için doğru bir yardıma ihtiyacı vardı. Tutarsız yalanlara değil.
Kapısı bir kez çalındı ve ardından ‘gir’ yanıtını beklemeden halası kapıyı açtı. Gereksiz kibarlıklardı bunlar genç kıza göre. Halası Sevim’in elinde bir tepsi, üstünde bir bardak su ile birlikte günlük ilaçları vardı. Belçim suratını buruşturmamak için dişlerini sıktı. Tüm ailesi ona oyun oynuyordu. Her gün aldığı ilaçların hiç bir faydası yoktu, bir buçuk yıldır bir şeyler hatırlayabilmek için canını dişine takmıştı ama bir arpa boyu bile yol kat edememişti. Ailesine göre her şeyi zamana, oluruna bırakması gerekiyordu. Psikologuna göre kendini zorlamamalıydı. Araştırmalarına göre ise altı ay içerisinde en azından yakınındaki kişileri hatırlıyor olması gerekiyordu. Bir kısım anılarını belki. Ama kendisinde ‘tık’ yoktu. Durmuş bir saat kadar içinde bulunduğu zamanın dışındaydı. Hayat kaygan bir kumaş gibi akıyor kendisi ise sabit bir şekilde duruyor ve yalnızca bekliyordu. O karanlık dehlizden kurtulup gözünü açtığı lanet günden beri yeniden öğrenebildiği tek şey bekleyerek hiçbir şey elde edemeyeceğiydi. Hayat akıyordu fakat Belçim’in aksine doğru. Ona yetişebilmek için artık harekete geçmesi gerekiyordu.
Halası tatlı bir ses tonuyla düşüncelerinin arasına “Canım, sabah ilaçlarını almamışsın,” diyerek girdi. Kadının gözlerine baktı. Orada sevgi dışında farklı bir duygu görmeyi istedi. Fakat sadece sevgi gördü, yine. Evet, halası onu seviyordu. Buna yürekten inanıyordu. Ama halası büyük bir yalancıydı. Geçmişi ile ilgili sorulara doğru yanıtlar vermiyor bu konu hakkında konuşmuyordu. Konuşunca da açık veriyor, çuvallıyordu. Bunu neden yaptığını bilmiyordu fakat artık işkillenmeye başlamıştı. Annesi kimdi? Babası neden ondan bahsetmiyordu? Kardeşi var mıydı? Kendisini leylekler getirmiş olamazdı ya! Bari nasıl hafıza kaybına uğradığını söyleselerdi. Ne tür bir kaza yüzünden bu haldeydi? Bu kadar zor olamazdı! İnsan bazen canının yanacak olması pahasına gerçeklere ihtiyaç duyuyordu. Dengesini kazanabilmek için herkesin bildiği ama ondan ölümcül bir sırmış gibi sakladıkları şeylere ihtiyacı vardı.
Halasının elindeki ilaç tepsisini aldı ve başucuna koydu. Pikesinin içinde doğrularak yatağının başlığına yaslandı. Sabırsızca kendisine izleyen halasına dönüp, “Sabah uykumu alamadım. Biraz daha uyumak istiyorum, biliyorsun ki halacım bu haplar uyumadan önce içince mideme dokunuyor. Geçen seferi hatırlıyorsundur,” dedi. Bakışlarına kendine güvenen bir ifade oturtturabilmiş olmayı dileyerek halasının tepkisini bekledi.
Halası berbat bir yalancı olabilirdi ama Belçim geçmişine dair bir iz bulmak istiyorsa ondan daha iyisini yapabilirdi. Bir yerden başlaması gerekiyordu artık. Beklemekten, sabretmekten bıkmıştı. Zamana falan bırakamazdı bundan sonra hayatını. Bu tiyatroya daha fazla tahammül edemeyecekti. Boşlukta yalnız başına çırpınmaktan yorulmuştu.
