Her son bahar bir hüznü taşır mahzun kalplere. Kimisi kırmızı, sarı yapraklarda huzuru bulur, kimisi de ağaçtan düşen her yaprakta kendi yalnızlığını hatırlayıp gözyaşlarına boğulur. Ama bazıları da vardır ki, hiçbir şey düşünmeden o yaprakların üzerinden basar geçer. Bir gün o yapraklar gibi dalından kopup toprağa karışacağını unutur. Ben ne huzuru bulanım, ne basıp geçen, ne de yalnızlığı en derininde yaşayan. Ben günü geldiğinde toprağa karışacağımı bilenim.
Ne huzur ararım, ne de yalnızlık kaygısı yaşarım. Oturduğum ağacın altında dört bir yanım bir renk cümbüşü. Oysa insanın içindedir renkler. Ruhun yaşadıkları ile her gün yeni bir renge boyanır. Tıpkı her gün yeni bir umudun elinden tutub sabaha gözlerini açtığın gibi. Ve bir gün öyle bir son bahar rüzgarı eser ki kimsesiz kalmış ruhunda ne umudun kalır geriye, ne de yaşamaya hevesi olan ruhundan birer parça.
Yaşayan bir ceset haline gelirsin sadece. Nefes alıp verirsin yaşamak adına. Onu bile yapamayacak gücün kalmamıştır artık. Öyle bir rüzgar savurmuştur ki, seni sesini bile çıkarıp bir 'ah' edemezsin. Sen sensizliğin kollarında savrulmuşsundur artık. Bazen tek bir kelime, bazen de küçücük bir olay senin ruhunu öldürür. En acısı da bunu yapan hiç umursamadan kaldığı yerden devam eder hayatına.
Elimde bir kitapla oturdum ağacın altına. Sevmem bankta oturmayı. Taşı, toprağı hissedeceksin. Yoksa ruhun çürümeye yüz tutmuştur da haberin yoktur. Yanıma da bir termos kahve aldım, güya içeceğim. Ben ne ara bu kadar çok kendimi kandırmaya başladım? Kitap okurken dünyadan soyutlandığımı unutacak kadar mı kendimden uzaklaştım? Kendine gel Neva, ve başla yeni bir dünyanın kapısını aralamaya.
Hiç düşünmezdim o kadar güleç yüzlü kadının en büyük yarayı babası tarafından almasını. Bir baba evladına bunları nasıl yakıştırır? Bu kadar kolay mı böyle bir lafı söylemek? Yakıştırmayı geçtim. Evladının kolu kanadı olmak varken neden böyle bir şey yapar ki? Hadi diyelim içine şüphe tohumu kaçtı, avukat adamsın git bir test yaptır. Ne diye hem kendine, hem de ona yılları zehir ediyorsun ki?
Bu kadar şaşırma Neva senin annen de benzer şeyi sana yapmıyor mu? Kendi kanından, canından olan sana inanmak yerine yeni tanıdığı ona inanmayı seçmedi mi? Gözünden sakınırdı oysa seni. Ufacık bir bakışından anlardı bir şeyler olduğunu. Ama şimdi avaz avaz bağırsan bile duymuyor seni. Kör ve sağır olmak bu kadar kolay işte. Biri gelir her şeyi viran eder. Sense öylece izlersin. İzlemekten başka yapacak ne kaldı ki?
'Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında.
Kadınlar her şeye ağlayabilir,
Bir filme, bir şarkıya, bir yazıya...
En az erkekler kadar yani!
Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur.
Ve kadın ağlar; hem de çok!
Sanmayın ki gidene ağlar kadın!
Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan,
Orada bıraktığı yaradır.
O yaranın hiç kapanmayacağını,
Kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın;
O yüzden ağlar.'
