Kanatların Olmadan Da Uçabilirsin
“Xazal değil, adım Hazal.” dedim titreyen sesimle. Bu halde en son takılacağım şeydi ama delicesine korkmuştum kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı.
Ciwan saçlarımın arasına nefesini vererek sessizce güldü. “Xezal demeyi istiyorum onu ne yapacaksın?” diye kısık bir tonda sordu.
“Adımı türkçe söyle kürtçe samimi geliyor.” diye mırıldanırken başımı göğsünden kaldırdım. Kokusu kalbimin atışlarını zorluyordu. “Seninle ne yapacağıma daha karar vermedim. Kaç yaşında adamsın ne hissettiğini bilmiyor musun?”
Ciwan’ın içimi huylandıran kısık bakışları gözlerimde oyalanıp durunca kirpiklerimi kırpıştırdım. Adam bana baka baka aşık olacaktı en son.
“Gözlerin çok güzel Xezal demesem ayıp etmiş olurum.” diye davudi sesiyle içime işlerken ürpermiş kuruyan boğazım yüzünden yutkunamamıştım bile. Ve bir de yanaklarım yanıyor bakışlarımı kaçırmak istiyordum. İltifatıyla utanacak kadar ne yaşadık bu kısa süre içinde? Belki de duygularımı ifade etmesini bilmiyorum ve bir de ev kelimesinden daha şerefliydi bu iltifatları.
“Kimsenin içinde deme.” dememle gözlerinde daha önce şahit olmadığım bir parıltı geçti. İçimdeki kıpırtıyla kendini sıkmaya başlarken yüzüme biraz daha yaklaşıp “Tamam sadece yalnızken sana Xezal diyeceğim.” dediğinde gülümsememek için dudaklarımı ısırdım. İlk dakikada gülümsemek olmazdı. Hem adamın aşık olmadığını kanıtlayacaktım.
“Kollarında duruyorum çünkü açık sözlülüğüne -en başından beri bana açık açık konuşmandan dolayı güvendim. Kötü de olsa kendini net belli ettin. Ama şunu da bil kollarındayım diye,” dedim bakışlarımı çıplak kaslı omzuna çıkartıp devam ettim. “sana teslim olmayacağım. Sen duygularından emin olana kadar seninle arkadaş gibi konuşacağım.”
Ciwan belimdeki kolunu sözüme inat sıklaştırınca gözlerimi devirerek ters ters baktım. “Ciwan sana-“
Dudaklarıma kapanmasıyla sözlerim havada kaldı. Dudaklarımda iki parça sıcak et parçası vardı ama bedenim kızgın bir demirle dövülmüş gibi yanmıştım. Karnıma yediğim sağlam yumrukla gerilip tırnaklarımı omuzlarına geçirdiğim vakit kokusunu içime ilk kez doyasına çektim. Toprağın ateşin kokusunu alıyordum sanki. Midemde milyonlarca kelebek bir anda kanat çırpmıştı kokusuyla. Dudaklarıma bastırdığı dudaklarını kıpırdatıp emmeye başladığında huylandıran ıslaklığıyla bacaklarımı kasarak kasıklarımı ileri doğru ittim. Bedenimin verdiği tepkiydi, elimde değildi ve o tepkiye Ciwan’ın karşılığı kendi kasıklarını da iterek beş dakika önce el attığım sertliğini karnıma yaslaması oldu. Nefesim kesilmiş donmuş kalmıştım. Bu kadar erken bir yakınlaşma beklemiyordum.
Yaşadığım şoku atlatamadan Ciwan kollarıyla beni iyice kendine çekti. Göğüslerim sert bedeninde ezilmiş dümmdüz olmuştu. Ciwan boğazından dökülen hırıltıyla dudaklarımı öpmeye ve ağzına yuvarlayıp emmeye başladığında dizlerimdeki bütün güç tükendi. Ayakta kalamayacak kadar kendimi kaybetmiştim. Ciwan dizlerini kırıp beni kucağına çekerek ayaklarımı yerden kesince inleyişimi tutamadım.
İnleyişimle dilimi ağzıma sokması bir olmuştu.
