Karanlık kimisine göre korkutucu, tüyler ürpertici. Kimilerine göre ise huzur verici. Canını yakan her şeyden kaçma yeri. Kapatırsın gözlerini, sana acı veren, canını yakan her şeyden sığınırsın karanlığın simsiyah kucağına. Seni öyle güzel sarıp sarmalar ki, bir başkası sana ulaşamaz, sen bile. Bir başkasından değil, en çokta kendinden kaçarsın. Kaçamadığını bile bile kaçmış gibi yaparsın. Yeniden dünyaya döndüğün zaman canın bir kaç kat daha yanar, gerçeklerin ağır sillesi ile.
Ben de kaçtım. Benim ki, bile isteye değildi. Hastane lafını duyduğum an ipler koptu. Babam gibi anneme de geç kalma fikri kül etti. Yanı başında olduğum halde en büyük kahramanımı kaybeden ben, kilometrelerce uzakta olan annem için sönmez bir ateş kapladı ruhumu. Ne zaman, nasıl oldu bilemeden kendimi karanlığın güven veren kollarında buldum.
Kendime geldiğim zaman arabanın arka koltuğunda, Deniz hanımın dizlerine uzanmış vaziyetteydim. Biraz daha kendime geldikten sonra yavaşca dizlerinden doğruldum. Beynimin içinde susmayan bir müzik orkestrası var sanki.
"Kalkma kızım, biraz kendini topla. Hastaneye varmak üzereyiz. Sakın kendini de yıpratma annen iyi. Ona bir şey olmadı." Duyduğum kelimeler beynimde yankı yapıyor, cümle halini alması zor oluyordu. En sonunda anladığım zaman derin bir nefes alıp, yeniden başımı dizlerine bıraktım. Saçlarım arasında dolaşan eli ile içimde anlam veremediğim bir his oluştu.
Arabanın içinde hüküm süren suskunluk bana huzur vermiyor, daha çok düşünce denizinde boğulmama sebep oluyordu. Ne kadar zaman geçti, kim ne dedi bilemeden geçen araba yolculuğu hastanenin önünde son boldu. Kimseye bakmadan sessizce arabadan indim. Onları beklemeden danışmaya yakınlaşıp: "Suna Çelik hangi odada kalıyor?" Bir süre bilgisayara baktıktan sonra,
"Suna Çelik isimli hastamız yok." Ama annem bu hastaneyi söyledi. O nerede?
"Cüneyt Çelik, bakabilir misiniz?" Arkamdan gelen sesle hızla döndüm. Son anda kendimi frenleyip Ahmet Musab beye çarpmadan kendimi durdurdum. Annem değil, o mu hasta? Ben bu hale onun yüzünden mi geldim.
"3. kat 311 nolu oda. Sağ taraftan asansör ile kalkabilirsiniz." Yavaş adımlarla asansöre doğru adımladım. Asansörden çıkıp odanın önünde durdum. İçeri girmeye cesaretim yoktu bu defa. Benim yerime kapıyı çalıp içeri geçtiler. Ben ise yine orada bekledim. Annemin sesini duyana kadar sanki bir filmi izliyormuş gibi tepkilerim donuktu.
"Kızım!" Dizlerimin bağını çözen tek kelime bu. Hızlıca içeri geçip sıkıca sarıldım. Özlediğim vanilya kokusu doldurdu ciğerlerimi. İşte tek huzur bu, anne kokusu. Dünyanın en güzel kokusu.
"İyi misin annem? Neden buradasın?"
"Ben iyiyim kızım. Onu dövmüşler. Ben ne yapacağımı, kimi arayacağımı bilemedim." Ah be annem şimdi ben de ne yapacağımı bilemedim. Başımı çevirip yatağa baktığım zaman mumyalanmış hali ile karşılaşmayı beklemiyordum. Kim dövmüşse iyi dövmüş.
"Üzerinden bu yazı çıktı. Onun kime ne zararı oldu ki, dövmüşler." Yazıya baktığım zaman Arapça olduğunu anladım.
"Şefika teyze bunu okuyabilir misin?" Bir kaç saniye kağıda baktıktan sonra başını hızlıca Ahmet Musab'a çevirdi. Ne olduğunu anlamasam da, ikisine bakmaktan başka bir şey yapamadım.