Ben de bu yüzden mi ağlıyorum? Annemin beni bırakıp gidişine değil de, bir daha eskisi gibi olamayacağı mı yakıyor bu kadar canımı? Bana eskisi gibi bakmayışı? Gözlerimde ruhumu değil de, onun bıraktığı tahribatı mı görecek? Yaralarımı sarmak yerine daha çok kanatmak için mi bakacak bana? Ah annem neden inandın ki körü körüne ona? Ben ne yapacağım şimdi senin yokluğun ile?
Bir insan bu kadar nasıl sever? Okuduğu şiirlerde ondan izler aramak şiiri okumak mı, yaşamak mı? Ah aşk, sen yalan dudaklardan dökülürken kaybetmişsin oysa. Gerçek sevdalar dillerden dökülmeyi bile hakaret sayarmış. İki yıl severken yok olsa bile, gıkını çıkarmazmış? Oysa herkes seviyor şimdi. Seni seviyorum kelimesi daha dudaklardan dökülmeden ayrılık başlıyor. Böyle yalanın dolanın içinde sevmek, sevdalanmak olur mu hiç? Sakın sevme Neva, sakın.
'Kalbine bakmalıdır insan. İlk duyacağı ses kalbinin sesi olmalı. İşte o zaman duyar huzurun sesini. Sadece 5 harften ibaret olmayan kelimede saklı olan sırlar bir bir gözünün önünde aydınlığa kavuşur. Asıl anlam o zaman ortaya çıkar. Ah insanoğlu, o kadar kör ki, önünde raks eden aydınlığı bile göremez. Kendine o kadar takılıp kalır ki, etrafında olan biten her şeye kör kalır. Kendisi daha değerlidir.
Bazen ise tam tersi olur. Kendine o kadar uzak kalır ki, fark etmez kendisindeki değişikliği. Kör ve sağır kalır kendine. Hayatında kendisinden daha değerli bir varlığa sahiptir. Huzuru bulmuştur, ama farkında değildir. Dört bir yanı o olduğu için anlamaz. Onunla tattığı ilklerin bile farkında olmaz. Ta ki, kaybedene kadar.' Peki ben hangisiyim? Kendimde mi takılı kaldım, başkasında mı? Asıl soru ben neden her sayfada kendimle yüzleşiyorum? Kendimi bu kadar çok sorguluyorum?
"Kadınlar susarak sever Mert. Acı çekerek, her aldığı nefeste kalbine batan hançerle sever. Hele bu karşılıksızsa daha fazla canı yanar. Ortalıkta bir ceset gibi dolaşır ama karşısındaki insana bunu belli etmez. Neden biliyor musun?" benden bir cevap bekleyerek baktı yüzüme. Hayır dercesine başımı salladığım da devam etti.
"Çünkü tüm umutlarını kaybetmiştir. Onu sevmeyen bir adama asla sevgisini bildirmez. Çiyinlerine kendi sevdalarını yük olarak bindirmez. Ta ki, ciğerlerine çektiği son nefese kadar. Bir kadın onu sevmeyen adama sevdasını söylüyorsa, yaşama tutunduğu son anlarıdır. Aldığı son nefesi sevdiği adamla paylaşır. Bu kadar da cömerttir seven kadın ." Gerçekten bu kadar derin mi sever seven her kadın? Bu yüzden mi kör ve sağır olur her şeye?
Asıl soru ise sokaktan geçen her insana aşık olunur mu? Kadınlar kendilerince bir kriter koymaz mı? Bakışı, duruşu, dış görünüşü, etrafındaki insanlara tutumu, ya da ne bileyim en basiti düşünce tarzı, hayatını nasıl yaşaması, karakteri falan gibi. Böyle de ısmarlama gibi bir şey oldu. İnsan severken neden, niçin aramazmış. Gönlüne nasıl sızdığını bile anlamazmış. Bir bakar tüm zerresi onun aşkı ile kaplanmış. Kalbi onun ismi ile atar, aldığı her nefes onun kokusu ile dolup taşarmış.