Bu var oluşla ikimiz de inleyip ilk teması ağır çekime alarak tadını ala ala devam ettirdik. Çıkan sesin yağmura ve ateşin çıtırtısına karışması kanımı daha çok kaynatmış ellerimi omzundan alıp ensesine çıkarmıştım. Dilimizin sakin ama tutkulu dansı Ciwan’ın yürümeye başlamasıyla daha da hızlandı. Şimdi sömürmeye ve tüketmeye geçmiştik. Çok geçmeden Ciwan dizlerini kırarak yere çökünce kendimi yerde ateşin hemen önünde sırt üstü yatarken buldum.
“Ciwaann…” diye inlerken belimin kavisini havalandırıp ellerimi sırtına attım. Kasları ellerimin altında taş kesilmişti. Beni öpmeye bırakmadan dudaklarıma ateşten farksız sesiyle fısıldadı.
“Xezal… Agır ketye dıle mın*.” Hazal ateş düştü yüreğime.*
Bir bavula neleri sığdırabilirdim en fazla? En sevdiğim topuklularımı ve çizmelerimi almıştım ilk önce. Çünkü ayakkabılar vazgeçemediğim tutkumdu. Üstelik satıldığında iyi para edebiliyordu. Geriye kalan boş yerlere Jean, bluz, deri ceket ve bir kışlık mont koymuştum. Tıka basa dolu valizin bir köşesine de zorla iliştirdiğim keseye sakladığım para ve ziynet eşyasını koymuştum. Ne az ne de çok almak istemiştim ama sanırım bir araba alacak kadar parayı ve takıyı aç gözlülükle bavuluma saklamıştım. Yolun başında aç veya açıkta kalmanın korkusu sarmıştı içimi. Korkum nefsime yenik düşmeme neden oluyordu ama şuan bu kararımdan pek pişman değildim. Çünkü ben bu bavula hayallerimi, umudumu, geleceğimi ve cesaretimi sığdırmıştım. Bu uğurda ne yapmam gerekiyorsa onu yapmakta asla çekinmeyecek ve asla korkmayacaktım. Hayallerimi ben yaşayacak umudumu başkalarına kurban etmeyecek yürüdüğüm yolda kendi kararlarımla hayatıma yön verecektim. Bir başkasının boynuma doladığı iple çekiştirilip durmayacaktım artık.
Aldığım her nefesin hesabını vermek yeterdi.
Yaratandan kaderimi bana vermesini istiyordum. Uçsuz bucaksız bir hayat değil kendi kabuğumda kendi çatlaklıklarımla kendimle mutlu olmak istiyordum.
Bavuluma sığdıramadığım çok az şey vardı.
Özlem.
Beni yaralayıp yarı yolda bırakacak yegane düşmanım. Sırtıma sarılmış kuvvetli kolların sıcaklığı hala bedenimde asılı dururken özlemin, eşiği bile geçmeden burnumu sızlatması yolumda ki en büyük engeldi. Yüreğime oturmuş bir dağ gibiydi. Boğazımda kalan son lokma gibiydi. Gözlerime inen son perde gibiydi ama beni asla öldürmeyen yaramdı. Belki huzuru ve mutluluğu özleyecek yalnızlığımla üzülecektim ama yolum bana ait olacaktı. Aldığım her nefesin kendim için aldığımı bilecek ve kendi
hayallerimi yaşatacaktım birilerine söz verdiğim gibi.
Bir bavula sığdırdığım ve sığdıramadığım onca yükle yeni hayatıma yürüdüm. Kaçmak bir yere kadardı, şimdi kendi hayatıma renk verecek bütün hayatı kendim için yeniden öğrenecektim.
***
Sabrı kendime dost edindim bu yolda. Dilini izini suyunu bilmediğim bir şehirdi Mardin. İki gerdanın arasına sığınan tarihin medeniyetin ilk şahitlerinden. Toprağında nice hikayeleri barındırdığı kurak ama gönlü ateşten olan yeni yuvama ayak basmış bulunuyordum.
