Genç adam her sabah ezan ile kalkar, namazını kıldıktan sonra Kuran-i Kerim okur ve sabah kahvaltısını hazırlamak için annesine yardım eder. Yıllardır değişmeyen rutini haline gelen en güzel şeydi belki de bu. Kardeşlerinden farklı olarak annesine olan tutkunluğu çok farklıydı. Babası bir kere annesine kaşını çatsa ortalığı ayağa kaldırırdı. Annesi yorulmasın diye küçüklüğünden beri evin tüm işlerinde ona yardım eder, mutfakta zaman geçirmeyi çok severdi.
Her zamanki gibi Deniz yine erkenden çocuklarının ve eşinin sevdiği şeyleri yapmaya başlamıştı. Yanına gelen oğlu ile birlikte neşeli bir türkü söyleyerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadan kahvaltı masasını hazırlamıştılar bile. 5 kişilik kalabalık bir aileye sahiptiler. Kız kardeşi Elif Mısra annesinden aldığı güzelliği ile abisine zor zamanlar yaşatsa da, asla bir hatası olmamıştı. Peşinden koşan erkeklerin hiçbirisine yüz vermemişti.
Kimse bilmezdi nedenini. Annesi Deniz hanım gibi sır gibi sakladı sevdasını. Olmayan bir hayalin en güzel gerçeğiydi sevdası. Sırdaşı olan annesi bile bilmezdi kızının kalbindeki sevdayı. Zamanla çok iyi ustalaşmış, anladığı ilk zamanlardaki eli ayağına dolanan kızdan eser kalmamıştı şimdi. Kalbini bir tek Ahmet Musab anlamıştı. Kardeşine belli etmese de, o da çok isterdi karşılıklı olmasını.
Evin en küçüğü ise Ali Taha'ydı. Lise öğrencisi olan Ali Taha Mert bey gibi ağır bir olgunluğa sahipti. Bunun bir diğer nedeni de Enes amcasının küçüklüğünden beri onları doğru yolda büyütme çabalarıydı. Sadece kendi çocuklarını değil bu üç genci ve kardeşi gibi olan Berk'in çocuklarını da aynı özenle büyütmüştü.
Anne ve babasının aşkı ise çok ayrı bir yere sahipti onun için. Yıllarca gözünün önünde olan babası için içten içe kavrulsa da, dışarıdan dimdik duran kadındı Deniz hanım. Babası ise kör bir adam. Hep kızardı babasına neden annesinin sevdasını görmedi diye. Bir gün Mert bey karşısına almış küçük oğlunu:
"Oğlum sevmek kolay değildir. Bir kere gönlüne sevda ateşi düşerse yanmaktan geri duramazsın. İçinde ne ateşler yanar da dışarıdan dumanın bile görünmez. Öyle ağırdır ki, yüreğin kaldıramaz ilk başta. Yavaş yavaş alışırsın sonra. Çünkü içini öyle bir kaplamıştır ki, senden geriye bir şey kalmamıştır. Ben de anneni değil bir başkasını sevdim. Eğer onu severken anneni görseydim o zaman sevdaya hakaret ederdim.
Sevgi öyle bir şeydir ki, ondan başka her şeye kör ve sağır olursun. Sevdiğin zaman ne demek istediğimi anlayacaksın oğlum." O gün küçük kalbi anlamak istese de anlayamamıştı. Ama şimdi çok iyi anlıyor ve her ikisine de hayran oluyordu. Tüm zorluğa rağmen dimdik duran annesi sevdasına sarılırken, babası ise onun varlığı ile ayakta kalarak yıllarca beklemişti.
Onlar sadece 5 kişilik bir aile değillerdi. Büyük bir aileydiler. Bazen kafası karıştırır nasıl hitap edeceğini unuturdu. Kan bağı olmayan 6 kişi birbirini o kadar güzel sarıp sarmalamıştı ki, kim kimin tarafından akraba kestiremez, bazen hala, bazen teyze diye hitap ederdi. Bu konuda Berk amcasına çekmişti biraz da. O da Şefika halasına bazen baldız, bazen de yenge diye hitap eder onu sinirlendimekten geri kalmazdı.