Küçücük bir çocuktum annem ve babamın aşkına imrenirken. Öyle güzel bakardı ki anneme ben kıskanırdım bana neden öyle bakmıyorsun diye. Büyüdükçe bunun aşktan olduğunu anladım. Ben de bana böyle bakan birisini bulmadan evlenmeyeceğim dedim. Yıllar geçti, babam veda etmeden gittikten sonra büyülü masal tuzla buz oldu. Hepimizi bir aradan tutan oymuş meğer. Tıpkı annemin bakışlarını hep canlı tuttuğu gibi.
'Ne gariptir insanoğlu. Yazın kışı, kışın baharı özler. Ne uzak, ulaşılmazsa onu özler. Bir boşlukta oradan oraya savrulur ama sular durulunca bilinmezliği özler. Boşluk ne kadar derinse, o kadar kendi karanlığında boğulur. Kurtulmak için bir adım atar. Attığı adım boşluğa denk geldiği zaman geri çekilir. Tükenir kurtulmaya olan inancı.
Unutur boşlukta savrulan adımların boşluğa denk geleceğini. Sadece canı yandığı için kurtulma çabası içine girer. Bir umut, bir maksat olmaz. Ayakta tutacak hayal yok. Attığı adımın yere sağlam basması için sevda yok. Ortada bu kadar 'yok' var iken, oradan çıkması mümkün değil. Tam kurtuldum dediği an, yeniden o boşluğa düşer.
Bazen farkında bile olmaz düştüğü boşluğun. Alışılmış bir hal halini alır tükenmişliği. Geride bırakır tüm umutlarını, hayallerini. Tutunduğu tek dalını düştüğü boşlukta kaybettiği an bırakır kendini. Göremez önünde dağ gibi dikilen ağacı. Bir defa elini uzatsa, ondan önce sımsıkı tutunacaktır umut. Küçük bir adım gerekir oysa.
Sahi ne kaybedersin ki, atacağın adımla?' Sahi ne kaybederim ki? Şimdiye kadar ne kazandım ki? Hep önüme bir engel, bir sınır çizdim. Şimdiye kadar kimseye bir şans tanımadım. Yakın arkadaşım, her şeyimi bölüştüğüm birisi bile yok. Bunlar ben istemedim diye yok. Çünkü ben adım atmayı bilmiyorum. Takılıp kalıyorum sürekli geçmişimde. Hele bu bir acıya ev sahipliği yapıyorsa hiç çıkamam. Şimdiye kadar farkına varamadığım bir çok şeyin okuduğum satırlar ile farkına varmam da ironi ya.
"Kızım oturma o soğukta saat kaç oldu hala oradasın. Kalk evde oku. Sıcacık bir şeyler iç öyle oku. Üşümüşsündür orada." Ne kadardır burada oturuyorum hiç farkında değilim. Üşüdüğümü bile yeni yeni anlıyorum. Eylül sonu olduğu için hava geceler soğumaya başladı. Beni üşüten hava değil, bir kaç haftadır tanıyan kadının anne sıcaklığı. Sanırım kitap ile aramdaki bağ bu. Ben anne özlemi, Deniz hanım ise yanı başındaki baba özlemi ile savrulmuş. Her insan farklı şeylerden acı çekermiş, ama acının rengi hep aynı olurmuş.
"Geliyorum Sevgi sultan." Bahçe kapısından içeri geçtiğim zaman elinde dumanı tüten iki kupa ile beni bekliyordum. "Sana da yük oldum böyle. O gün gidecek bir ev bulamadım. Seni de her gördüğümde anne sıcaklığı sarmaladı dört bir yanımı. Burada kalarak zahmet veriyorum sana." Ne kadar kendi evime geçmek istesem de izin vermedi. Evlerimizin arasında sadece 4 ev bulunmasına rağmen "gözümün önünde ol" diyerek karşı çıktı.