Sevim Hanım “Pekâlâ, o zaman,” diyerek tekrardan yatağına uzanan Belçim’in üstünü örttü. “Sana tatlı uykular, ben aşağıdayım. Bir şey olursa seslenirsin, tamam mı canım?”
Belçim masumca gülümseyerek kafasını salladı ve ardından kocaman esneme numarası yaptı. Nazikçe ağzını kapatıp halasına sırtını döndü. Kapının kapanma sesini duyunca yaşlarla dolan gözlerini açtı ve halasının ayak seslerini dinledi. Merdivenin sonuna doğru kaybolan sesleri dinleyerek yatağından fırladı ve dolabının kapağını açtı. Rahat bir kot ile beyaz bir bluzu yatağına fırlatıp banyoya koştu. Önce halasının getirdiği ilaçları klozete atıp sifonu çekti. Artık bu ilaçları almayacaktı. Ucunda ölüm olsa dahi içmeyecekti bunları. Günlerdir yaptığı gibi ilaçları kanalizasyonun derinliklerine yollarken dişlerini sıktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra saçlarını sıkıca toplayıp kıyafetlerini üzerine geçirdi. Odasının açık olan ve bahçeye bakan penceresinin önüne gitti, tülün arkasından beliren aile tablosuna baktı bir müddet. Kendi yaşlarındaki kuzeni Meriç, halası Sevim Hanım ve eniştesi Murat Bey güzel bir Pazar gününü değerlendiriyorlardı bahçelerinde. Suratlarında hoş bir gülümseme ile. Belçim, yüzünü buruşturarak izledi bu manzarayı. Sonra hızlı adımlarla odasından çıkıp sessizce aşağı kata indi. Pazar günü olması nedeniyle tüm hizmetliler izinliydi. Evden çıktığını kimse görmemişti. Bahçe kapısından çıkıp evden yeterince uzaklaşana kadar nefesini tuttuğunu anlayamamıştı.
Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu Belçim, beyni düşüncelerle o kadar meşguldü ki sahile indiğini bile fark etmedi. Ayaklarının sızlaması dinsin diye kendini bir banka attı. Yanına hiçbir şey almamıştı. Ne bir telefon, ne bir cüzdan. Su bile almamıştı ve çok susamıştı. Acaba halası onu kontrol etmeye gelmiş miydi? Yokluğu fark edilmiş miydi? Yürümekten sıklaşan solukları normale dönünceye kadar sessizce oturdu ve önünde uzanan boğaz manzarasını seyretmeye koyuldu. Üzerine bir dinginlik çökmüştü.
‘Nereye gittiğimi bilmeden bu kadar yürürsem şu bankta uyuyacak kadar yorulurum tabi,’ diye düşündü. Fakat oturduğu bank, karşısındaki manzara, havanın ılıklığı, güneşin parlaklığı… Her şeyde bir farklılık vardı sanki. Üzerine çöken bu dinginlik bile tanıdıktı biraz. Birden heyecanlanmaya başladı Belçim. Tanıdık! Evet, bir şeyler tanıdık gelmişti. İlk kez! İlk kez bir şeyler tanıdık gelmişti! Bunun yarattığı his bambaşkaydı. Tanıdık gelen bu şeylerin ona hissettirdikleri harikaydı. Sonunda şansının döndüğünü düşünüyordu. Yerinde kıpırdanıp etrafı izlemeye başladı. Nefes almaya bile korkuyordu. Bu hissin kaybolmasından ya da hislerinin onu yanlış yönlendirdiğinden ölümüne korkuyordu. Bunca zaman sonra herkesten habersiz hareket ettiği bir günde bütün geçmişini hatırlayacak değildi ya! Bu kadarını o da beklemiyordu ama bu his… Tüm bedenini kavrayan bu rahatlık… Hayal kuruyor olamazdı.