Yan yana tüm ihtişamı ile duran 3 villanın sakinleriydi onlar. Berk amcası ve Eda halası, Enes amcası ve Şefika teyzesi ve kendi evleri. Vakti zamanında Berk ve Enes amcası kendilerine ev inşa ederken babası için de aynı mimariye sahip bir ev yapmışlar. Ama babası annesi ile evlenene kadar o evde hiç kalmamış, tek bir eşya dahi almamış. Söz vermiş kendisine eve ilk sevdiği kadın girecek diye.
Geniş bahçesi olan evin ön tarafı yeşillik alana ev sahipliği yaparken çiçeklerin esiri olmuş, arka bahçe ise denize çok yakındı. Teyzeleri deniz tutkunu olunca amcaları da böyle bir arsayı alarak kendileri oturacakları evi tasarlamıştılar. Git gide kalabalıklaşan aile üyeleri ile arka bahçeye büyük bir park bile inşa etmişlerdi. 3 evin arasında asla bir çizgi yoktu.
Kim ne zaman isterse diğerinin evine kolay bir şekilde geçiyordu. Onların arasında asla böyle bir şeyin lafı bile olmadı yıllardır. Yazın her pazar sıra ile birisinin evinin önündeki masada pazar kahvaltısı için buluşsalar da, kışın bunu evin içinde yaparlar. Ve bu rutin hiçbir zaman değişmez. Belki de onları bir arada tutan birbirine olan bu bağlılıklarıdır.
Neşeli geçen kahvaltı sonrası sahafa geçmişti. Ruhunu dinlendirdiği en güzel yerdi burası. Çocukluğundan beri bir kaç gün arayla kendisinden büyük olan Umut Ensar ile birlikte büyümüştü. Şefika hanım onu bir kere bile oğlundan ayırmamış, tüm bildiklerini bu iki genç ile severek paylaşsa da, Ahmet Musab daha çok açtı. Bu yüzden de hem kendi çocuklarından, hem de diğer yeğenlerinden hep farklı bir yere sahipti.
Edebiyat öğretmeni olma isteğinin de baş mimarı yine Şefika teyzesi olmuş, yüksek lisansı da tamamladığı zaman çalışmak istemeyerek sahafta çalışmayı tercih etmişti. Burada 14-18 yaş arası erkek öğrencilere ney dersi vermek onun için çok başkaydı. Kitap ruhlu adam kitapların içinde kaybolmuş, hiçbir karşı cinse de bakmamıştı. Ta ki, bir gün sahaftan içeri bir kız girip Menfa kitabını isteyene kadar.
O gün yine sahafta kitap okuyordu. O kadar dalmıştı ki, içeri birisinin girdiğini kitabı bitene kadar fark etmemişti. Onu asıl şaşırtan ise Şefika teyzesi olmuş, kızı sarsacak sözler söylemişti. O gün kaçarcasına oradan giden kız ile aklı allak bullak olmuştu. Tanımadığı birisine böyle bir cümle kurmazdı teyzesi. Kaderin ağlarını ördüğünden haberi yoktu oysaki.
Akşam sahafı kapattığı zaman eve gitmek istememiş, dolaşmak isteyerek sahile gelmişti. Bir kız ve yaşlı bir adamın kayalıklarda oturduğunu görünce onlardan uzak bir yere geçmek isterken duyduğu ses ile yerinde kaldı. Tanıyordu bu sesi. Kitabı almak isteyen ismini bile bilmediği o kızdı. Ne diyordu kız?
"Ondan kurtulmak istediğim için evimin adresini anneme vermemiştim oysa. Anladığım kadarıyla beni takip etmiş. Hiçbir şey olmamış gibi evime girmeye çalıştı. Onun adım attığı bir yerde nefes alamazdım ben." Kimden bahsediyor ki? Orada durup dinlemek istese de onların özeline girmek istemeyerek uzaklaştı. Ama aklı kızın boğuk sesi ile söylediği cümlelerde kaldı. Arkasına dönüp baktığı zaman onların sarıldığını görünce yumruk yemiş gibi oldu.