"Sevgi sultan cadı sultan olacak. Terliği aldırtma elime geç içeri ısın. Hasta olacaksın sonra. Hem bana zahmet vermiyorsun, aksine evime neşe katıyorsun. Yıllar sonra dört duvar olmaktan çıkıp ev oldu bana da. Hem niye boş yere para veriyorsun, gel benimle kal." Elimde sıcak çikolata ile öylece kala kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.
"Sevgi teyzem ben seni rahatsız etmek istemiyorum. Misafirken bile elim ayağıma dolanıyor seni üzersem diye. Aynı evi temelli paylaşmak kolay değil. Hem beni tanımıyorsun bile. Belki hırsızın tekiyim. Benden şüphe duyma diye güvence vermeye çalışıyorum. Ben kabul edemem. Her daim yanında olurum, sık sık gelip kalırım da. Ama böyle bir şey kolay değil." Onu kırmadan cümlelerimi seçmeye çalışsam da bocalamıştım.
"Kızım ben sana güvenmesem evimin kapısını hiç açmazdım. Bir daha aynı şeyi yaşamanı istemem. Anlatmasan bile seni senden ettiği çok açık. Yalnızlık insana iyi gelmez kızım. daha çok düşünürsün, kendini hep sana acı veren anılarda bulursun. Aldığın nefes bile dar gelir zamanla. Yuvam dediğin evine adımların gelmemek için direnir sana bir süre sonra. Bunu kendine yapma. İstediğin zaman kapım sonuna kadar açık sana. İyice düşün kestirip atma. Ben şimdi odama gidiyorum, sen de çok geç yatma yarın işe gideceksin." Sadece başımı sallayıp iyi geceler diyebildim.
Dediklerinde çok haklı çünkü. Kiyafetlerimi almak için bile gittiğim zaman evin içine zor girebilmiştim. Biraz toparlanmam da Sevgi teyze sayesinde oldu aslında. Bir an bile yalnız bırakmayıp aklımı meşgul edecek şeyler buldu hep. Bu teklifi çok iyi düşünsem iyi olur. Daha fazla düşünmeden kendimi büyülü satırlara teslim ettim yine.
Okuduğum şiir ile artık gözyaşlarımı tutamadım. Bir tarafta yanı başında olan, ama belki de bir yanlış anlamadan dolayı kızına evi dar eden bir baba. Üstüne üstlük 'Ben anneni çok sevdim' diyen ve sevgi ile saplantıyı karıştıran birisi, diğer tarafta ise kendi kanından bile olmayan bir çocuğu tüm benliği ile sahiplenen bir adam. Hangisi baba? Doğrumakla anne olunmadığı gibi kanından olmasıyla da baba olunmaz. İki yaralı yürek, ikisinin de yarası aynı yerden. Birisi babası olmadığını ve ölümün kasıtlı olduğunu ilk defa öğrenerek yıkılan bir adam, diğeri ise, babası çıkmasından korkan bir kadın. Hangisi daha çok acı çekti demek çok basit kalır. Acının derecesi olmaz yaşayan için.
"Biliyor musun Hüzün ben onun umrunda bile değilim. Ne varlığım belli onun için, ne de yokluğum. İkisi de aynı terane. Kalbime bir hançer gibi batan yokluğuna eş değer varlığımın onun için bir hiç olması. Gitmem gerek. Kendim için, yeniden ben olmam için. Düştüğüm yerden dimdik kalkmam için. Sence yapabilir miyim? Uzaklaşabilir miyim ondan?" Seven sevdiğini arkasında bırakıp gidebilir mi? Hadi gitti diyelim, kalbini bırakıp gider mi? Bazen akıl unutur yaşadığı anıları, ama kalp attığı kişiyi nasıl unutsun? Ah be güzel kadın keşke gitmenin tek çare olmadığını bilsen. Belki o zaman kalarak mutlu olmayı öğrenirsin.
"Kaç baharı hazan ettim hasretinle? Kor ateşler gibi yandım senden uzakta. Ne külüm var havaya savrulacak, ne ateşim var soğuk rüzgarlarda ısınacak. Öyle sensizim işte. Ne sana gelebiliyorum, ne de senden gidebiliyorum. İki arada, bir derede arafta yaşıyorum. Belki de yaşayamıyorum. Sadece yaşamak niyetine nefes alıyorum.