Önce oturduğu bankı inceledi. Üstü çiziklerle dolu sıradan bir banktı. Sonra karşısında uzanıp giden deniz manzarasına baktı. İstanbul’un en sevdiği yanı bu olmalıydı. Gözlerini açtığından beri bu şehirdeydi ve her yerde denizi görebilecek kadar şanslıydı. Belki de doğma büyüme İstanbulluydu. O an oturduğu bank, denize olan açısı, denizden gelen meltemin kokusu, güneşin sırtına çarpan sıcaklığı, avuçlarının sıcak bank üzerinde karıncalanması… Her şey, ama her şey çok önemliydi. Her detay daha da heyecanlanmasına sebep oluyordu. Her detayla kalp atışları bir kat daha hızlı atmak için birbirleri ile yarışıyordu.
“Sanırım önceden de denizi çok seviyordum. Baktıkça insana özgür hissettiriyor kendini. İstanbul’un izin verdiği kadar özgür… Tıpkı ailemin bana yaptığı gibi.”
Kendi kendine mırıldanıp incelemesini sürdürdü. Biraz ilerde balık tutan birkaç genci izledi. Eğlencesine bu işi yaptıkları belliydi. Belçim kovalarında tek bir balık bile olmadığından adı gibi emindi. Sanki balık öyle tutulmazmış gibi geliyordu ama nasıl tutulduğunu da bilmiyordu. Sonra kafasını çevirip etrafındaki insan kalabalığını seyretti. Pazar günüydü, hava harikaydı ve İstanbul’daydı. Bu üçü bir araya gelince ne yazık ki insan trafiği unutulmaz bir gerçek oluyordu. En azından bunları biliyordu. Ailesi ara sırada da olsa onu gezdirmeye vakit ayırabiliyordu. Belçim ailesini düşünmek yerine keşfini sürdürmeye devam etti.
O kadar bu işe dalmıştı ki yanına birinin oturduğunu fark etmemişti bile. Tekrardan sol tarafına döndüğünde burnuna çarpan hoş bir kokusu ile donakaldı. Bakışları yanına oturan genç adamı fark ettiğinde kalp atışları mümkünmüş gibi daha da hızlandı. ‘Sempatik,’ diye düşündü önce. ‘Yakışıklı,’ dedi sonra. Bakışlarını kaçırıp tekrardan denizi izlemeye koyuldu fakat aklı yanındaki adamın görüntüsünde ve kokusunda kaldı. Koku beyin hücrelerine kadar yayılınca kalp atışlarındaki hızlanma hat safhaya ulaştı. “Bu koku…” diye mırıldandı. Evet, bu koku? Tanıdık mıydı? Daha önce duyumsamış mıydı bu kokuyu? Belki! Ama kesinlikle emin değildi. Belçim bir anda içine düştüğü bu karmaşanın kendisine fazla geldiğini düşündü. Eve mi dönmeliydi? Belki onun yokluğunu fark etmemişlerdi. Böylece tekrardan kaçıp buralara gelebilirdi. Eğer yokluğu fark edildiyse bir kat daha koruma önlemi alacaktı halası. İşte buna tahammül edemezdi. Bu dünyada ve bu oyunda kendi başınaydı. Elinden bu kısıtlı özgürlüğün alınmasına katlanamazdı. Bu yüzden erkenden eve dönse iyi olurdu. Ama bu kadar farklı duyguların içinde barındığını öğrenip kaçmak, hatıralarının gün yüzüne çıkmasına az kalmış gibi hissettiğini düşünürken kalkıp gitmek, yapılması gereken en doğru şey miydi? Ya bir daha bu kadar yaklaşamazsa gerçeklere? Geçmişine? Peki, gerçekten yaklaşmış mıydı ki? Bu hissettikleri neydi? Neyi nasıl yorumlaması gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu genç kızın.
