bc

Sınır Ötesi Aşk (+21)

book_age18+
1.0K
TAKİP ET
14.2K
OKU
HE
fated
opposites attract
friends to lovers
badboy
kickass heroine
drama
tragedy
sweet
serious
secrets
war
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

#2025TR-AşkNöbeti🩷Irmak, daha adını ilk öğrendiğinde bile mavi tonlarının içinde bir sır taşıdığını hissederdi. Belki de annesi Mavi’nin ona bıraktığı en büyük miras buydu: gökyüzü kadar geniş düşler, deniz kadar derin bir kalp. Onun hikâyesi sıradan bir çocukluğun çok ötesinde, gölgelerle ışığın arasında örülmüştü.

Çocukken oyuncak bebeklerle değil, babasının masasında duran kablolarla, lehim makineleriyle, küçük devrelerle oynardı. Onur’un gözünde bu, basit bir merak değildi. Çünkü Onur sıradan bir baba değildi. O, yeteneğiyle devletin radarına girmiş, zamanla kendini bir hacker değil, bir ajan olarak bulmuştu.

Mavi ise bambaşka bir denizdi. Güçlü, kararlı, biraz da asi ruhuyla Onur’un yanında yer almış, kısa sürede o da ajanlık dünyasına adım atmıştı. Çoğu zaman Irmak’ı korumak için sahadan uzak durmuş, ama gerektiğinde görevlerde Onur’un en büyük desteği olmuştu. Çocuklarının güvenliği için ne kadar mücadele ettiklerini yalnızca birbirleri bilirdi.

Irmak, onların sırlarla örülü hayatını fark ettiğinde henüz on yaşındaydı. Arkadaşları çizgi film izlerken o, babasının öğrettiği küçük kodlarla bilgisayara kendi oyunlarını yüklemeyi öğrenmişti.

Genç kızlığında yeteneği hızla fark edildi. Henüz 16 yaşında, uluslararası bir yarışmada Türkiye adına aldığı ödülle dikkatleri üzerine çekmişti. Ama onun için asıl gurur, ödülün sahne ışıklarında değil, babasının gururla parlayan gözlerinde saklıydı. Onur ve Mavi için Irmak, yalnızca kızları değil, aynı zamanda yol arkadaşı, geleceğin bir parçasıydı.

18 yaşına geldiğinde çoktan kendi projelerini yapar, devlet kurumlarına danışmanlık eder hale gelmişti. Öyle ki, aldığı ödüllerin sayısı raflara sığmaz olmuştu. Ama Irmak, bütün başarılarına rağmen hâlâ saf bir genç kızdı; içinde taşıdığı çocuk ruhunu, ailesine olan sevgisini hiç kaybetmemişti. Babasının ona verdiği eğitim ağırdı, kimi zaman sertti, ama asla sevgisiz değildi. Onur, kızını bir hacker’dan çok bir savaşçı gibi yetiştiriyordu. Çünkü biliyordu ki, bilgi de en az silah kadar güçlüydü. 18 yaşında başlamıştı ajanlığa. Sanki ajan olarak doğmuştu.

25 yaşına geldiğinde Irmak artık sadece Onur’un öğrencisi değil, ortağı olmuştu. Üniversiteden mezun olduğunda, hem diplomalı bir mühendis hem de sahada kendini kanıtlamış bir ajandı. Genç yaşına rağmen devletin en güvendiği isimlerden biri haline gelmiş, birçok kritik operasyonda iz bırakmadan görevini tamamlamıştı.

Ama hayat hiçbir zaman sadece başarıdan ibaret olmazdı. Bir gün ansızın gelen telefon, bütün dengeleri değiştirdi. Telefonun ucunda, yıllardır babasının yanında görev almış eski bir dost vardı: Komutan İbrahim.

“Onur, seni sınır hattında göreve çağırıyoruz. Durum ciddi. Dağdaki operasyon için güçlü bir hacker’a ihtiyacımız var. Senden iyisini tanımıyoruz.”

Onur için vatan görevinden geri durmak mümkün değildi. Ama talihsiz bir kaza, bütün planları alt üst etti. Spor salonunda kaldırdığı ağırlık, ayağının üzerine düşmüş, ayağı kırılmıştı. Hastane odasında sargılı ayağına bakarken, yüzündeki acıdan çok gözlerinde beliren öfke okunuyordu. Çünkü ülkesinin ona ihtiyacı vardı, ama o gidemezdi.