Bakışların umudum oluyor yaşamak için. Sonra hayallerimi asıyorum tek tek gözyaşlarımda. Öyle sessiz sedasız seviyorum işte seni. Sen sevdin mi hiç tükenerek? Her nefes aldığında ciğerlerine batan iğnelerle yaşadın mı? Yaşamadıysan sakın öyle yaşama. Çok can yakıyor çünkü. Paramparça oluyorsun, ama kimse görmüyor. Avazın çıktığın kadar bağırıyorsun acılarını, kimse duymuyor." İnsanı en çok yıpratan da budur aslında. Avazın çıktığı kadar bağırıyorsun, kimse duymuyor. Ateşler içinde cayır cayır yanıyorsun ama kimse görmüyor. Belki de bir başkasının derdine derman olmak zor geliyordur insanlara.
Bir süre sonra kendi kabuğuna çekiliyorsun. Anlatmayı bırakıyorsun. Ağzını açıyorsun bağırmak için ama cılız bir ah sesi çıkıyor dudaklarının arasından. Dışarıdan duyan birisi için hiçbir anlam ifade etmese de sen biliyorsun her harfe kaç bin manayı, kaç bin acıyı, kaç bin gözyaşını sığdırdığını. Öyle bir an gelir ki, sessiz çığlıkların sesinde sağır olursun, ama dışından seni dünyanın en mutlu insanı sanarlar.
Çünkü zamanla yüzüne öyle güçlü bir maske takarsın ki, kimse onun gerçek olup olmadığını sorgulayamaz. Ve sen o gün ruhunun öldüğünün farkında olarak daha güçlü sarılırsın sığındığın maskene. Çünkü düştüğü zaman bir daha takamayacağının farkındasındır. Takacak gücünün olmadığının farkında olduğun gibi. En acısı da bu ya, seni yok eden yanlarının farkına varırsın, ama seni ayakta tutan gücün farkına varamazsın. Ta ki, ayağa kalkamayacak kadar düştüğün ana kadar.
"Büyük bir gök gürültüsü kopar önce. Karanlık geceyi aydınlatan bir şimşek çakar gök yüzünde. Ve bulutlar döker gözyaşlarını senin yerine. 'Senin yerine ben ağlarım' diyerek. Neden mi sever kadınlar yağmurda yürümeyi? Çünkü gözyaşlarını kendilerinden başka kimse göremez. 'Bir kadın ağlıyor' diyerek kimse fısıldamaz. Hıçkırıkları duyuluncaya kadar.
Bir kadın öyle sessiz sedasız ağlamaz. Derinden bir hıçkırık kopar. Tutamamıştır içinde kopan fırtınaları. Öyle ağırdır ki içinden gidenler, dayanamaz artık. Tutmaya gücü yetmemiştir hıçkırığı. Sanki tutabilecekmiş gibi kapanır elleri ağzına. Büyük bir uğraş verir, sesi kendi kulaklarında yankılanmasın diye." Yağmur tüm kirleri yıkamak için ayrılır gök yüzünden. Kimine huzur verirken, kimisi için de öfke nöbeti halini alır. Oysa rahmettir, berekettir, en önemlisi de huzurdur.
Şimdiye kadar ağlamadım yağmurda. Hoş ben dışarıda ağlamadım ki hiç. Yağmurda yürümeyi sevdim hep. Ruhuma değen her damla ile yeniden can bulduğumu hissettim. İçimde oluşan tüm olumsuz hisler yok olurdu. Şimdi anlıyorum nedenini. Huzuru taşırken yüreğime, ruhumu da temizlermiş. Ve şimdi anlıyorum kadınların neden yağmuru bu kadar çok sevdiğini. Kimse dışarıdan güçsüz görünmeyi sevmez. Yargılanmayı ise hiç istemez. Ve bir kadın kimseyi umursamadan ağlıyorsa eğer bu hiç kolay olmamıştır.