Karışan aklı ile eve nasıl gittiğini, yemek yediğini ve odasına ne zaman gittiğini anlamadı bile. Böyle zamanlarda babası yerine Enes amcası ile konuşurdu hep. Konya'da olmasa saati hiç düşünmeden kapısını çalardı.
Sabah bahçede yapılan kahvaltı zamanı ortada Ecrin Zümra'nın anlattıklarına odaklanamadı bile. Neşeli ailenin hemen dikkatini çekmişti onun suskun hali. Dışarıdan bakan birisi onu bir buz kütlesi olarak tanımlardı.Oysa söz konusu ailesi olunca akar sular durur çok farklı bir adam olurdu.
"Babası kılıklı hayırdır nerede battı gemiler?" Şefika teyzesinin ona söylediğini bile duymamıştı. Eymen koluna dokunana kadar.
"Bana mı dedin teyze?"
"Yok oğlum ben sana bir şey der miyim hiç? Yan komşunun oğluna dedim. Dalıp dalıp gidiyor, bir yerde gemiler falan batmış olabilir. Yardıma gidelim diyecektim."
"Yok teyze sizlik bir şey değil, ben yardım için amcamın yanına gitsem iyi olur. Konya ile aşk yaşadığı için gelemedi." Masadaki herkes konunun derin olduğunu ve sadece Enes ile konuşacağını anladığı için tek kelime etmedi. Enes sadece dinler, lafı bitince de konuşmadan farklı yerlere götürerek çözümü kendisine buldururdu.
Akşam uçağı ile Konya'ya gidecekti. Sahafa yeni girdiği zaman yine o kız ile karşılaştı. Teyzesi açmak istemişti. Bu yüzden Ahmet Musab ney'ini almak için gelmişti öğleden sonra sadece. Bu defa kitabı eline almamış sadece izliyordu. Tutamadı kendisini.
"Kusura bakmayın ama o kitap hala satılık değil." Yine aynı anı yaşamak garip geldi. Ama bir o kadar da huzur verici.
"Bence büyük hata satılık olmaması. Kolay bir hayatı olmayan kadın her şeye inat dimdik durup acılarla savaşmış, belki yalnız, belki de destek olacak biri vardır yanında. Ama bu o savaşın ortasında tüm acıları kendisi göğüslemedi anlamına gelmiyor. Böyle güçlü bir kadını genç kızların okuması gerek özellikle de. Gerçek bir hayat hikayesi daha iyi örnek olur kadınlara. Dik durmaları gerektiğini daha iyi anlatır."
"Sen ne kadar dik durdun Neva?" Bu soruyu beklemediğini gerilen bedeninden anlamıştı. Teyzesi yine onu zorlayacaktı anlaşılan.
"Ben sanırım yeni yeni adım atayı öğreniyorum. Tek başına atılan adımlar daha kanatıcı oluyormuş. Geç olsa da öğrendim." Anladım der gibi başını salladı. Daha fazla bu konu hakkında bir şey söylemedi.
"Hoş geldin. Gel bakalım yukarı çıkalım. Bize ara sıra çay getir oğlum. Ben konuşmaktan unuturum." O an teyzesinin gitmesine müsaade etmeyeceğini anlayarak onlarla birlikte yukarı çıktı. Bir köşede oturub dinledi sadece. Ara ara çay bıraksa da önlerine ikisi de dokunmadı hiç.
Onu en çok şaşırtan ise teyzesinin onlara hediye ettiği kolyeden bir başkasına da hediye etmesi oldu. Bunu hiç mi hiç beklemiyordu. Bir aile geleneği haline gelmişti bu. Aileden başka birisine asla vermezdi. "Ah teyze yine aklından neler geçiyor senin?" diyerek düşünse de cevabını bulamadı. Onları orada bırakıp Ney'ini alarak uçağa yetişmek için ayrıldı.
