Sabah güneşi yeni yeni avlunun taşlarına düşerken, masadaki çayın buharı hâlâ tütüyordu. Ardil’in annesi ekmek sepetini uzatıyor, küçükler kahkahalarla gürültü yapıyordu. Her şey sıradandı, ta ki o uğursuz ses yankılanana kadar.
Önce bir patlama… Ardından silah sesleri birbirini kovaladı. Konağın demir kapısının ötesinden gelen ayak sesleri ve bağrışmalar sofrayı darmadağın etti. Kadınların çığlıkları, çocukların ağlamaları kulakları yırttı.
Ardil, bir refleksle yerinden fırladı. Babası ve amcalarıyla birlikte silahlara sarıldılar. Elvin, gözleri büyümüş halde kadınları toparladı, “Arka tarafa, çabuk!” diyerek onları konak duvarlarının ardına yönlendirdi. Yüreği küt küt atıyordu ama sesi buyurgandı; kadınların kaçışıyla birlikte ardında yalnızca silah şakırtıları kaldı.
Ardil avluya vardığında, gözleri kapıya dikildi. Dışarıdan içeri doluşan silahlı adamların önünde tanıdık bir yüz vardı. Şaşkınlıkla kaşlarını çattı, nefesi göğsünde kesildi.
“Enişte… hayırdır bu ne hâl?”
Sözleri daha dudaklarından düşmeden, eniştesinin sert yumruğu çenesine indi. Ardil başını geriye savurdu, dişlerinin kenetlenmesiyle ağzından kan tadı geldi. Bir an sendeledi, dizlerinin üstüne düşecek gibi oldu.
“Ulan şerefsiz! Ulan karaktersiz!” diye haykırdı Bedir Karahanlı, Ardil’in yakasına yapışarak onu silkeledi. Yüzü öfkeyle kıpkırmızı kesilmişti. Bir yumruk daha savurdu, Ardil’in başı bir kez daha geriye savruldu.
Avludaki gerginlik bıçak gibi kesildi. Erkekler silahlarının kabzasına daha sıkı sarıldı, kadınların çığlıkları arkada yankılanıyordu.
Adar Ağa, oğluna indirilen yumruğa rağmen yerinden kıpırdamadı. Yumruklarını kenetledi, tırnakları avucuna battı. Gözleri öfkeyle kıpkırmızı kesilmişti ama kendini tuttu. Gür sesi avluyu doldurdu:
“Bedir! Ne yaptığını sanıyorsun? Derdin neyse söyle! Yoksa ben de çileden çıkarsam kötü olur.”
Bedir Karahanlı, öfkesinden titreyerek bir adım ileri atıp Adar Ağa’nın tam karşısında durdu. Burnundan soluyor, aldığı her nefes göğsünü körük gibi indirip kaldırıyordu. Parmağını titreyen öfkeyle uzattı, Adar Ağa’nın yüzüne doğrulttu.
“Senin şu şerefsiz oğlun yüzünden! Siz haysiyetsiz Bozdoğan aşireti yüzünden benim kızımın adı dilden dile düşer oldu! Yıllarca teyzesinin, anasının arasında fısıltılarla, gizli gizli kurulan oyunlarla kızımı ateşe attınız!” diye kükredi.
Avludaki taş duvarlar bile onun sesiyle yankılandı. Bedir’in gözleri kararmıştı; nefretle dişlerini sıkarak devam etti:
“Şimdi söyle bana Adar! Önce senin mi kafana sıkayım, karının mı, yoksa oğlunun mu?”
Silahların horozları gerildi, parmaklar tetiğe dayandı. O an, avlunun taşları bile kan isteğini duyuyordu.
Elvin, kucağında bebeğiyle arka terasta dizlerinin üstüne çökmüştü. Küçük kızını sımsıkı bağrına bastı; sanki dünyadaki bütün kötülüklerden sakınabilirmiş gibi. İçinde buz gibi bir his vardı: Bu işin er ya da geç patlak vereceğini çoktan biliyordu.