Otogarın sabahki telaşlı kalabalığından sıyrılarak şehrin tenha bölgesine doğru koyuldum. Bilindik uğultulara karışan şiveler, ağlayanlar, zılgıt çalanlar ve uzaktan kulağıma dolan ağıt yakanlar şehrin en güzel rengi olmuştu. Belki birileri kızını oğlunu karşılıyor yada uğurluyordu. Yabancı değildim bu dile ama telaffuz etmesi oldukça zordu. Boğazdan gelen bir ses bir bölgenin karakteri olabiliyordu.
Üzerimde dolaşan meraklı bakışları hissedebiliyordum ama yok sayarak bir taksi görme umuduyla başımı kaldırdım. Yolun karşı tarafında sıralanan taksilerden biri sırası gelmiş olacak ki beni görmesiyle hareketlendi.
Yanımdan geçen insanların merakla bakmasını az çok anlayabiliyordum. Diz üstü çizmelerim beyaz pantolonum ve deri ceketimle oldukça onlardan farklıydım. Kadınları fistanları, geniş oyalı tülbentleri ve siyah sürmeleriyle şehrin birer simgesi gibiydiler adeta. Erkeklerin ileri yaşlıları ise şalvar ve başına sardıkları poşularla burası Mardin diye bağırıyorlardı. Bir aşiret bölgesi olduğu için bir çok insanın görüp geçirmiş halleri bakışlarına yansıyordu. Keskin ve uzun bakışlarıyla karşısındaki insanı çözebilme kabiliyetine sahip olabildiklerini görebiliyordum. Ve bu beni oldukça tedirgin ediyordu. Yakalanmak benim için bir uçurumdan atlamakla aynı şeydi.
Taksi kaldırım taşlarını teğet geçerek ustalıkla hemen dibimde durmayı başardı. Lakin benim bir anda tutuklu kalan vücudumun hareket etme yeteneği sıfırlanmıştı. Korkuyor muydum? Hayır ama şimdi beni bekleyenin hayal ettiğim bekleyiş olup olmadığı beni endişelendiriyordu. Elvan beni beklemiyordu çünkü en son konuşmamızda her şey normaldi daha sonrasında gelişen çok olay olmuştu. Tek güvendiğim sırdaşım arkadaşımdı. Ondan başka kime gidebilirdim ki?
Taksici büyük bir ilgiyle elimdeki valizi kaptığı gibi bagaja atınca kendime gelebilmiştim. Bu hız neydi diyemeden arka kapıyı açmıştı bile.
“Hoş gelmişsiniz Mardin e Midyat ımıza. “
Ağır şiveli sesi ve yüzündeki kocaman gülümsemesi ile beni biraz da olsa tebessüm ettirmeyi başarmıştı genç taksici. Arka koltuğa oturmamla şoför yerine geçip yola koyulmuştu. Sanırım beni yerli zengin turistlerden zannetmişti.
“Ben Hasanbey mahallesine gitmek istiyorum."
Genç taksici söylediğim adresle bir anlık aynada bana baksana da tekrar dikkatini yola verdi.
“İyi bilirim Hasanbey sokağını ve yaşayanları. Ama sizi daha önce görmedim. Gitmek istediğiniz kimin
konağıydı?”
Mardinli kadınların ve erkeklerin çoğunluğunun tenleri hoş bir esmerliği taşıyordu. Beni burada yaşayan insanlardan ayıran en önemli özelliğimin fazlasıyla açık tenli oluşumu fark edebilmişti anlaşılan. Ve özellikle zengin aşiret ağalarının bulunduğu adresi söylemem de adamı radarlarına yakalanmama neden olmuştu.
“Bilmiyorum elimde sadece adres var. “ Soğuk ve kısa umursamaz cevabımla genç adamın bu meraklı soru ve bakışlarını bertaraf etmek istedim. Çünkü kendimle ilgili ne kadar bilgi paylaşırsam yakalanma olasılığım o kadar yükseliyordu. Kötü niyetli olmadığını kavramıştım ama kendimi korumam ve güvende kalmam gerekiyordu.
“Kusurum olduysa affedin hanımefendi. Hasanbey mahallesine pek taksi gitmez ondan sordum. Genelde şahsi araçlarını kullanırlar.”