İbrahim Komutan, dostunu dinledikten sonra derin bir sessizliğe gömüldü. Ardından kararlı bir sesle, “O zaman kızını gönder,” dedi.

Onur’un kalbine saplanan bir hançer gibiydi bu söz. “Olmaz,” diye haykırdı. “O daha genç, hem orası savaş alanı! 150 askerle dağa çıkılacak, bir kız çocuğunu o ortamın içine nasıl sokarım?”

Ama İbrahim pes etmedi. “Onur, bu yalnızca bir görev değil. Devletin bekası söz konusu. Irmak senin yetiştirdiğin bir dahi. O görev için senden sonra en uygun kişi o. Onu erkek kılığına sokarız, gerçek kimliğini yalnızca ben bilirim. Onun yanında ben olacağım. Sana yemin ederim, gözüm gibi korurum. Ama bu göreve gelmesi şart.”

Onur, bir yanda vatanına olan sadakati, diğer yanda baba kalbinin isyanı arasında sıkışıp kalmıştı. Mavi’nin gözleri ise gözyaşlarıyla doluydu. Sessizce kocasının elini tuttu, “Irmak güçlüdür. Bizim kızımız. Korkma, Onur,” dedi.

Sonunda karar verildi. Irmak, istemese de bu göreve gitmek zorundaydı. Vatan için, ailesi için… Belki de kendi kaderi için.

Ama kimse, bu yolculuğun sadece bir görev olmadığını bilmiyordu. Onun hayatını alt üst edecek, kalbinin sınırlarını zorlayacak bir aşka da adım attığını o an kimse tahmin edemezdi.