Kulağına çalınan dedikodulara önce inanmak istememişti. Konaktaki dilleri uzun kadınlara haddi bildirmeye çalışmış, lafı bastırmıştı. Ama söz, ok gibi havaya atılmıştı bir kere. Ne kadar bastırsa da dedikodu daha hızlı yayılmıştı. Zübeyde’yi sevmezdi, hatta onunla yıldızı hiç barışmazdı. Ama hemcinsi hakkında söylenen çirkin sözlerden yine de ar etmişti. O lafları işitince kendi içine batırılmış bir bıçak gibi hissetmişti.
Terastaki taş korkulukların ardında Ahu Hanım vardı. Yüzünde pişmanlık çizgileri daha da derinleşmişti. Ablasına verdiği sözü, kızı yüzünden bozmuştu. İçinde ağır bir vicdan azabı vardı ama olanların kendi elinde olmadığını biliyordu. Şimdi ise gözleri yaşlı, yüreği sızılı, yeğeniyle ilgili bu meseleyi içi yanarak izliyordu. Bir yandan da göz ucuyla oğluna bakıyordu; her an, kan davasının kurbanı olmasından korkuyordu.
Arkasındaki genç kızların feryatları kulaklarını tırmalıyordu. Ahu Hanım sertçe döndü, sesi şimşek gibi çaktı:
“Kesin şu zırlamayı! Konakta ilk defa silah sesi duymuyorsunuz. Kendinize gelin!”
O an Elvin bebeğini yardımcısına teslim edip, küçük kızı odalara göndermelerini emretti. Yüreği parçalanmıştı ama koruması gereken başka şeyler de vardı. Sonra Ahu Hanım’ın yanına iyice sokuldu, neredeyse onun eteğine sığınır gibi:
“Anne… ne olacak bu işin sonu?” diye fısıldadı, sesi kısık ama titrek.
Yan tarafta, Dilazar da merdivenlerin ucunda durmuş, solgun yüzüyle olup biteni izliyordu. Kocasının elinde silah vardı, Bedir Ağa’nın en küçük oğlunun kafasına doğrultulmuştu. Ama aynı anda Karahanlılardan biri de onun kocasına namluyu çevirmişti. Kadıncağız nefes bile alamıyor, boğazında düğümlenen çığlığını yutmaya çalışıyordu.
Terasta kadınların yürekleri parçalanıyor, avluda erkeklerin öfkesi kan istiyordu. Konağın taş duvarları bile bu iki dünyanın arasına girecek kadar güçlü değildi.
Adar Ağa sıkıntıyla oğlunun düşen omuzlarına bir göz attı. Demek ki Bedir doğru söylüyordu ki, Ardil’in başı öndeydi. O sırada konaktan içeri Zerda Hatun girdi. Elinde bastonu vardı, dimdik yürüyordu, adım attığı her yere otoritesini hissettiriyordu. Adar Ağa annesine bakarken, neden erken döndüğünü merak edercesine kaşlarını çattı.
Zerda Hatun Bedir Ağa’nın arkasında durup,
“Sakin ol Bedir Ağa, kan akıtarak elde edeceğin ne vardır?” diye sordu.
Bedir Ağa hızla arkasına dönüp, tiksintiyle Zerda Ana’ya,
“Bu iş kan akmadan temizlenmez.” dedi.
Zerda Ana adama bilmişçe gülümsedi. Başını salladı ve,
“Aşiretler toplansın. Gereken neyse yapılacaktır. Eğer torunum ölürse, senin kızın da yaşamaz.” dedi.
Tehdit etmiyordu, olacakları dillendiriyordu. Bedir Ağa iyice delirdi.
“Benim kızımdan şüphem yok. Senin şerefsiz torunun için kızıma niye kıyayım!” dedi tükürürcesine.
Zerda Ana anlayışla,
“Senin kızından da, ailemin herhangi bir ferdinden de şüphesi yok Bedir Ağa. İffetine ben kefilim. Ama işler böyle yürümez bilirsin. Öfkeyle kalktın geldin, bari zararla dönme.” dedi.