"Sen bir benimle gelsene." Beni cevapsız bırakıp ikisi, hatta üçü de dışarı çıktı.
"Kızım bir süre bizimle kalır mısın? Ben tek başıma bakamam." Sanki ben onun yüzünden evden gitmemişim gibi.
"Gelemem, gelmem. Ben onun yüzünden kendi evimde masaya bile oturamadım. Odamın kapısını kilitli tuttum. Nefes alamadığım için her gece soluğu deniz kenarında aldım. Ben kendi evimde yabancı oldum. Benim canımsın, en değerlimsin. Senden başka kimsem yok. Ama ben ona bakmam, bakamam. Edebi ile sana kocalık. bana abilik yapsaydı, ben de karşılığını verirdim. Ben ona bakmam annem. Bu arada kim dövdüyse ellerine sağlık. Keşke bir kaç tane de benim yerime tekme atsaymış." Arkamı dönüp kapıdan çıkacağım zaman duyduğum cümle ile donup kaldım.
"Ben hamileyim."
"Allah bağışlasın anne. Sağlıcakla kucağına alırsın umarım. Ben birisini tutarım ona bakar. Sen ağır kaldırma, ben o eve girmem." Zorlukla tuttuğum gözyaşlarım kapıdan çıktığım an sağanak yağmur gibi akmaya başladı.
Bana kimin sarıldığını bilmedim. Buna çok ihtiyacım vardı. Sıkıca sarılıp hıçkırarak ağlamaya devam ettim. Kendime geldiğim zaman Şefika teyzeye sarıldığımı anladım. Kolumdan tutup yürümeme destek oldu.
"Siz eve geçin, biz biraz Bahar kız ile konuşalım." Küçük adımlarla hastaneden çıkıp ilerideki çocuk parkına geçtik. Boş olan banka oturup oynayan çocukları izledik.
"Çocuklar dünyanın en masum varlığıdır. Dünyaya günahsız olarak gelirler. Neden böyle söylüyorsun dersen kapı açık olduğu için konuşmaları duyduk. O pislik yüzünden küçük bir çocuğa kin gütme."
"Ben ona kin güdemem. Daha dünyaya gelmedi bile. Evet onun kanından ama, annemin çocuğu da. Her şeyi geçtim o daha doğmadı bile. Benim kinim ne ona, ne de anneme. Ben ona kin güderim. Aslında kin de değil, nefret. Bana yaptıklarını başkalarına da yapar. Kim dövmüşse eline sağlık. O kağıtta ne yazıyordu?" Asıl sormak istediğim ise neden dışarı çıktıkları?
"'Masum kızlara yaptığın tacizin bedeli!' yazıyordu. Arapça yazılması da kim olduğunu anlamamı sağladı. Çocuklarımın el yazısını tanırım, hangi alfabe olursa olsun. Ahmet Musab dövmüş." Hızlıca ona dönmüştüm. Neden yapsın ki?
"Neden?"
"Geçen gün konuştuklarımızın belli bir kısmını duymuş. Sana dokunmaya çalıştığını duyunca da, kendini tutamamış. Kız kardeşi var. Gözünün önüne de o gelince elinin ayarı olmamış. Kızmak yerine eline sağlık dedim. Hak etti o." Hiçbir şey demedim. Ne diyebilirim ki.
"Ben kızıma hamile olduğum zaman çok zor bir süreç geçirdim. Doktorlar 3 seçenek sundu. 1. Ya bebek ölecek, 2. Ya ben öleceğim, 3. Ya da doğum zamanı her ikimiz de öleceğiz. Ne ben aldırmayı düşündüm, ne de Enes. Duaya sığındık. Rabbim bir mucize nasip etti, bize de korumak düştü.
6 aylık olduğu zaman hastaneye yattım. Gözetim altında izlenildi süreç. Yataktan kalkamadım. Ben kişisel ihtiyaçlarımı bile kendim yapamadım. Çok şükür ne kadar zorlu da geçse kızımı sağ salim kucağıma aldım. İsmi bu yüzden Ecrin Zümra. Ecrin Allah'ın hediyesi demek. Ecrin ne yaparsa yapsın benim hakkımı ödeyemez. Hadisi şeriflerde yazılıdır.