Önemli değil anlamında başımı salladım ve geçtiğimiz sokaklara bakmaya koyuldum. Büyük şehirlerden farkı kalmayan Midyat gelişen şehir yapılandırmasıyla modernleşen ve etnik kimliğini kaybetmeyen Mezopotamya toprağının bir parçasıydı hala. Kimi yer betonarme binalardan oluşmuşsa da şehrin ruhuna göre dizayn edilmişti mimarisi.
Şehirden bir parça uzaklaşıp dar ve duvarları yüksek sokakları geçmeye başladığımızda Midyat sokaklarında koşuşturan küçük çocukların kahkaha sesleri büyük ve gösterişli kapı önlerinde bekleyen adamlardan birinin kızmasıyla iyice yükselmişti. Sokaklar canlı ve çocuk bakımından bereketli görünüyordu.
Tebessüm ikinci kez yüzüme çizildiğinde içime bir parça huzur yerleşti ve kendine bir yer edindi. Derinliğini bilemediğim bir çukurun içine gömüp orada saklamak isterdim huzurumu çünkü biri elinde kürekle her zaman beni bekleyecekti. Belki de sadece huzurumu değil canımı almak için de beni bulacaktı.
“Tarif ettiğiniz adres Şahvarların konağı olur az ileride ki mavi kapının orasıdır.”
Elvan demek böyle bir evde yaşıyordu. Oldukça gösterişli olan kapının önünde diğer konaklardaki gibi fedailer dikiliyordu. Ama bu grup biraz fazla kalabalık duruyordu. İçime düşen kurt ile “Taksiyi durdur.“dedim ve genç taksici sağa çekerek biraz tenha görünmeyecek bir yere geçti.
“Bir sorun mu var abla?”
Bu kadar meraklı taksici nerede buldum bilmiyorum ama içime düşen şüphe beni biraz korkutmaya başlamıştı. Acaba beni bulmuş muydular? Nasıl bu kadar çabuk olabilirdi ki daha kaçmamın üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişti. Belki de panik yapıyordum.
“Bu konağın kapısında da duran adamları tanıyor musunuz?”
Adamın bu merakını kendim için kullanmam gerektiğini düşünmüştüm ve o da hiç bekletmeden cevabını verdi.
“Evet tanırım biri benim uzaktan akrabam sağdaki diğeri ise okul arkadaşımdır soldaki. Uzun yıllardı Şahvarlar için çalışırlar. ”
Verdiği cevaplar beni biraz rahatlasa da temkinli davranmak için arabada aynı yerde beklemesini istedim. Kapıyı açtım ve bagajdan bavulumu alıp ileride beni bekleyen yada beklemeyen konağa doğru yürüdüm. Topuklularımın taşlar üzerinde çıkardığı seslere dikkat kesilen fedailer kısık gözlerle bana baktıklarını gördüm . Kendi aralarında bakışmaları ne anlama geliyordu bilmiyordum ama içeriden aniden yükselen korkunç sesin kime ait olduğunu biliyordum.
“Nereye sakladınız diyorum size?!"
Newroz!
Acımasız sert sesi kulaklarıma ulaştığında aniden kesilen nefesim ciğerlerimde tıkalı kaldı. Donmuş bir şekilde işittiğim sesin varlığını hazmetmeye çalışıyordum. Gücümün vücudumdan aktığını hissettiğimde zorla küçük bir adım geriledim. Daha fazlasını yapıp kaçmak istesem de ayaklarım tutulmuş ve birer buz kütlesine dönüşmüştü. Gözlerime batan iğneler ise sinir ve korkunun karışımıydılar. Akmaya bile korkar olmuştular. Bütün dengem alt üst olmuşken beynimde tek bir soru dolanıp
duruyordu.
Burayı nasıl bulmuştu?
“Eğer onu bu evde kendim bulup çıkarırsam burayı size mezar ederim!”
Belki kendim için korkmayabilirdim ama benim yüzümden başka insanların zarar görmesinden ölümüne korkardım. Newroz' un söyledikleri ile hemen kendime gelip arkamı döndüm ve taksiye doğru yürüdüm. Ama başımı çevirmemle taksinin olmadığını görmem aynı saniye içinde olmuş ve bu beni bir kez daha yıkmıştı. Korkak adam kaçıp gitmişti. Bu topuklularla bu yollarda yürümek güçken koşmayı nasıl becerecektim?