O kadar derin düşünmüştü ki kaşlarını gözlerine kadar çatmıştı. Korku, heyecan ve merak duygusu tüm bedenini ele geçirmişti. Kahverengi, uzun saçları denizden gelen meltemle sağa sola doğru uçuşurken ela gözleri karardı. Bugün hissettiklerini hiçbir yerde hissetmemişti. Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Beyaz teni heyecandan kızarmıştı. Sivri çenesi dişlerini sıkmaktan öne doğru çıkmıştı ve dik burnu hala yanına oturan adamı kokluyordu inatla. O tanıdık koku hoşuna gitmişti. Artık tanıdık olduğundan emindi çünkü kokuyu ısrarla içine çekip beyninin ağrımaya başlamış noktasına kadar nüfuz etmesine izin veriyordu. ‘Hem tanıdık, hem hoş.’
Bulunduğu semtin geçmişi ile bir bağlantısı vardı. Bundan da emindi. Yakınlarda bir yerlerde eskiden oturduğu ev vardı belki de. Babası yurt dışına gitmeden önce hep halası ile yaşadığını söylemişti. Ama Belçim babasının da yalan söylediğini biliyordu. Bir buçuk yıl önce geçirdiği malum kazadan önce harika bir hayatı olduğunu hayal etmek onu mutlu ediyordu. Zaten şu hayatta onu tek mutlu eden şey babasının sesi ve kurduğu hayallerdi. Her ne kadar babası onu özleyip geri gelmese de babasını seviyordu. Kimse ona nasıl bir kaza geçirdiğini anlatmasa da, geçmişi ile ilgili sorulara cevap vermese de hayal kurmak hoşuna gidiyordu. Daha fazla mutluluk için mücadele etmesi gerektiğine karar verdi ve yerinden kıpırdamadan oturdu. Kendisi düşünceleri ile savaşırken yanında oturan adamın bakışları birkaç kez kendisine yöneldi. Belçim de kaçamak bakışlarla onu süzüyordu.
Adamın gülümsemeye hazır dudakları ilk dikkatini çeken yer oldu. Normal duruşunda bile sırıtıyor gibi görünüyordu. Fakat buna rağmen sert çenesi ona değişik bir hava katıyordu. Aynı anda hem sert hem de ılımlı durabilen nadir insanlardan olsa gerekti. Gözlüklerinin altında gizlenen bakışları bedeninin her yerinde hissediyordu. Bundan hiç rahatsızlık duymaması çok tuhaftı. Zaten halasından izinsizce evden çıktığından beri ne normaldi ki? Adamın bronz teni çok çekici duruyordu. Belçim’in bakışları adamın elinde evirip çevirdiği telefona kaydı. Sonra da uzun parmaklarına ve damarları belli olan eline. Telefonu sıkıyor diye düşündü. Damarları bu yüzden belirginleşmiş olmalıydı. Üstünde kendisi gibi bir kot ve beyaz bir tişört vardı. Bu yaptığının utanmazca bir hareket olduğunu düşünüyordu Belçim ama adamı incelemekten kendini alıkoyamıyordu. Arada sırada çevresini de inceliyor yine de bakışları dönüp dolaşıp adamı buluyordu.
Güneşin batmaya başladığını fark ettiği anda ise bütün bedenini telaş kapladı. Halasının onu fark etmemesini bu saatten sonra ancak hayal ederdi. Son bir kere daha çevresine ve yanındaki adama bakıp oturduğu yerde doğruldu. Fakat ayağa kalkmasına engel olan o dokunuşu hissettiğinde kalbi ağzından atmaya başladı. Kolunu nazikçe tutan adama çevirdi bakışlarını. Bütün gün onu izlemekten hiç sıkılmamıştı. Günlerce onu izleyebilecekmiş gibi hissediyordu. Gün boyu ruhunu ele alan bu hislere alışmaya başlamıştı artık. Hisleri ilk yardımcısı olacaktı bundan sonra. Karşısındaki adama beklenti dolu gözleriyle bakmaya devam ediyordu. Adam güneş gözlüklerini çıkardı. Grimsi yeşil gözleri gün yüzüne çıkınca Belçim bu kadarının da fazla olduğunu düşündü. Adamın suratındaki birkaç kusur gözlerinin gölgesinde kalıyordu kesinlikle. Boğazının yanmaya başladığını hissetti. Kolunu çekmek için davrandı ama adam onu oturmaya zorladı. Adamın koyu kahverengi saçları batan güneşin saçtığı ışıkların altında parlıyordu.