Bir zehir misali içinde tutukları yakıp kavurmuştur bunca zaman. Yaşayacağı en ufak bir olay ise taşma noktası olmuştur. Bardağın taşması ise öyle kolay değildir. 'Kadın güçsüz varlıktır. Tırnağı bile kırılsa ağlar' diyenlere inat güçlü varlıktır. Öyle her şeye de ağlamaz. Gözleri dolu dolu bakar çoğu zaman. Bir kuytu köşe arar ağlamak için. Akan her yaş bir feryattır çünkü. Ve kimsenin onu anlamayacağını, ayıplayacağını, acısına saygı duymayacağını bildiği için susar, canı yana yana susar.
Ben ise koltuğa oturmuş, Deniz hanımın yaşadıklarına onun yerine ağlıyorum. Annesiz büyüyen küçük bir çocuk yıllarca babasından küçücük bir sevgi kırıntısı beklemiş belki de. Büyüdükçe olmayacağını bilerek ruhunu hiç büyümeyecek küçük bir çocuk olarak bırakmış. Sevdiği adamın avucuna kalbini bıraktığı zaman belki de büyümeye olan umudu vardı. Her geçen gün kendinden bir zerreyi kaybedene kadar.
Beni en çok etkileyen kısım ise anne tarafının kim olduğunu bilmeden yardım etmesi oldu. Ailesi olmadığı için oyunlarına almadıklarını öğrenince kendi annesizliği yüreğinde çığ gibi büyümüş, kendisini onun yerine koyarak onunla ilgilenmiş, okul masraflarını karşılamış. Aylar sonra babası ile çıkmaz bir sokağa girdiği zaman DNA testi yaptırmış. Bu yara hiçbir zaman kapanmayacak. Bir baba evladının kendisinden olmadığı şüphesi herkesi yok etmiş. Tam gideceği için üzüleceği zaman annesinin kim olduğunu ve aslında ölmediğini öğrenmiş. Bir tarafı mutluluk ile kuşansa da, diğer tarafı acı ile kavrulmuş.
Mutluluk yanı öldüğü bildiği annesinin yaşaması, aradan geçen yıllara rağmen bir kere bile kızından vazgeçmemesi, bulduğu her fırsatta kızına ulaşma çabası içindeki küçücük çocuğun ilk defa mutluluktan avazı çıktığı kadar mutluluk çığlığı atmasına sebep olmuş, gitmek için gün saymaya başlamış. Yardım ettiği kişilerin aslında anneannesi, küçük çocuğun ise kuzeni olduğunu öğrenmesi ise içinde onlara karşı olan sevginin nedenini ortaya çıkarmıştı.
Hüzün yanı ise babasının tüm bunları bilmesi, yıllardır annesinin ne yaptığını ve kızına neden ulaşamadığını bildiği halde sessiz kalması oldu. Küçük bir çocuğa annen öldü dediği zaman eşi için de çocuğu öldürme kararı alıp mahkeme kararı ile yaklaşmasına izin vermemiş. Yasak olmasına rağmen kızını görmek isteyen kadın ise iki defa hapse düşmüş. Tam her şey son buldu kızına kavuşacak, bu defa da geçirdiği kaza engel olmuş. Babasını seven küçük tarafta o an son bulmuş. Hiçbir zaman baba sevdasını tatmadığı kalbi hiç tatmayacağının da farkına vararak gitmek için kendisi adım atmış.
Diğer tarafta ise kendi kanından olmayan bir çocuğu tüm sevgisi ile sarıp sarmalayan sevgi dolu bir adam. 26 yaşına kadar gerçekleri bilmeden büyümüş. Öğrendiği zaman da gerçek babasını arama gereği bile duymamış. Kan bağından çok değerli bir şey vardır bu hayatta, can bağı. Mehmet Yağız bey ve Mert bey can bağı ile birbirine sımsıkı bağlanan baba oğul olmayı başarmışlar. En büyük bağın farkında olan Mehmet bey ailesi için gözünü kırpmadan yangının ortasına dalarak oğlunu kurtararak sevdiği kadın ile ebedi gözlerini yummuş.