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
Hoş geldiniz!!! ♡♡♡
Irmak, daha adını ilk öğrendiğinde bile mavi tonlarının içinden bir sır taşıdığını hissederdi. Belki de annesi Mavi’nin ona bıraktığı en büyük miras buydu: gökyüzü kadar geniş düşler, ırmaklar kadar derin bir kalp. Onun hikâyesi sıradan bir çocukluğun çok ötesinde, gölgelerle ışığın arasında örülmüştü. Çocukken oyuncak bebeklerle değil, babasının masasında duran kablolarla, lehim makineleriyle, küçük devrelerle oynardı. Onur’un gözünde bu, basit bir merak değildi. Çünkü Onur sıradan bir baba değildi. O, yeteneğiyle devletin radarına girmiş, zamanla kendini bir hacker değil, bir hacker ajan olarak bulmuştu. Hiç kimseye anlatmadığı geceler olurdu; karanlık ekranlar, kırılan şifreler, boşa düşürülen saldırılar… Irmak uyuduğunu sanırken, babası bilgisayar başında ülkenin güvenliği için görünmeyen savaşlar verirdi. Mavi ise bambaşka bir denizdi. Güçlü, kararlı, biraz da asi ruhuyla Onur’un yanında yer almış, kısa sürede o da ajanlık dünyasına adım atmıştı. Çoğu zaman Irmak’ı korumak için sahadan uzak durmuş, ama gerektiğinde görevlerde Onur’un en büyük desteği olmuştu. Çocuklarının güvenliği için ne kadar mücadele ettiklerini yalnızca birbirleri bilirdi. Irmak, onların sırlarla örülü hayatını fark ettiğinde henüz on yaşındaydı. Arkadaşları çizgi film izlerken o, babasının öğrettiği küçük kodlarla bilgisayara kendi oyunlarını yüklemeyi öğrenmişti. Bir gün okulda öğretmeni, “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sorduğunda, hiç düşünmeden “Babam gibi bilgisayarların dilini konuşacağım,” demişti. O an sınıftaki herkes gülmüş, ama babası o gece kızının gözlerinin içine bakarak, “Senin yolun bizimkinden de daha ileriye gidecek, Irmak,” diye fısıldamıştı. Genç kızlığında yeteneği hızla fark edildi. Henüz 16 yaşında, uluslararası bir yarışmada Türkiye adına aldığı ödülle dikkatleri üzerine çekmişti. Ama onun için asıl gurur, ödülün sahne ışıklarında değil, babasının gururla parlayan gözlerinde saklıydı. Onur ve Mavi için Irmak, yalnızca kızları değil, aynı zamanda yol arkadaşı, geleceğin bir parçasıydı. 18 yaşına geldiğinde çoktan kendi projelerini yapar, devlet kurumlarına danışmanlık eder hale gelmişti. Öyle ki, aldığı ödüllerin sayısı raflara sığmaz olmuştu. Ama Irmak, bütün başarılarına rağmen hâlâ saf bir genç kızdı; içinde taşıdığı çocuk ruhunu, ailesine olan sevgisini hiç kaybetmemişti. Babasının ona verdiği eğitim ağırdı, kimi zaman sertti, ama asla sevgisiz değildi. Onur, kızını bir hacker’dan çok bir savaşçı gibi yetiştiriyordu. Çünkü biliyordu ki, bilgi de en az silah kadar güçlüydü. Mavi ise ajan kimliği dışında ünlü bir İnternet fenomeniydi. Kızının kendileri gibi tehlikeli görevi olmasın diye onuda fenomen dünyasına sokmaya çalışsada Irmak hiçbir zaman oralı olmamıştı. Hâl böyle olunca 18 yaşında ajanlık dünyasına ufaktan adım atmıştı Irmak. Ama uzaktan sadece bir üniversite öğrencisiydi. Ajan olduğunu en yakın arkadaşı Yıldızdan bile saklıyordu. Garip olan ise Yıldız’ın anne babası da ajandı ama arkadaşı bunu bilmiyordu. Zamanla Yıldızda ajanlığa kabul edilince Irmak dahada rahatlamıştı. Artık maceralarını anlatacak ve sahada birlikte hareket edeceği biri olmuştu. 