Kalbim ağzımda atarken sakin davranıp sokağı bitirene kadar normal yürümeyi hedefledim. Sokağın sonuna gelene kadar hissettiğim korkunun ve adrenalin pik noktasına varmıştım. Daha sonrasında bir kargaşanın sesi kulaklarıma nüfuz etti ve panikle geriye dönüp bakmamla Newroz' u kapıda sağa sola sinir ve hiddetle baktığını gördüm. Beni görmemesi için kendimi hemen diğer sokağın duvar dibine atarak soluklanmaya başladım. İki gün önce gördüğüm adama neredeyse hiç benzemiyordu az önce gördüğüm canavar. Kendini tanıtırken kibar ve güler yüzlü oluşu gözlerimin önünde geçti bir an. Ne kadar aptalmışım onunla konuşup yemek yerken. Maskesi ile kendini kamufle etmiş sinsi bir yılan gibi sızmıştı ailemize alçak adam.
Gözlerimi bir kaç saniyeliğine kapattım ve yeni rotamı belirlemek istedim fakat buna zamanım yoktu kaçabildiğim yere kadar kaçacak ve saklanacak güvenli bir yer bulmak için dua edecektim. Daha fazla vakit kaybetmeden bavulumu daha sıkı tutarak topuklularımın izin verdiği kadar hızlı koşmaya başladım. Geçmeye başladığım sokakların taksi ile geldiğim yollardan farklı gelmeye başlayınca daha hızlı koşmaya çalıştım. Cadde üzerine çıkıp bir taksi bulup gitmek istemiştim ama şimdi istediğim yerden baya uzaklaştığımı hissediyordum. Arkamdan gelen kuvvetli ayak sesleri onların yakın olduklarını haber veriyordu. Kalbim artık ağzımda değil avuç içlerimde suya muhtaç balıklar gibi çırpınıyordu. Çaresizlikten ağlamak istemiyordum. Daha yolun başında akıtırsam çaresizliğimi kendime acıyacak duruma düşerdim ve ben düştüğüm vakit bütün hayallerim kadere mahkum olur boyun bükerdi bir zalime. İşte o zaman korkunun acı şerbetinden içerdim. Buna izin veremezdim.
Bir süre sonra sonlanan ayak sesleri ile tekrar arkama baktım ta ki bir hareket veya bir ses duyana kadar. Onları bu hızla nasıl geçmiş olabilirdim ki? Bu sokakları bilmediğim için kestirmeler olup olmadığına da bilmiyordum. Bu ihtimal beynimde darbe etkisi yaratmıştı adeta. Hemen saklanacak yer bulmalıydım yoksa bir sokak ötede kafeslenmiş olacaktım. Ama sağımda ve solumda yüksek duvarlardan ve sıkı sıkıya kapalı kapılardan başka bir şey göremiyorum. Bir tek gökyüzü ve bana zindan olan duvarlar vardı.
Nefesim kesik kesik can bulurken tekrar koşmaya başladım. Bir saniye bile kaybedecek vaktim yoktu. Ne bir bahçe ne de bir açık kapı vardı. Şansıma bir araba dahi geçmiyordu daralıp boğazımı sıkan dar yolda. Çaresizlik diz boyu olmuş ellerimin titremesine neden oluyordu.
Kulaklarım en ufak bir sese bile açtı şuan. Bir çocuğun ağlamasına bir annenin kızına seslenişine bir babanın kükreyişine.. Dikkat kesilmek ve soluklanmak için tekrar durdum ve bir duvar dibine geçerek sırtımı yasladım soğukluğa. Ben bu kadar çaresiz ve esef bir korku içindeyken bir ses veya hareketin olmayışı tüylerimi diken diken ediyordu. Biri pencereye çıkıp kim bu deli bile demiyordu. Seslenmeyi veya bir kapıyı çalmazdım çünkü arkamda olan Newroz ve adamlarının duymasını muhtemeldi.
“Rabbim yardım et bana."