Öğrendiği gerçekler ise daha ağır gelmiş, anne tarafını bulmak istemiş. Sanki hiç öyle bir evlatları olmamış gibi kaldıkları yerden hayatlarına devam etmeleri ve hiç merak etmemeleri canını yakmış, ilk defa sert konuşmuş. Ben olsam daha ağır konuşurdum belki de. Bir babanın evladına kurduğu cümleler çok ağır. Annesinin yadigarı, onu büyüten kadını da yanına alarak geri dönmüş. Meğer olaylar yaşandığı zaman kadın kızı gibi büyüttüğü kardeşinin kızını babasına bırakarak memlekete gitmiş, geri döndüğünde ise bulamamış. Ne kadar arasa da bir haber alamamış.
Birlikte yeni bir hayata başladıkları zaman ise ona mektup yazanın kim olduğunu öğrenmiş. Haberi olmadan ruhunun ona aktığını da o zaman anlamış. Tam yarın karşısına çıkacağı zaman ise Deniz hanım yıllardır onun için tuttuğu günlüğü kapısına bırakarak annesinin yanına gitmiş. Onu bekleyen adamdan ise haberi olmamış. Unutmak için tüm sosyal medya hesaplarını kapatmış, numarasını değişmiş. Tam 5 yıl farkında olmadan iki kalp birbirini beklemiş.
Birisi sevdiği adam için mesafelere inat hasret yaşamış, diğeri ise sabırla sevdiği ve seven kadını beklemiş. Aylarca farkında olmadan aynı şehirde adım adım dolaşmışlar. Kader bu ya, vakti zamanı gelmeden bir araya gelmelerine izin vermemiş. Yıllar sonra ortak bir arkadaşlarının evinde yeniden karşı karşıya gelince ikisi de ne yapacaklarını bilememiş. Yanlış anlamadan dolayı Deniz hanım oradan giderken Mert bey de sevdiği kadının peşini bırakmayarak takip etmiş. O gün toprak gözlü adam ile deniz gözlü kızın hikayesi başlamış.
Kapağını kapattığım kitap ile gözümden süzülen damlalar ile eşlik ettim. Böyle bir hikaye olacağını beklemiyordum. Yaşanmış olması daha çok etkiledi. Birbirinden uzak olmalarına rağmen kalpleri birbiri için atan iki sevgili. Bu tabir onlar için çok hafif kalır aslında. Sevgi demek onlara hakaret olur. Bu sevdayı ise 3 çocuk ile taçlandırmışlar. Beni en çok etkileyen ise onların sevdasını bildiği halde karışmayan kadın oldu. Bana neden o cümleyi söylediğini de anlamış oldum. Hiçbir zaman sessiz çığlıklara sessiz kalmayan bir kadın. Peki onun sesi kim oldu? Ah Neva şimdi de bir başka hikayeye mi sardın? Önce kendi hikayeni tamamlamayı öğren.
Evet ben Neva Ateş, 25 yaşında olmama rağmen kendi hayatımdan çok başkalarının hayatı ile ilgilendim. Kendimden kaçma yöntemim bu oldu hep. Başkalarına el uzattığım halde kendimi yarım bıraktım. Şimdi ise hiç tanımadığım bir kadın ile kendime el uzatmayı öğreniyorum. Öğrendiklerim beni çıkmaz bir sokakta yapayalnız bıraksa da öğrenmeye olan açlığım o çıkmaz yolda yeni bir kapı açma arayışına girdi. Ve ben elimde tuttuğum mektup ile kendime ayna tutmayı öğrenmeye çalışıyorum, açmaktan korkarak.