“Seni uzun zamandır görmüyordum. Lütfen biraz daha kal.”
Belçim şok olmuştu. Karşısındaki adam onu tanıyor muydu? Hava kararmak üzereydi. Ona zarar vermek istiyor olabilirdi. Hem kendisini nereden tanıyor olabilirdi ki? Ayrıca onu tanıyorsa bile bütün gün neden hiç konuşmamış bunu belli etmemişti. Yoksa tüm bunlar ailesinin bir oyun muydu? Belçim o anda her şeyi düşünebilirdi. Sonuçta bu sabah babası onu aramamıştı. Bir yıldır rutin Pazar günü görüşmelerini yapmamışlardı bugün. Hangi neden babasının onu aramasını engelleyebilirdi? Baş ağrısı rahatsız edecek derecede artmıştı.
“Seni tanımama şaşırmış olamazsın. Son bir buçuk yılda hiç değişmemişsin ki zaten. Hala aynısın,” diyen erkeksi sesin güzelliğinden çok adamın söyledikleri yüzünden başı dönmeye başlamıştı. Kalbi artık kaburgalarını kıracak kadar sert ve hızla atıyordu. Nefes alış verişleri hızlanmıştı. Elleri terlemeye başlıyordu. Bu sefer kalkıp kaçıp gitme isteği daha ağırdı. Bir günde aylardır yaklaşmak istediği şeye bu kadar hızla yaklaşmış olması korkutucuydu. Bu kadar çabuk olacağını düşünmemişti. Eğer karşısındaki adam onu tanıyorsa ki bundan emin değildi. O zaman geçirdiği kazayı da biliyor olmalıydı.
“Evet, sen de hiç değişmemişsin.”
Belçim ne düşündüğünden bile emin değilken kendi kendine konuşma kararı almış çenesi bu duruma ayak uydurmaya başladı. En azından adamın ağzını arayabilirdi.
“Nerelerdeydin?”
‘Bingo! Ya numara yapıyor ya da gerçekten başıma gelen kazayı bilmiyor.’
Adımın sesi de görüntüsü gibi etkileyiciydi. Gür ve sert. Fakat kendisi ile fazlasıyla yumuşak konuşuyordu. Sözleriyle okşuyordu sanki kendisini. Güven veriyordu. Bu hissi duyumsayınca mayışmış bir halde kendini bankın üzerine bıraktı. Bu duygu muhteşemdi. Güven. Ailesinden alamadığı güveni karşındaki yabancıdan alıyordu. Yeni hafızasına göre yabancı olan kişiden. Buna rağmen kalbi hala hızlı atıyordu. Düşünceleri ile kalbi ayrı telden çalıyordu.
“Konuşmak istemezsen seni anlarım Belçim,” diyen genç adama dönüp, “Ah, hayır. Toparlamak istedim. Üst üste gelen olaylar zinciri yüzünden normal hayatımdan koptum biraz. Sen neler yaptın o arada?” diyerek kısa bir açıklama yapıp genç adama bir soru yöneltti. Böylece dikkat genç adamın üzerine çekilmişti. Belçim şu anda kendisine inanamıyordu. Oyuncu ruhlu biri miydi acaba? Belki oyunculuk okuyordu? Bu kadar çabuk adapte olduğuna göre. ‘Allah’ım adam ismimi bile biliyor! Ne olursun daha fazlasını da bil yabancı! Ne olursun!’