25 yaşına geldiğinde Irmak artık sadece Onur’un öğrencisi değil, ortağı olmuştu. Üniversiteden mezun olduğunda, hem diplomalı bir mühendis hem de sahada kendini kanıtlamış bir ajandı. Genç yaşına rağmen devletin en güvendiği isimlerden biri haline gelmiş, birçok kritik operasyonda iz bırakmadan görevini tamamlamıştı. Ama hayat hiçbir zaman sadece başarıdan ibaret olmazdı. Bir gün ansızın gelen telefon, bütün dengeleri değiştirdi. Telefonun ucunda, yıllardır babasının yanında görev almış eski bir dost vardı: Komutan İbrahim. “Onur, seni sınır hattında göreve çağırıyoruz. Durum ciddi. Dağdaki operasyon için güçlü bir hacker’a ihtiyacımız var. Senden iyisini tanımıyoruz.” Onur için vatan görevinden geri durmak mümkün değildi. Kabul etmişti. Ama talihsiz bir kaza, bütün planları alt üst etti. Spor salonunda kaldırdığı ağırlık, ayağının üzerine düşmüş, ayağı kırılmıştı. Hastane odasında sargılı ayağına bakarken, yüzündeki acıdan çok gözlerinde beliren öfke okunuyordu. Çünkü ülkesinin ona ihtiyacı vardı, ama o gidemezdi. Hemen İbrahim Komutana durumu bildirdi. İbrahim Komutan, dostunu dinledikten sonra derin bir sessizliğe gömüldü. Ardından kararlı bir sesle, “O zaman kızını gönder,” dedi. Onur’un kalbine saplanan bir hançer gibiydi bu söz. “Olmaz,” diye haykırdı. “O daha genç, hem orası savaş alanı! 150 askerle dağa çıkılacak, bir kız çocuğunu o ortamın içine nasıl sokarım?” Ama İbrahim pes etmedi. “Onur, bu yalnızca bir görev değil. Devletin bekası söz konusu. Irmak senin yetiştirdiğin bir dahi. O görev için senden sonra en uygun kişi o. Onu erkek kılığına sokarız, gerçek kimliğini yalnızca ben bilirim. Onun yanında ben olacağım. Sana yemin ederim, gözüm gibi korurum. Ama bu göreve gelmesi şart.” Onur, bir yanda vatanına olan sadakati, diğer yanda baba kalbinin isyanı arasında sıkışıp kalmıştı. Mavi’nin gözleri ise gözyaşlarıyla doluydu. Sessizce kocasının elini tuttu, “Irmak güçlüdür. Bizim kızımız. Korkma, Onur,” dedi. Sonunda karar verildi. Irmak, istemese de bu göreve gitmek zorundaydı. Vatan için, ailesi için… Belki de kendi kaderi için. Ama kimse, bu yolculuğun sadece bir görev olmadığını bilmiyordu. Onun hayatını alt üst edecek, kalbinin sınırlarını zorlayacak bir aşka da adım attığını o an kimse tahmin edemezdi. Irmak, ilk kez gerçek bir görev için hazırlanırken aynanın karşısında uzun süre kendine baktı. Koyu renkli asker üniforması omuzlarına ağır bir yük gibi oturuyordu. Sarı saçlarını sımsıkı toplatmış, şapkasının içine gizlemişti. İbrahim Komutan’ın planı açıktı: Herkes onu Onur’un yerine göreve katılan genç bir asker sanacaktı. Gerçek kimliğini yalnızca İbrahim bilecek, diğerlerine sır olarak kalacaktı. “Baba, emin misin?” diye sormuştu o sabah. Onur’un yüzünde acının ve endişenin izleri hâlâ vardı. Ayağı alçılıydı, ama kalbi çok daha ağır zincirlere vurulmuş gibiydi. Onur kızının ellerini tuttu. “Irmak, bu vatan için elimizden geleni yaparız. Sen artık çocuk değilsin. Seni yıllarca bunun için hazırladım. Ama şunu unutma, ne olursa olsun önce aklını kullan. Gücünü değil.” Mavi ise sessizce kızına sarılmıştı. “Sen benim gökyüzümün mavisisin. Nereye gidersen git, biz hep arkandayız.” Irmağı göreve uğurlarken tüm ajan tanıdıkları gelmişti. Yakın arkadaşı hatta kardeşi gibi gördüğü dostu Yıldızda hamile haliyle onu uğurlamaya gelmişti. " Hamileyim diye duygusalım yoksa bakma ağladığıma. Ben bebeğimi kucağıma alırken sen belkide yanımızda olamayacaksın." deyip sarılıp ağladılar. Ardından onun gibi ajan olan Yıldız’ın eşi Rüzgar girdi lafa, " Bak Irmak ne olursa olsun destek lazım olursa istemekten çekinme hepimiz atlar geliriz." Irmak gururluydu. Birbirine aile gibi bağlı bir ekibi vardı. Ve biliyordu bir sözüyle hepsini yanına yığabilirdi. Görev günü geldiğinde, Irmak diğer askerlerle buluştu. Yüz elli kişilik kalabalığın arasında tek bir yabancı gibiydi; ama maskesini öyle ustalıkla takmıştı ki kimse bir şey fark etmedi. Sert bakışlı, sessiz, disiplinli bir genç asker… Herkes onu öyle tanıyacaktı. Şapkasının içine sıkıştırdığı sarı saçlarını değil kalemle kalınlaştırdığı Mavi gözlerinin üstündeki koyu kaşlarını görecekti herkes. İbrahim Komutan, kalabalığın önünde durduğunda gür sesi yankılandı: “Bugün vatan için yola çıkıyoruz. Her birinizin cesareti, bu dağlarda yankılanacak. Birbirinizden başka güveneceğiniz kimse yok. Hepiniz birer