'Bir gün bir sahabi Peygamber efendimiz (s.a.s.) in yanına gelerek: 'Ey Allah'ın Resulü annemi çiğnime alarak Kabe'yi tavaf ettik. Hakkını ödemiş oldum mu?' Peygamber efendimiz (s.a.s.) cevap verir: 'Hayır, sacede 9 ay boyunca betninde aldığın nefesi ödemiş oldun.'
O şerefsiz ile evlenmesi senin tüm hakkını ödediğin anlamına gelmez. Ne olursa olsun anneni yalnız bırakma. Elinden sıkıca tut, mesafelere inat."
"Ben annemi bırakamam. Başka kimsem yok ki. Yıllarca o evde kaldıysam, annemi bırakmamak içindi. Şimdi nasıl bırakayım ki. Hastaneden çıktıkları zaman bir bakıcı göndereceğim evlerine annem acı çekmesin. Kolay değil bir hastaya bakmak. Ben ne yapacağımı bilmiyorum. Annemin çocuğu olmuyordu ki, nasıl oldu bu? Ben yıllarca kardeş özlemi ile yaşadım. Onun çocuğu olması çok canımı yakıyor." Bana sarılıp sırtımı sıvazlayıp destek olmaya çalışsa da canımın acısı geçmiyor.
Bir süre daha orada çocukları izlemiş, sessizliğimiz ile konuşmuştuk. Beni taksi ile eve bırakmış, davet etsem de içeri geçmemişti. Önce duş almış, daha sonra da odaya geçip uzanmıştım. Uyku ise benden çok uzak. Ne kadar düşünmemeye çalışsam da, aklım sürekli onlarda takılıp kaldı. Ne zaman uyuduğumu anlamasam da, sabah Şefika teyzenin gönderdiği mesaj ile uyandım. Beni sahafta beklediğini söylüyordu.
Yerimden kalkıp elimi yüzümü yıkadıktan sonra aşağı inip mutfağa geçtim. Sevgi teyze dün hiçbir şey sormasa da bir şeylerin ters gittiğinin farkında. Onu daha fazla endişelendirmek istemediğim için tabureye oturup olanları anlattım.
"Ah be yavrum senin sınavın bitmez. Sakın isyan etme. Yakışmaz sana. Ne olursa olsun o senin annen. Evlatlık borcunu ölünceye kadar ödeyemezsin."
"Biliyorum Sevgi teyze. İsyan etmem de. O benim annem. Ne olursa olsun elini bırakmam da. Çok yoruldum, babamı kaybettikten sonra çok yoruldum. Annem üzülmesin diye üzüntümü bile belli etmedim. Şimdi beni dinlememesi, bana inanmaması çok dokunuyor. Çok canım yanıyor." En çokta inanmaması canımı yakıyor.
"Her şeyin bir vakti var kızım. Annen sana inanmadıysa bunda da bir hikmet vardır. Yaşamadan neyin ne olacağını bilemezsin. Hadi kahvaltını yap bakalım." Sessizce bir şeyler yedikten sonra sahafa geçtim. Bu defa masada duran Menfa kitabına bakmadan merdivenlerden yukarı çıktım. Her adımda duyduğum ney sesi içime işliyordu. Kim üflüyor bilmiyorum ama sanki içimdeki yangına su serpiyordu.
Kapıdan içeri girdiği zaman Ahmet Musab beyin üflediğini görünce en uzak yere oturup gözlerimi kapatarak dinledim. Ruhum şimdi huzuru bulmuştu.
"Ney sesi daralan yüreklere en güzel şifadır. Çekil bir kuytu köşeye, kapat gözlerini, bırak kendini ney sesine. Dolan alemi sema ile. Şimdi değil, ama çok yakında sana sema etmeyi de anlatacağım. Ruhun o zaman tam anlamı ile özgür kalacak." Ney, sema, ruh, özgürlük.. Kimim ben? Neden buradayım? Neden huzur buluyorum? Neden kimseye güvenmeyen ben onlara hiç düşünmeden güvendim?
"Ben kendimi bulacak mıyım?"
"Bulmak istiyor musun?"
"Evet."
"Şimdiye kadar neden bulmadın?"
"Bilmiyorum. Belki de bulduğumu sandım."