Genç adam kırgın bir ses tonuyla “Ne yapabilirim ki? Kenan Başaran’ın oğlu Yiğit Başaran olmaya devam ettim. Onun gibi olmadığıma insanları ikna etmeye çalışarak düzenli bir iş hayatı kurabildim kendime,” dedi, cümlesinin sonuna doğru kendisiyle gurur duyuyormuş gibi gülümsemişti. Hayatının iplerini elinde tutan her insan kadar gururluydu.
‘İsmi Yiğit, soyadı Başaran. Babasının adı Kenan. Babasını kesin sevmiyor. İş de bulmuş. Ne demem gerekiyor?’
“İnan çok sevindim senin adına.” ‘Oldu gibi.’
Genç adam bedenini biraz daha kıza doğru çevirmiş ve yüzündeki rahat gülümsemeyle Belçim’in kafasını karıştıran bir cümle kurdu.
“Bugün seni burada bulacağımı biliyormuşum gibi yine kendimi bu bankta buldum. Senin sessizliğine ihtiyacım varmış meğer.”
“Neden, ne oldu bugün?” ‘Bana ihtiyacı varmış... Bence ben kesinlikle kaptım bu işi!’
Belçim iç sesi ile konuşurken Yiğit’in sesini duyunca tekrardan ona odaklandı. Zaten o sesi duyup başka bir şey düşünmek mümkün değildi. Kendine çekiyor, hipnoz ediyordu sanki.
“Her zamanki şeyler. Fakat beni yine sakinleştirmeyi başardın. Senin yanında aklıselim düşünmek daha kolay.”
‘Demek telefonu sıkarken ve onu parçalayacakmış gibi evirip çevirirken sinirliydi.’ Belçim kızararak gülümsedi. “İltifat mıydı?” Yiğit kahkaha atarak cevapladı. “Bilmem, galiba.”
Bu rahatlığının sebebi kesinlikle Yiğit olmalıydı. Karşısındaki adam onu tanıyordu ama Belçim yine de emin olmak istiyordu. Onu geçmişine götürecek olan bu kişinin gerçekten güvenilir olmasını istiyordu. Kendisine yalan söylememesini, doğruları en gerçekçi şekilde aktarmasını. En azından bildiği kadarını. Fakat bunu daha sonra yapmalıydı. Çünkü güneş tamamen batmıştı ve sokak lambaları bir bir yanmaya başlamıştı.
“Artık gitmeliyim,” diyerek ayaklanan genç kız, hemen kalkmazsa eve dönünce oluşacak kaostan onu kimse kurtaramazdı.
“Farkındayım, geç oldu. Baban hala aramadığına göre artık seni çok sıkmıyorlar sanırım. Seni evine kadar götüreyim. Bu saatte tek başına –her ne kadar evin yakın olsa da- dönmene müsaade edemem.”
‘İnanmıyorum! İnanmıyorum! Demek bir evim var! Benim bir evim var!’
“Iı, şey, bir süredir halamla yaşıyorum,” derken aslında yapmak istediği bir çocuk gibi hoplayıp zıplamaktı.
Yiğit yüzünü buruşturup “Burnuma hoş kokular gelmiyor, halanı sevmediğini düşünüyordum. Özellikle Meriç yüzünden,” deyince Belçim’in kalbi tek bir kez gümledi. Sonra kısa bir cevap verip bunu düşünmek üzere aklının bir köşesine not etti.
“Öyle olması gerekti,” dedi kısaca ve ayağa kalktı. “Bir daha ne zaman bulaşabiliriz?” Belçim bu soruyu soranın kendisi olmaması gerektiğini düşünüyordu. Ama bu adama ihtiyacı vardı. O zaman soruları kimin sorduğunun bir önemi yoktu!
Kocaman gülümseyerek “Haftaya Pazar günü nasıl?” diye soran genç adama hayran gözlerle bakıp, ‘Çok uzak, o zamana kadar nasıl sabrederim?’ diye düşündü.
“Hafta içi müsait değil misin?” diye sorarken de ses tonunu ayarlamaya çalıştı fakat sabırsızca sorulan bir soruyu ne kadar zapt edebilirse o kadarını yapabildi ancak.
