Günlerden bir gün, sınır hattının ötesine yapılacak riskli bir operasyon planı geldi. Baran, haritanın başında sessizdi; çenesindeki kaslar gerilmiş, gözleri bir noktaya kilitlenmişti. Onun bu hâlini gören Ela’nın kalbi sıkıştı. Gözleriyle “Ne var?” diye sordu; ama Baran’ın bakışları uzak, kelimeleri tutuk kaldı. Sanki bir duvar örmüştü aralarına.
Operasyon, El-Hadar köyünün yakınlarındaki bir sığınakta esir tutulan kadın ve çocukları kurtarmaya yönelikti. Baran için sıradan bir görev değildi; geçmişten taşıdığı bir sır, bu operasyonu kişisel kılıyordu. Ela bunu hissetti, ama sormaya korktu. Çünkü Baran’ın sessizliği, bir yara gibiydi: Dokunursan kanayacak.
Baran, Ela’ya döndü; gözlerinde korkudan daha ağır bir şey vardı: Suçluluk. “Bu kez gelmeni istemiyorum,” dedi, sesi kısık ve titreyen bir itiraf gibi. Ela’nın yüreği sıkıştı; “Neden?” diyebildi sadece, kelimesi dudaklarında asılı kaldı. Baran gözlerini kaçırdı, yumruğunu sıktı: “Çünkü orası… bana geçmişimi hatırlatıyor. Ve seni koruyamayabilirim.”
Ela, bir an sustu; sonra cesaretle bir adım attı. Ellerini Baran’ın ellerine koydu; sesi hem korkak hem inatçıydı: “Sen susarsan, ben daha çok korkarım. Ne olursa olsun yanında olmak istiyorum.” Baran’ın bakışları Ela’nın gözlerine saplandı; o an, duvarlarında çatlaklar belirdi. Dudaklarından dökülen fısıltı, bir sırrın ilk parçasıydı: “Orada… bir zamanlar kardeşim gibiydi dediğim birini kaybettim. Ve o an kendimi de kaybettim.”
Ela’nın boğazı düğümlendi; ellerini daha sıkı tuttu. “Sen o gün ne yaşadıysan yaşadın; ama şimdi yalnız değilsin,” dedi, nefesi titreyerek. Baran’ın gözlerinde ilk defa bir damla yaş belirdi. “Sana dokunan herkesi kaybettim, Ela. Seni de kaybetmekten… korkuyorum.” Ela, elleriyle Baran’ın yüzünü tuttu; bakışları keskin, sesi yumuşaktı: “Ben kaybolmayacağım. Çünkü artık seninle kendimi buldum.”
---
Gün battı, gökyüzü kan kırmızısına döndü. Operasyon vakti geldiğinde Baran zırhını kuşandı; Ela da ilk yardım çantasını omzuna astı. Bakıştılar; sözsüz bir yemin daha verdiler. Baran, Ela’nın kulağına eğildi; nefesi tenine değdi, fısıldadı: “Ne olursa olsun, seni bırakmayacağım.” Ela da gözlerini kapatarak, yüreğinin derininden cevapladı: “Ben de seni.”
Sınırın ötesine geçerken, sessizlik geceye karıştı; sadece kalplerinin ritmi birbirine dokunuyordu. Onları bekleyen bilinmezdi; ama aralarında bir gerçek vardı: Korkuyla beslenen bir aşk değil, korkularını aşan bir aşk… Ve her fırtınada yeniden birbirini bulan iki kalp.
Gece, karanlık bir perde gibi çökmüş, ay ışığı bile kendini saklamıştı. Baran ve timi, sessiz adımlarla harap olmuş taş evlerin arasında ilerliyordu. Ela, kalbinin her atışını hissederek Baran’ın arkasından yürüyordu. Toprak, ter ve barut kokusuyla doluydu; ama en çok korku kokusu hissediliyordu, ikisinin de içini kemiren o eski korku.
Bir sokağın köşesine geldiklerinde Baran durdu; elini kaldırarak tüm timi durdurdu. Parmakları Ela’nın koluna hafifçe dokundu; o kısacık dokunuş, “Dikkat et” diyen bir fısıltı gibiydi. Ela, nefesini tuttu; kalbi öylesine hızlı atıyordu ki sanki o sessizliğin içinde yankılanıyordu. Baran dönüp ona baktı; gözlerinde hem komutanın soğuk kararlılığı, hem de adamın Ela’ya duyduğu korkusuzca sevgi vardı.
İlerideki binadan bir gölge belirdi; Baran’ın gözleri anında sertleşti. O an Ela fark etti; Baran’ın bakışları sadece dikkatle dolu değildi, içinde tanıdık bir öfke de vardı. Sessiz bir işaretle tim siper aldı. Ela ise, elindeki çantaya sıkıca sarılarak dua eder gibi bekledi.
Bir patlama sesi gecenin sessizliğini parçaladı; toz ve taş havaya karıştı. Baran Ela’ya dönüp haykırdı: “Yere yat!” Ela refleksle yere kapandı; kalbinin sesini bile duyamayacak kadar hızlı nefes alıyordu. Gözlerini kaldırdığında, Baran’ı kurşunların önünde siper almış gördü; omzundaki yara çoktan kanı toprağa akıtmaya başlamıştı. Ela, o an korkusunu unuttu; çantasını alıp Baran’a doğru sürünerek yaklaştı.