---------
"Merhaba Neva nasılsın? Müsaitsen sahafa gelir misin? Seni tanıştırmak istediğim birisi var." Ama ben daha tanıştıklarımı hazmedemedim ki, yeni birisini nasıl kaldıracağım?
"Merhaba Şefika hanım. Teşekkür ederim siz nasılsınız? Peki akşam görüşmek üzere." Ah Neva ah, ne geliyorsa başına bu hayır diyememekten geliyor. Neyseki o şerefsize hayır demeyi başardın. Kutlarım seni aferin.
"Kendi kendine konuşmak yerine benimle konuş kızım, delirmezsin hem böylece." Kaptırdık yine iyi mi?
"Tamam sultanım istediğin kadar konuşurum ben seninle." diyerek sıkıca sarıldım. 3 gündür eve gitmeme izin vermiyor, misafir odasını bana hazırlamasına rağmen kendisiyle uyutuyordu. Ne yapsam hakkını ödeyemem.
Kahvelerimizi içtikten sonra akşam yemeğini hazırlamaya başladım. Mutfak hep terapi gibi gelmiştir. Ne zaman canım sıkılsa hamur işi yemek, ya da kurabiye yapardım. Çocukluktan kalma bir alışkanlık. Ne zaman hamur işi bir şey yapsam annem hemen anlardı bir şeye canım sıkıldığını. O gelene kadar. Beni bile gözü görmeyecek kadar saplanıp kaldı.
Yemekleri yeyip, ortalığı toparladıktan sonra sahafa geçtim. Hala anlamış değilim neden hep akşam burada oluyorum. Kaç defa geldikten sonra buna takılanda anca ben olurdum sanırım. Hadi hayırlısı diyerek içeri geçtim. Ama bu defa masada duran kitap değil, masada karşılıklı çay içen iki kadın karşıladı beni.
"Bak sana anlattığım Neva kızım da bu. Yüzü benzemiyor olabilir ama huyu aynı ben. Tanıdıkca anlayacaksın diyeceğim de ııh. Sen beni tanıdığında ben değişmiştim. Bu eski sürüm." diyerek ikisi de kahkaha attı. Bense uzaylı görmüş gibi kaldım öylece.
"Çocukları kendine benzettin yetmedi bir de şu güzel kızı mı kendine benzeteceksin? Bari bir tanesini de ben kendime benzeteyim diye sitem etmiyorum, Ada tıpkı ben oldu. Tabi Alya cadısı hala bana saydırıyor olabilir emin değilim." diyerek yeni bir kahkaha tufanı patlattılar. Ben bu defa uzaylı görmedim, Türkçe konuşan uzaylı gördüğüm için donup kaldım.
"Geç otur kuzum. Bir çay da sana koyayım. Sohbet bu akşam yukarıda değil burada olacak. Seni tanıştırmak istediğim birisi var dedim ya, hah işte o kişi karşında duruyor."
"İyi akşamlar. Ben Neva Bahar." Başka ne diyeceğimi de bilemedim.
"Buraya her geldiğinde Menfa ile aşk yaşar kendisi. Hatta geçen defa Ahmet Musab'a söylediklerini anlatmıştım ya sana, heh bak onu da dedi." Biraz utanmıştım. Söylediğim lafları başka birisine diyeceğini hiç beklemiyordum.
"Beni çok mutlu ettin kızım. Ben hiçbir zaman kitap olmasını beklemedim. Bir başkasının okuması da açıkcası umrumda olmadı. Çocuklarım için hatıra olsun diye eşimle birlikte kaleme aldık. Ben kendi yaşadıklarımı, o kendi yaşadıklarını kendi duyguları ile kaleme aldı. Ben sonunda oturup onları birleştirdim. İki ayrı kalem yerine tek kalem olsun diye baya çaba harcadım da.
Çocukların 18 yaş doğum günü hediyesi oldu. Hoş o güne kadar çoktan okumuşlar da haberimiz olmamış. Sonunda itiraf ettiler. Her birisine özel bir basım yaptırdık. Diğerlerinden de bu basım sayesinde farklı oldu. Yakın çevremiz için 50 tane bastırmıştık ama çocuklar için sıra sıra yeniden tek tek basımını yaptırdıkta. Bu masada olan özel basım değil.