Dudaklarımın arasında çıkan sessiz yalvarışım umudumu diri tutmak için son çabamdı. Titreyen soluklarım bir damla yaşı sessizce kabul etmişti. Yanaklarımı yavaşça ıslatan taneler kendine yol çizdiler ta ki boynumda yok olana kadar. Gözlerimi ellerimle kapattım ve içimden kopan parçaları yok saydım. Ağlamak istemezdim ama artık yolum bitmişti biliyordum ileride beni bekliyorlardı. Ya gerçek ölümü bu soğuk taşların üstünde tadacak yada her gün başka kollarda bin kere ölecektim.
Kanat çırpan kuş seslerini duymam ile başımı ellerimin arasından alıp gökyüzüne baktım. Oradaydılar işte gök yüzünün tutsakları. Kanat çırpıyor göğe değip tekrar bir araya geliyorlardı. Rabbim duamı kabul etmişti. Yolun sonunu değil varacağım yolu bana sunmuştu. Umudum olan güvercinlere doğu yol aldım. Labirent gibi sokakları aşarken gözümü bir an olsun güvercinlerden ayırmadan onları bulmaya çalıştım. Bir yanda da arkamı kolluyor seslerini duymaya çalışıyordum. Sanırım izimi kaybettirmeyi başarmıştım. Yönümü bulmak için bir kaç yanlış sokağa sapsam da son sokakta güvercinler daha net görünüyordu.
Ve birden hepsi alçalıp yok oldular. Neye uğradığımı şaşırarak başladığım son sokağı bitirmeye karar verdim. Yolun sonunda gözüme ilişen bir karartıyı fark ettim ve artık koşmaktan acıyan ayaklarıma son gücümü verdim.
Uzaktan görünen karartı siyah bir arabaydı. Daha da yanına yaklaşınca adımlarımı yavaşlatıp nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Yardım isteyecektim ama arkamda da bir ordu da var demeyecektim. Yoksa taksici gibi korkup arkalarına bakmadan kaçmalarını yada istemeden karşı karşıya gelmelerini istemiyordum.
Bu kapı diğer kapılara göre daha büyük ve süslemeleri fazlaydı. Konakta ki özellikler önemli birilerin var olduğunu ve nüfuslu olduğunu gösteriyordu. Ayrıca kapı önünde yine iki adam duruyordu. Buralarda zenginliği kapıda duran adamlar belirliyordu anlaşılan. Yardım isteyeceğim insanlar onlar olabilirdi. Konakta yaşayanları rahatsız etmemiş ve kendimi de açıklamak zorunda kalmamış olurdum.
Adımlarım beni adamlara doğru iterken uzaktan duyduğum silah sesiyle attığım çığlık dudaklarımdan firar etti. Ellerim istemsizce ağzımı kapatmıştı o an. Buradaydı o zalim adam. Bulmuştu beni.
Soluduğum havayı içime çekmekten kokar hale gelmiştim artık. Arkamı dönmek ve yüzüne bakmak istemesem de mecburen arkamı döndüm. Newroz ile yüzleşmeyi beklerken boşluğun içinde buldum kendimi. Yoktu. Silah sesi oldukça yakından gelmişti. Üstelik peşimde olduğunu da biliyordum.
“Korkmayın bazen bu tarz sesler gelir buralarda.”
Kapı önünde bekleyen adamlardan biri konuştuğun da irkilip hızla arkamı döndüm. Konuşan mavi gözlü esmer bir gençti. Kendime çekin düzen vererek az önce ki halimden sıyrılmak istedim fakat titreyen ellim ve allak bullak dengem yüzünden etrafa anlamsızca bakmaya devam ettim. Burada değildi. Bulamamıştı beni ama oldukça yakındı.
Bu saatten sonra bu adamlardan yardım istesem şüphelenecekleri için bu fikrimden emin değildim. Ama
ileride beni daha büyük bir tehlike bekliyordu olacaktı, kesindi. Ne yapacağımı bilmeden bir kaç saniyeyi ayak ucuma bakarak geçirdim. Bu saatten sonra yoluma devam etmem ecelime susadığımı gösterirdi. Sanki Newroz her sokak başında beni elinde silahla yüzünde o gaddar ifade ile bekliyor olacaktı. Ben bavuluma cesaretimi sığdırmıştım ama suçu olmayan insanlarında zarar görmesine göz yumamazdım Bu insanlardan yardım almak bu evde yaşayan insanları haberleri olmadan belaya sokardı belki de ölümlerine neden olurdum.