Baran, “Ela! Geri dur!” diye bağırdı; sesi çatallıydı, hem öfke hem korku taşıyordu. Ama Ela onu duymadı. Titreyen elleriyle Baran’ın omzundaki kanı durdurmaya çalıştı; nefesi kesik kesikti, dudakları aralanmıştı: “Sakın… sakın beni bırakma.” Baran, gözlerini Ela’ya dikti; acıyla kıvranırken bile onun o gözlerindeki korkuyu dindirmek istiyordu. Dişlerinin arasından fısıldadı: “Bırakmam… söz verdim.”
Çatışma dinmedi; mermi sesleri taş duvarlara saplanıyor, yankı yapıyor, her yankı Ela’nın kalbini daha derine kesiyordu. Baran Ela’nın elini tutup sıkıca bastırdı; nefes nefese: “Seninle… seninle kalmak istiyorum…” dedi, sesi titreyerek. Ela, gözyaşlarının yüzünü ıslattığını fark etmedi bile. Dudakları titreyerek: “Ben de… ne olursa olsun,” dedi.
O an zaman sanki dondu; etraflarında sadece yıkıntılar, duman ve korku vardı, ama kalplerinde sadece birbirleri. Ela, Baran’ın alnına dudaklarını değdirdi; “Bunu bana yapma,” diye fısıldadı. Baran’ın gözlerinden bir damla yaş süzüldü; hayatında ilk kez, korkusunu bir kadının avuçlarına bırakıyordu.
Timin desteğiyle çatışma geri püskürtüldü. Baran’ın yarası acil değildi ama güçsüz düşmesine yetmişti. Ela, onun koluna girip destek oldu; Baran ona yaslanırken, bakışları Ela’nın yüzünde asılı kaldı. Dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirdi: “Sen olmasan… çoktan kaybolurdum.” Ela, onu sımsıkı tutarak fısıldadı: “Seninle kaybolmaya bile razıyım… yeter ki birlikte olalım.”
Gecenin soğuğu üstlerine çökerken, ikisi de biliyordu ki bu yol kolay olmayacaktı. Ama her kurşun, her yara, her korku; onları birbirine daha da yakınlaştırıyor, aralarındaki bağı ateşe dönüştürüyordu. Ve o bağ, her şeyin ötesinde, yeniden nefes aldırıyordu.
Gece yerini ağır bir şafak sessizliğine bırakmıştı. Baran ve timi, köydeki sivilleri güvenli bölgeye taşımış; ama Baran’ın yüzü hâlâ kasvetliydi. Ela, elinde sarı bezle Baran’ın omzundaki yarayı temizlerken, onun bakışlarının uzağa, yıllar öncesine daldığını fark etti.
Ela, fısıltıyla “Artık anlat,” dedi; sesi ne emir gibi ne de yalvarır gibiydi, sadece sevgisinin ağırlığı vardı. Baran gözlerini kapadı; derin bir nefes aldı, nefesi titredi. “O gece,” dedi boğuk bir sesle, “buraya çok yakın bir köyde operasyondaydık. Yanımda kardeşim gibi gördüğüm Cemil vardı. Bir hata yaptım… ve onu gözümün önünde kaybettim.”
Ela’nın elleri durdu; bakışları, Baran’ın gözlerinde hapsoldu. Baran devam etti, kelimeleri taş gibi ağırdı: “Cemil, bana güvendi. Ama ben… hata yaptım. O öldü, ben yaşadım. Ve o günden sonra kendime bir söz verdim: Kimseyi yaklaştırmayacaksın… çünkü dokunduğun herkesi kaybediyorsun.”
Ela, gözyaşlarını saklamadı; usulca, titreyen parmaklarıyla Baran’ın yüzünü tuttu. “Ama beni zaten çoktan yaklaştırdın,” dedi; sesi kırık, ama kalpten. Baran’ın bakışlarında buz gibi duran suçluluk çatladı, ve o çatlağın arasından gerçek bir acı çıktı. “Sen… seninle birlikte kendimi yeniden buldum. Ama korkuyorum Ela. Seni de… kaybetmekten.”
Ela, yüzünü Baran’a yaklaştırdı; nefesi dudaklarına değdi. “Ben kaybolmam,” dedi fısıltıyla. “Çünkü artık senin yanındayım.” Dudakları birleşti; sessiz, uzun, nefes kesici bir öpüşmeydi. Baran’ın elleri Ela’nın beline, sırtına dolandı; Ela, onun kalbindeki kırıkları avuçlarında hissetti. O öpüşme, bir sözden daha fazlasıydı: Geçmişin küllerinden yeniden doğma cesareti.
Baran’ın nefesi hâlâ hızlıydı; Ela’nın alnına yaslandı, gözleri kapalı: “Belki kendimi affedemem… ama seni sevmekten de vazgeçemem.” Ela, gülümsemedi; sadece başını salladı, gözleri dolu dolu: “Ben de vazgeçemem.”
Sabah güneşi, yıkık taş duvarların arasından vurdu; iki kırık kalbin üzerine döküldü. O an, geçmişin yükü hâlâ oradaydı; ama ilk kez o yük, tek başlarına taşımaları gereken bir ağırlık değildi. Artık paylaşılmış bir sır, birlikte taşınan bir acı ve birlikte atılan bir adımdı.
Baran Ela’nın elini tuttu, sımsıkı; sanki “Gitme” der gibi. Ela da elini çekmedi; aksine, daha da sıkı tuttu. İkisi de biliyordu: Bundan sonra kolay olmayacaktı. Ama kalplerinin ortak bir ritmi vardı artık. Ve o ritim, her yarayı onarmasa da, birbirlerine güç vermeye yetiyordu.