Yiğit “Beni o kadar özledin yani?” diyerek sırıttı. Bembeyaz dişleri karanlıkta yıldız gibi parlıyorlardı. Belçim’in derdi özlemekten çok başkaydı. Ya da onun özlemi başkaydı.
“Senin yanında rahat hissediyorum. Evden ne kadar uzaklaşsam o kadar iyi,” diyerek omuz silkti Belçim. Geçmişini özleyen bir insan olarak belki farkında olmadan Yiğit’i de özlemiş olabilirdi. İçten içe ‘Allah’ım bu adamı her dakika özleyebilirim, yeter ki beni geçmişime götürsün,’ diye yakardı.
“Halanla durumlar o kadar kötü yani.” Belçim umutsuzca kafasını salladı. Hafta içi de bir şekilde onunla buluşmalıydı. Onu konuşturmalıydı. Eve gidince ilk işi onu araştırmak olacaktı. Bir de halası ile ilgili durumu bulmalıydı.
“O zaman Çarşamba günü öğle molasında ilerideki kafede buluşalım mı? Yemek yeriz, bir şeyler içeriz, ne dersin?”
“Harika olur!” diyen Belçim’e endişeli gözlerle baktı Yiğit. “Tek başına gidebileceğinden eminsin değil mi?” diye sorarken de endişesi sesinden de fark edilir olmuştu.
“Evet, kesinlikle! Halamın evi de çok uzak değil. Bugün için teşekkürler!”
Onun kendisini eve bırakmasına izin vermek, daha güvenilirliğinden emin olmadığı bir adamın kendisine bu kadar yaklaşmasına müsaade etmek, bile bile elindeki bombanın pimini çekmekten başka bir şey değildi.
“Sizin evinize yakın o zaman, yine de ben bıraksaydım içim rahat olurdu. Bu saatte yalnız başına dönme.”
Belçim tekrardan teşekkür etti, adamı da ikna edip arkasına bile bakmadan uzaklaşmaya başladı. Arkasında bıraktığı adamın kokusu üstüne sinmişti. Gülümseyerek koşmaya devam etti. Sonunda şans kapısını çalmıştı. Geçmişi ayaklarına gelmezse o zaman kendisi geçmişinin ayaklarına giderdi. Bir şekilde de olsa bunu başaracaktı. Sahile ne kadar zamanda geldiğini bilmiyordu ama bütün gün oturmaktan uyuşan ayakları ile koşarak eve yarım saatten fazla bir zamanda ulaştığına göre giderken ara sokakları kullanmış olmalıydı. Belki de yine aynı yoldan gitmişti ama hatırlamıyordu. Artık her adımını aklında tutacaktı. Tutarlı bir şekilde ilerleyecekti. İki katlı villanın bahçe kapısına ulaştığında evin arka tarafına doğru yürüdü. Arka kapıdan sessizce içeriye girip evin etrafını dinledi. Bahçenin karanlık bir köşesinden halasına, eniştesine ve Meriç’e baktı. Hala aynı yerde oturuyorlardı ve keyifleri yerindeydi. Belki yemek bile yememişlerdi hala. Mutfağın bahçeye açılan kapısından hızla içeri girdi ve ışıkları yakmadan el yordamıyla merdivenlere ulaştı. Karanlık merdivenleri sessizce çıkıp odasının kapısına geldiğinde derin bir ‘oh’ çekti ve kapısını da sessice aralayarak odasına girdi. Kapıyı kapatmaya yeltendi fakat ardından gelen biri de onunla odaya girmiş ve çığlık atmak üzere olan Belçim’in ağzını kapatmıştı.
“Benim Belçim!”
Kulağına fısıldanan cümle ile kasılan bedeni tekrardan gevşeyen genç kız hırçın bir şekilde bedenini sarmalayan kollardan kurtulup arkasını döndü.