"En büyük yanılgıdır bulduğunu sanmak. Bulmak diye bir şey yoktur oysa." Bir süre daha Ahmet Musab bey ney üflemiş, ben sessizce dinlediğim halde Şefika teyze gözlerini kapatıp yüzünde eşsiz bir gülümseme ile yerinde kıpırdanıyordu. Ney bittiği zaman gözlerini açıp: "Eyvallah çocuk, ne zamandır böyle sema etmemiştim, iyi geldi." Nasıl sema etti ki? Oturuyordu yanımda. Ne kadar zaman geçerse geçsin ben bu kadını anlamayacağım orası kesin.
"Gel bakalım Neva kız seninle biraz hiç'leşelim. Bizi yalnız bırakır mısın oğlum? Kapıyı da kapat ses gelsin istemiyorum." Ahmet Musab bey çıkarken kapıyı da kapatmış, ama tek kelime etmemişti. Oysa teşekkür etmem gerekir ona. Bunu çıkışa erteleyip kendimi sıcak bir sohbete bıraktım.
Minderlere oturup dışarıyı izlediğimiz zaman: "Hiç nedir bilir misin7"
"Olmamak, yok olmak."
"Doğru. Peki 'Hiç'lik makamı' diye bir şey duydun mu?"
"Hayır, ilk defa duyuyorum."
"O zaman seni önce 'Hiç'lik makamı' ile tanıştıralım, ardından neden bu konu onu konuşalım. Senin fikirlerini de öğrenmek istiyorum.
Kendisinde en büyük anlamı taşıyan kelimedir "Hiç". Bazen bir bilinmezliğe düşersin. 'Nasılsın? Neden böylesin?' sorusuna tek cevabın vardır "Hiç". Bir makamdır hiç anlayana. çok sevdiğim bir hikayesi vardır.
"Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir" der Hz. Mevlana
.
Daha fazla para, daha fazla güç ve maddi olarak mevcutta sahip olduklarından daha fazlasını isteme hali, insanın kendi farkındalığına varmadığının göstergesi. Yaşadığımız hayat, sahip olduklarımız gerçekte büyük bir yanılsamadan ibaret. Hayatımızı algılarımıza göre şekillendiriyoruz. Hayallerimiz, çocukluktan itibaren içine sokulduğumuz kalıplarla oluşmuş. Mutluluğu maddiyatta arıyoruz. İçinde bulunduğumuz ortamlar da, bizi bu yöne sürüklüyor. Aslında gerçek mutluluk bizim içimizde, kafamızda yarattığımız şekillerde, duygularımızda. Mutluluğu yakalamak için ihtiyacımız olan ise kendi farkındalığımıza varmada.
İnsanın farkındalığına varması, evren içindeki küçüklüğünü ve acizliğini kavraması üzerine doğu ve batı felsefesinde bir çok düşünür, felsefeci ve bir çok manevi lider kafa yormuş, çalışmalar yapmış. Batı felsefesinde daha çok nihilist yaklaşımlar hakimken doğu felsesinde Tanrı'nın evrensel hakimiyetine ulaşılmış.
Manevi anlamda HİÇLİK, Tanrı'nın yüceliği ve bilgeliği karşısında, O'na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama hali olarak açıklanıyor. Hiçlik, büyük bir bilgeliktir. Hiçlik'te bilginin getirdiği tevazu vardır. Hiçlik'te kendini ve haddini bilme hali vardır. Hiçlik'te gurur ve kibir yoktur.
Makam, zenginlik ve sağlık geçicidir. Önemli olan bunlara sahipken değerini ve sonu olduğunu bilmektir. Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:
-Kimsin?
"Hiç" demiş Hoca, "Hiç kimseyim." Dudak büküp önemsemediklerini görünce, bu defa Hoca sormuş:
– Sen kimsin?
"Mutasarrıf" demiş adam kabara kabara.
"Sonra ne olacaksın?" diye sormuş gene Nasrettin Hoca.
– Herhalde vali olurum.
– Daha sonra?
– Vezir
– Daha daha sonra ne olacaksın?
– Bir ihtimal sadrazam olabilirim.
– Peki, ondan sonra?"
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: "Hiç."
– Daha niye kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında!"