“Siz kime bakmıştınız?”
Mavi gözlü genç tekrar konuştuğunda ayak uçlarımdan başımı kaldırdım. Tedirgin oldum ve bir adım geri atmak istedim ama sağ topuğum taşların arasına sıkışmıştı. Dengemi sağlamak için kapıya tutunacakken aniden açılan kapı ile yerle bütünleşmek için anın gelmesini bekledim. Ama bu olmamıştı. Vücudum sert bir bedene teslim olmuştu. Kapıyı açmasıyla mecazen kucağına düştüğüm adamın şaşkınlığını sıkıca tuttuğu hatta acıttığı kolumdan anlamıştım. Tam aptallığımdan dolayı özür dileyecekken çatık kara kaşların altında sinirle bakan bir çift gözün ışığında buldum kendimi. Simsiyah gözlerin etrafını saran kirpikleri o kadar sıktı ki gözlerine sürme çekilmiş gibi duruyordu. İtiraf etmeliyim ki çok güzeldi gözleri. Hayranlıkla gözlerine bakıyorken kollarımdaki baskısını biraz azalttı ve beni dik durmam için doğrulttu. Bir tutam saçı gözlerine değince içimde bir yerlerde volkan gibi patlayan sıcaklığın bütün vücudumu arsızca sardığını hissettim. Ağzım açık şaşkın bir budala gibi ona bakıyordum.
“Bırakacağım seni şimdi. Durabilecek misin?“
Onun sözlerini idrak etmekte biraz geç kalmıştım. Kendimde olmadan ağzımdan çıkan hı sesi adamı sinirlendirmiş olmalı ki sabır diler gibi boynunu sağa doğru kırdı. Her hareketini şaşkınlıkla izlerken adamın baştan aşağı beni incelemesi utanmama neden olmuştu. Çenesini sıkıca bastırdı ve suçlar gibi bir ses tonu ile “Aklın olsa bu ayakkabıları burada giymezdin.” dedi.
Hakaretini idrak ettiğim gibi ne yaptığımın farkına vardım. Yaşadığım olaylardan sonra adamın gözlerine takılı kalmış olmaktan çok kendime sinirlenerek kollarından bir hışımla ayrıldım.
“Aklım bana da size de yetecek kadar var merak etmeyin."
Aldığı cevapla daha çok sinirlen adam ellerini koyacak yer bulamıyormuş gibi hareket ettirdiğinde bariz bir korku hissettim. Arkam da duran arabaya lanet ederek fazla bir yere gidemediğim için köşeye sıkışmış, adamın bana atacağını tahmin ettiğim tokadı yada darbeyi bekledim. Çünkü öfkesi o kadar büyüktü ki gözlerim kapalı olsa bile hissedebilirdim.
“Ne için kapımın önündesin?”
Keskin gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmazken bense korkudan gözümü bile kırpamıyordum. İnsan ilk defa gördüğü birine kibar davranır hem bu bir kadınsa daha nazik olması gerekiyordu ama bu adam bunu umursamayacak kadar odundu.
Az önce söylediğim sözleri sindiremediğini kısık gözleri ve sıkıca bastırdığı çenesinden görebiliyordum ama yabancı olduğum için fazla üstünde durmak istememişti galiba. Belki de karşısında bir genç kız olduğunu fark etmişti.
“Kime diyorum kızım ne için dikiliyorsun burada?”
Odun ve kabaydı ama sorduğu sorular oldukça mantıklıydı. Yardım istiyorum desem bu adam bir sürü soru soracaktı ve bakışları hiç aptal birinin bakışlarına benzemiyordu. Ama ateşten olan celladım bir sokak ötede kızgın boğalar gibi beni parçalamak için bekliyordu. Şansım bu adamdı ve kullanmak zorundaydım. Tam ağzımı açmış yolumu kaybettiğimi beni caddeye kadar götürebilecek mi diye soracakken konak içinde elinde tepsi başı eğik genç bir kızı görmemle ağzımdan çıkan kelimelerle ben bile şaşırdım.