Beni asıl duygulandıran ise sadece bir mektubu okuyarak böyle güzel bir kanıya varman oldu. Çok teşekkür ederim. Senin sözlerin sayesinde sadece bizim için değil, tüm genç kızlar için basılmasına izin vereceğim, ama tek bir şartla," diyerek biraz duraksamış, çantasından kitabı çıkartarak önüme koyarak devam etti, "Sonuna kadar okuyup bana gerçek yorumunu söylemeni istiyorum.
Bu yorumu yapan çok kişi oldu, ama kimse neden satış için basım yaptırmadın diye sormadı. Bunu yüreği ile okuyacak sana emanet ediyorum. Ne sen bu sahafa boş yere adım attın, ne de bu kitap boş yere o masadaydı. İçinde küçük bir mektup var. Ama onu son satırı okuduktan sonra oku olur mu?" Ne diyeceğimi bilememiştim o an. Kaç defa o kitaba baktım hatırlamıyorum. Hep okumak imkansız diye kendimi sınırlandırmıştım. Oysa şimdi hem kitap, hem de yazarı karşımda duruyordu ve bana güveniyordu.
"Ben kitabı okumayı gerçekten istedim. Hem ismi, hem de arka kapak yazısı dikkatimi çekmişti. İsmini bilmiyorum ama buradaki çalışana da söylemiştim, satırlar yerine yazardan dinlemeyi tercih ederim diye. O zaman buna da pek inanmamıştım. Demek ki, hiçbir şey boşuna değilmiş. Bana güvendiğiniz için teşekkür ederim. Umarım son satırları da okurken yine aynı cümleleri kurarım. Ama ben de sizden bir söz istesem olur mu?"
"Sana ben değil Şefika güvendi. Ben seni ilk defa görüyorum. O dediyse boşuna değildir. Bir şey görmüştür sende. Yapabileceğim bir şeyse sözüm olsun." Bir başkası olsa lafı eveleyip gevelerdi belki de. Yeni tanıdığım bu insanlar doğrudan içinden geçenleri demekten hiç çekinmiyorlar. Sanırım bu huylarını çok sevdim.
"Ben size cuma günü yine burada fikrimi olduğu gibi, dolandırmadan ne düşünüyorsam tüm çıplaklığı ile söyleyeceğim, ama siz de bana kitapta yazamadıklarınızı kitapla birlikte anlatacaksınız. Kitabı yazarından dinlemeyi istiyorum. Kabul ediyor musunuz?" Sanırım bu deli cesaretim onların samimi oluşundan geliyor.
"Anlaştık Neva hanım. Sözüm söz olsun. Ama ben sana cuma günü anlatmayacağım. O gün senden dinleyeceğim. Cumartesi tüm günümü sana ayırıp anlatacağım. Benim anlatacaklarım öyle iki dakikalık değil. Bunda da anlaşalım." diyerek benden onay bekledi.
"Nasıl isterseniz." diyerek tebessüm ettim. Onlar yine lafa dalmışken ben korkarak elimi önümde duran kitaba uzattım. Usul usul kapağında elimi dolaştırırken gözümden akan yaşı tutamamıştım. İçimden bir ses çok canımı yakacağını fısıldıyor. Ve ben bu yangına bile isteye yürüyorum.
"İlk defa Konya havaalanında elime başkasının bavulundan Ney aldığım zaman gözyaşımı tutamamış benden bağımsız akmasına izin vermiştim. Nereden bilebilirdim ki, kaderimin onunla birlikte yazıldığını. Aşk gönüle düştüğü zaman gözler ağlarmış. Çekeceği acıyı önceden görür ve daha yüreği yanmadan onun yerine ağlarmış. Çünkü gönül kendine ağlamak yerine hep ona ağlarmış. Şimdi kendine ağla. Sonra bu yaşlar senin için değil onun için akacak."