Hz Mevlana ise hiçlik makamında olduğunu şöyle anlatmış. "Sen benim bu alemde ünümü duymadın mı hiç ? Ben bir hiçim, hiç!"
Hiçlik kendinden vazgeçiştir. Seni yaratana koşulsuz şartsız kendini teslim etmektir. Kendini bir başkasından üstün görüyorsan aşktan hiç bahsetme. Bu yola hiç girme. Yolun uzunluğuna dikenine bakıp adım atmadan yorulacaksan ne kendini kandır, ne de bir başkasını. Yol çok uzun. Yola dimdik, mağrur, ya da kibirli çıkacaksın belki de. Daha ilk adımda ayağına bir taş değecek, diken batacak, dallar çizik çizik edecek her yanını.
Ne yapacaksın? Sonuna kadar adım mı atacaksın? Ya da yoruldum deyip, iki adım atmadan pes mi edeceksin? Pes etmeyi düşünüyorsan daha sen kendini bilmiyorsun. Kendini bilmeyen bir başkasını nasıl bilsin? Öyle kolay değildir kendini bilmek. Öğrendiğin her bilgide kendini kaybedip yeniden bulacaksın. Attığın her adımda yolun sonu sana çıkacak. Kendine çıkmayan yolun sonu Allah'a çıkmaz. Bu yolun sonunda kendi benliğini kaybedip Allah diye inleyerek çalacaksın kapıyı.
Şimdi düşün, taşın karar ver. Yola çıkacak mısın?
Çok zordur hiçlik yolu. Sen diye bir şey kalmaz. 'Sen kimsin?' sorusuna 'Ben senim.' diye cevap verirsin. En tuhafı da ne biliyor musun? Dünyadakı tüm kitapları yalayıp yutsan da, tüm ilimlere vakıf olsan da, hiçbir şey bilmiyorsundur. Bakma benim böyle konuştuğuma, 'Ne bilirsin?' sorusuna 'hiçbir şey bilmiyorum' diye cevap veririm. Çünkü bilmiyorum. Şimdi sen anlat bakalım sen ne biliyorsun?"
"Ben bunların zerresini bile bilmiyorum. Ben şu an neredeyim? Hangi makamdayım? Hiç bilmiyorum." Bilmekte istemiyorum.
"Bazen bilmemek daha az can yakar."
"Bilmek istemezdim de. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemiyorum. Babama bile gidemiyorum ben."
"Kurtul benliğinden. Kendi dünyanda kendini tüketmek yetmedi mi? Daha ne kadar olmayacak şeyleri düşünerek oldu gibi yaşamaya devam edeceksin? Anneni mutsuz sanmaya, annene bir şey yapacağını düşünmeye son ver. Böyle bir yere varamazsın. Mutsuz olan, canı yanan annen değil, sensin. Ağla, bağır çağır, içini dök. Nasıl yaparsan yap ama dök içini, kurtul seni kurt gibi kemiren düşüncelerinden."
"Yapamıyorum. Çok deniyorum, ama unutamıyorum."
"Unutmak diye bir şey yok Neva. Alışmak var. Kabullenmek var. İkisi de senin elinden. Ya alış, ya da kabullen, ama kendini tüketme."
"Nasıl?"
"Elini kalbine koy, kapat gözlerini. Fısılda usulca sessizliğe. Sana en doğru cevabı ancak kalbin verir. Ne ben, ne de bir başkası senin için doğru olanı bilemeyiz. Seni kalbin kadar kimse tanıyamaz. Ruhun acı çekiyor. Sesi avaz avaz bağırıyor. O kadar ona odaklanmışsın ki, kalbin nerede, ne yapıyor görmüyor, duymuyorsun. Oysa ruhunun tek ilacı kalbin. Ruhun iyileşmeden sen iyi olamazsın. Kalbin konuşmadan ruhun iyi olmaz, sen, sen olamazsın. Hadi ruhun için kalbinin elinden tut. İkinizin de ona çok ihtiyacı var.
Seni Hamuş olan kalbinle yalnız bırakıyorum. Bu defa onu dinle, saklambaç oynayan küçük bir çocuk gibi ellerini gözlerine kapatıp senin onu bulmanı bekliyor. Sen istersen onu bulursun. Yeter ki, ruhunla iste. Yeter ki, kalbinin hıçkırıklarını duy."