“İş için geldim.”
Öfkesini hala sindiremeyen adam da şaşırmış olmalı ki kalın kaşlarını yukarı doğru kaldırdı ve bakışlarını tekrar üzerimde kabaca dolaştırdı. Yine anlamsız utangaçlığın çemberine dolanırken kendi halime acıdım. Ben burada ne iş yapacaktım?
“Ne iş yapacaksın?" dedi küçümsercesine.
“Yardımcı olarak. Temizlik yemek...” diyerek kendi evim prensesler gibi yaşadığımı unutmuş gibi yaptım.
Diz üstü çizmeleri beyaz pantolonu ve deri ceketi ile bir yardımcı olmanın bir çok garip yanı elbette vardı ama bu halimin altında çaresiz ve kendine inancını kaybetmemek için bir savaşçının var olduğunu söylemek isterdim fakat bu imkânsızdı bu adamın karşında. Yeni bir hayata sığdırmak istediğim hayallerimi ve özgürlüğümü şimdi muhafaza etmek doğruydu. Elbette bunları bir kafesin içine mahkum etmek ağırdı ama düşünmem gereken insanlar da vardı.
“Bu halinle ne yapacağını ben sana söylemeyeyim istersen.”
Söylediği sözler kafamın içinde yankılanıyor istemediğim taraflara çekiliyorlardı ama inanmak istemiyordum. Savrulup duran kelimelerin vardıkları yol uygunsuz ve çirkindi. Karşısında bulunan ve daha önce görmeyip tanımadığı biri için kıyafetlerine bakarak bu yorumu yapabilmesine şaşırıyordum ama bundan öte hissettiklerim idrak edişimden sonra saman alevi gibi parlamış vücudum da yarattığı etkilerin pençesine düşmüştü. Öfkenin ve sinirin saf hali kanımda dolaşmaya başladığı an tırnaklarımı avuç içlerime bastırdım onun canını yakmak istediğim kadar kanattım.
Ama işin garip tarafı kalbimde hissettiğim kırgınlık canımı daha çok yakmıştı. Hak etmediğim çirkin sözleri duymaktandı galiba. Bakışmamızda bir kesinti olmaksızın öfkemin tüm hissiyatını gözlerime akıttığımda içine bir parça nefret ve tiksinme ekledim. Hakaretleri bir yere kadardı ve bu çok fazlaydı, cevabını alacaktı. Avuçlarıma hapsettiğim parmaklarımı gevşettim ve o güzel suratına tokat atmaya yeltenmek üzereyken bileğimden çevik bir şekilde tuttu. Daha ben bileğimi tuttuğunu yeni fark ederken hızla beni kendisine doğru çekip keskin nefesini yüzüme akıttı.
“Sakın!“
Yapamadığım atamadığım tokadın ve elimin kolumun bağlı oluşuna sinirden ağlamak çağırmak ve bağırmak istiyor göğsünde yumruklarımı saymak istiyordum. Gözlerimiz hiç olmayacağı kadar yakınken ikimizde öfkelerimizi arsızca birbirimize kusuyorduk. Canımı sarf ettiği iki kelimeyle ne kadar kolay yakabiliyordu. İğrenç hakaretlerini düşünmeye utanırken karşımda hiç çekinmeden yüzüme karşı söylemesi beni tarumar etmişti.
“Ciwan oğlum kimdir misafirimiz?"
Tok kadın sesi ile adının Ciwan olduğunu öğrendiğim adam hızla bileğimi bıraktığında sendeleyerek bir kaç adım geriye savruldum. Gözlerinde bir parça olsa da pişmanlık aradım ama yoktu hatta tam tersi yaptığı ile övüyor oluşu tekrardan tokat atma istediği uyandırıyordu. Beni aldırmadan yanımdan rüzgar gibi geçtiğinde söylediği cümlenin farklı kırgınlıklarını hissederek olduğum yerde kalakaldım.
“Ne misafiri? İş için gelen biri.”