kardeşsiniz.” Irmak, onun bakışlarıyla kısa bir an göz göze geldi. O bakışlarda hem bir baba şefkati, hem de ağır bir sorumluluk vardı. İbrahim, Onur’a verdiği sözü tutmak için elinden geleni yapacaktı. Konvoy dağa doğru ilerlerken yol kenarındaki sessizlik tüyler ürperticiydi. Ağaçların arasında saklanan bir gölge bile hepsini tetikte tutuyordu. Ve beklenen an, ne yazık ki fazla geçmeden geldi. Bir patlama sesi, gökyüzünü yırtarcasına duyuldu. Önde ilerleyen zırhlı araç, alevler içinde kaldı. Askerler panikle yere kapanırken, havaya toz ve duman karıştı. Irmak kulaklarında uğuldayan sesin arasında yalnızca bir şey fark etti: Patlayan araçta İbrahim Komutan vardı. “Komutanım!” diye bağırdı, ama sesini duyan olmadı. Alevlerin içinden onu çekip çıkaramadılar. Her şey birkaç dakika içinde olup bitmişti. Düşman pususu, görev başlamadan kalplerine korku salmıştı. O gece dağın eteklerinde kurulan kampta herkes suskundu. Bir yandan kayıplarını anıyor, bir yandan da yeni liderlerinin kim olacağını merak ediyorlardı. Çünkü bu kadar büyük bir operasyon, komutansız sürdürülemezdi. Ve ertesi gün haber geldi. Yerine, İbrahim Komutan’ın oğlu Erdem atanmıştı. Erdem Komutan’ın adı kulaktan kulağa çoktan yayılmıştı. Sertliğiyle, soğukluğuyla, merhametsiz disiplin anlayışıyla biliniyordu. Hiçbir askerin gözünün yaşına bakmaz, kuralları bir bıçak gibi keskin uygular, hata yapanı affetmezdi. Onun gelişi, askerlerin moralini yükseltmek yerine daha da ağır bir hava yaratmıştı. Irmak ise içten içe huzursuzdu. Çünkü İbrahim ortadan kaybolmuştu, ama ölümü kesinleşmemişti. Patlamada cesedi bulunmamıştı. Bu gizem, onun kalbinde bir umut kıvılcımı yakıyordu: Belki hâlâ hayattaydı. Ama şimdilik bunu kimseyle paylaşamıyordu. Erdem Komutan, kampa geldiğinde gürültü bir anda kesildi. Yüksek boylu, keskin bakışlı, iri yarı, dudaklarının kenarında en ufak bir tebessüm bile olmayan bir adamdı. Üniforması dimdik, yürüyüşü sertti. Gözleri kampı tararken, askerlerin bakışlarını delip geçiyor gibiydi. “Ben Erdem. Burada emirlerim sorgulanmaz. Hata yapan bedelini öder. Hepinizin tek görevi var: Vatan. Benimle yürüyemeyecek olan varsa, şimdi geri dönsün.” Hiç kimse ses çıkarmadı. Sessizlik, Erdem’in sertliğini daha da belirginleştirdi. Irmak, kalbinin hızla çarptığını hissetti. Çünkü Erdem’in gözleri bir anlığına onun üzerinde durmuştu. O anda içinden, “Ya fark ederse? Ya gerçek kimliğimi anlarsa?” korkusu geçti. Yıllardır görevlerde maskeler takmıştı ama böylesine keskin bakışlara hiç maruz kalmamıştı. O gece Irmak, tek başına otururken babasının sözlerini hatırladı: “Ne olursa olsun önce aklını kullan.” Şimdi karşısında, kimsenin sevmediği ama herkesin itaat etmek zorunda olduğu bir komutan vardı. Ve kader, onu bu adamın tam yanına bırakmıştı. Erdem’in soğukluğunun ardında ne vardı, bilmiyordu. Ama içgüdüleri ona bir şey fısıldıyordu: Bu adamın sert kabuğunun altında, saklanan bir sır vardı. Ve o sır, belki de onun kalbini hiç beklemediği bir yöne sürükleyecekti. Irmak Aslan, İlk kez bu kadar büyük bir operasyona dahil olduğumda, kalbim gerçekten göğsüme sığmayacak gibiydi. Aslında en baştan beri plan belliydi: İbrahim Komutan’ın yanında kalacak, kimliğim yalnızca onunla sır olacaktı. Beni babam buraya gözyaşlarıyla göndermişti ama en azından şunu biliyordum: Yanımda bana göz kulak olacak, babamın dostu bir adam vardı. Ama kader, yine işini yaptı. Daha ilk gün, patlamada İbrahim Komutan’ı kaybettik. Yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum… Belki de hâlâ bir yerlerde sağdır diye umuyorum, ama şu an elimde kalan tek gerçek var: Onun yerine oğlu, yani Erdem Komutan geldi. Ve ben… onunla aynı çadırda kalmak zorundayım. Evet, erkek kılığındayım. Üniforma üstümde, saçlarım gizlenmiş, yüzüm sert bir asker ifadesiyle donmuş. Yarıya kadar maske var. Ama içim? İçim fırtına. Kalbim sürekli “Ya fark ederse? Ya bir hata yaparsam?” diye çarpıyor. Çünkü bu adamın bakışları öyle delici ki, sanki ruhuma kadar giriyor. İbrahim Komutan’ın aksine, tek bir yumuşaklık yok onda. Ne şefkat, ne tebessüm, ne de güven veren bir sıcaklık… Sadece buz gibi bir disiplin. Çadırda eşyalarımı kenara koydum. Küçük bir köşe ayarladım kendime. İçimden sürekli plan yapıyorum: “Nasıl saklanırım? Geceleri nasıl davranırım? Sesim değişir mi? Uyurken ağzımdan bir şey kaçırır mıyım?” Bu düşünceler beynimde bir uğultu gibi dönüyor. Tam bunları kurarken, çadırın kapısı açıldı. İçeri giren sert adımların sahibi, tahmin ettiğim gibi oydu: Erdem Komutan. Başımı hızla eğdim, usulca selam verdim. “Komutanım.” O, bana göz ucuyla baktı. Sert ve keskin bir ses tonuyla konuştu: “Senin burada ne işin var asker?” Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Sanki tüm sırlarım bir anda ortaya dökülecek sandım. “Komutanım, ben… bana bu çadır gösterildi. Başka yer yoktu,” dedim, sesimin titrememesine uğraşarak. Kaşlarını çattı. “Ben biriyle aynı çadırda kalamam. Hele seninle hiç.” O an nefesim boğazıma takıldı. Çünkü bu cümle sanki her şeyimi ortaya çıkaracak gibiydi. Ama hayır, sakin olmalıydım. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kaçırmadan cevap verdim: “Komutanım, başka gidecek yerim yok.” Kısa bir sessizlik oldu. O an bana baktı, öyle bir baktı ki… içimden “Bitti, anladı!” dedim. Ama hayır, sadece buz gibi bir cümleyle devam etti: “O zaman gerekirse dışarıda kalırsın, asker.” Sanki kafama bir buz kovası dökülmüş gibi hissettim. Dudaklarım kurudu, ellerim titredi. Ama ne diyebilirdim ki? Emir emirdi. Başımı salladım. “Başüstüne, Komutanım.” Sesim içimdeki fırtınayı belli etmedi, ama ruhumda kopan şeyleri kimse duymadı. Çantamı aldım, çadırdan çıktım. Gece soğuktu, dağın keskin rüzgârı yüzümü kesiyordu. Bir köşeye çöktüm, ama iç sesim asla susmadı. “Sen nasıl bir adamsın ya? İnsan hiç mi merhamet göstermez? Ben sana ne yaptım ki ilk günden dışarı atıyorsun? Daha dün babanı kaybettin, bir nebze insaniyet beklerdim. Ama yok, buz gibi… taş gibi…” Yerde taşın üstünde oturuyorum, sırtımda çantam. Bacaklarım uyuşmuş, ama kafamda deli sorular dönüyor. “Ya uyurken üzerimdeki battaniye kayarsa? Ya sesim çıkar? Ya bir asker gelir de bana sorular sorarsa?” Panik dalgaları kalbimi sıkıştırıyor. Gözlerimden öfke yaşları süzülüyor ama kimse görmüyor. İçimden söylenmeye devam ediyorum: “İyi ya, zaten sevilmiyormuşsun. Demek ki boşuna değilmiş. Kimse seni niye istemiyor, belli oldu. Biraz insanlık, biraz anlayış beklenirdi. Tamam, sert ol, disiplinli ol ama insan ol be! Benim gibi birini gece dışarıya atmak da ne demek? Allah’tan kar yağmıyor, yoksa donardım!” Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Yıldızlar bana göz kırpıyordu. O an bir yemin ettim içimden: “Ben bu görevde ne olursa olsun başarılı olacağım. Senin o donuk suratını da çatlatacağım. Göreceksin, Erdem Komutan… Göreceksin.” Ama hemen ardından bir korku sardı: “Ya beni yakalarsa? Ya bir hata yaparsam ve kimliğim ortaya çıkarsa? O zaman sadece görev değil, hayatım da biter.” Bu düşüncelerle sabaha kadar kıvrandım. Yerde yatmaya çalıştım ama taşın sertliği, soğuğun keskinliği bana her saniye komutanın sözlerini hatırlattı. Uyuyamadım. Gözlerimi kapattığımda bile kulaklarımda aynı cümle çınlıyordu: “O zaman dışarıda kalırsın, asker.” Ve işte o an anladım. Bu görev, benim için yalnızca vatan meselesi değil. Aynı zamanda dayanıklılığımın, sabrımın, kimliğimin sınavı olacak. Ve ben… bu sınavda yanlışa yer veremem.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
519.4K
bc

HÜKÜM

read
223.0K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.9K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook