Gece gebe kaldı bir gündüze daha.
Doğumu biraz uzak, doğumu bana zorluk.
Sırtımı duvara vermiş yatağın üzerinde otururken düşünüyordum. Dizlerimi kendime çekmiş, kollarımı etrafına dolamıştım alışılagelmişliğimle. Karşı duvarda oyduğum deliğe bakarak düşünüyordum. Geçen gece Cemil Alp'in kurduğu cümle hiç olmadığı kadar kurcalıyordu aklımı. Seni kaçırırım buradan demişti. İşinden olma pahasına, ceza alma pahasına, belki hapse girme pahasına benim için bunu yapacağını söylemişti. Ona inanabilir miydim? Bir kez birine inandığımda ne olduğunu görmüştüm. Göz göre göre yeniden bir başkasına inanabilir miydim?
İnanamazdım.
Ama o Cemil Alp'ti... Beş aydır hiçbir amaç gütmeden kapıma gelip bana kitaplar okuyan adamdı.
Ona da inanamaz mıydım?
Bilmiyordum.
Gözlerim oradaki varlığına aşina olarak koyu lacivert, ince demir kapıda dolaştı. Küçük odanın dört duvarı da beyaz boyalıydı. Yani sanıyorum ki ilk başta beyaza boyanmıştı. Sonradan gerek ben gerekse benden öncekilerin yakarışlarıyla duvarlar dahi rengini koruyamamıştı. Beyaz duvarda yer yer çatlaklar, yer yer delikler vardı. Tozdan is rengini almıştı çoğu yeri. Kötü bir krem rengi gibi duruyordu. Safi beyaz kalan tek yer tavandı. Bilerek mi yaptılar bilinmez tavan epey yüksekti. Kırık döşek yatağa çıkıp zıplasam bile yetişemezdim. Ki ben 1.72 boyunda bir kadındım. Yatak... Altı aydır her gün üzerinde yatmama rağmen ardına iyelik ekini ekleyemediğim o nesne. Demirden yapılma bir karyolaydı aslında. Üzerine attıkları yaylı tek kişilik yatak, açık mavi nevresim takımı ve yastıkla modern görünüm vermeye çalışmışlardı. Yatak dışında odada bulunan şeyler azdı. Küçük ahşap bir komodin, birkaç saksı. Komodinin iki çekmecesi vardı fakat herhangi bir 'delilik' anına karşı açma düğmeleri sökülmüştü. İçine koyacağım neyim vardı ki? Ah şahane ilaçlarım! Tüm ihtiyacımız ortak kullanılan lavabo ve yemekhanelerde karşılandığından odalarda bize ait şeyler bulunmazdı. Bazılarının resim çizdiğini o çizimleri sakladığını görürdüm. Benim için gereksiz bir aksesuar gibi duruyordu işte o saçma komodin orada. Bazenleri komodini parçalamayı, söktüğüm hep bir tahta parçasını boğazıma geçirmeyi düşünüyordum ama elbette yapmıyordum.
Kendimi öldürme girişiminde bulunmamıştım hiç. Çünkü benden önce ölümü hak eden çok kişi vardı. Onları gömmeden gitmeyecektim bu dünyadan.
Demir kapının hemen karşısındaki, yatağımın solundaki duvarda ise beyaz çerçeveli bir pencere vardı. Gündüz ben odada değilken görevli odayı havalandırıp kapatıyordu. Bizim açma iznimiz yoktu, sapları kilitliydi. Zorlasam kıracağım bir kilitti ama ne diye zorlayayım ki? Bahçede nefes alamayan ben açacağım küçücük pencereden mi nefes alacaktım? Pencerenin dışı kalbimin etrafındaki zehirli sarmaşıklar gibi siyah parmaklıklarla çevriliydi. Bazen yere oturduğumda o pencereden gökyüzüne bakardım. Bir Ay'a bakmama yarıyordu bir de geceleyin odayı hafifte olsa aydınlatmaya yarıyordu işte.
Altı aydır içerisinde bulunduğum kafesi bilmiyormuşçasına incelemeyi bırakıp yeniden kapıya diktim gözlerimi. Neredeydi? Saatin epey geç olduğunu tahmin ediyordum. Zaman kavramım iyi değildi ama kötü de değildi. En azından onun işe başlayışının üzerinden 2-3 saat geçtiğini bilecek kapasitedeydim. Şimdiye gelip bülbül gibi kapımda ötmeye başlamış olmalıydı. Fakat yoktu. Bülbül gelmemişti kapıma, uğramamıştı yanıma.
Dün gece beni cehennemimden çıkaracağını söyleyen adam bugün o cehennemin kapısına bakmamıştı bile.
Ne sanmıştım ki? Onun diğerlerinden farklı olduğunu mu? Beni gerçekten kurtarabileceğini mi?
Evet.
Sorularımın cevabını almıştım işte. Bir gelmeyişle tüm sorularım sertçe karşılığını bulmuştu.
Hayır.
Buna rağmen bir an olsun gözümü çekmedim kapıdan. En ufak bir kıpırtı, en ufak bir ses bekledim. Duymayacağımı bile bile bekledim. Beklemek en kötüsüydü. Ben bunu sırf onun için yaptım. Senin için en kötüsünü yaptım Alp, hissettin mi?
Hissettin.
Çünkü sen de her gece benim için aynısını yapıyorsun. Bekliyorsun. Konuşmamı.
***
Gece doğumunu gerçekleştirdi, gündüz göründü.
Ama Cemil Alp bana görünmedi, sesiyle bile.
Camdan yansıyan güneş ışınları gözlerime ulaşmamasına rağmen sıcaklığıyla rahatsız etmiş, uyanmamı sağlamıştı. Yine sabaha karşı 5-6 gibi uyumuş olmalıydım. Koridordan gelen seslere bakılırsa da saat şu an 9'a geliyordu. Herkesin kahvaltı yapacağı saate... Başım kapıya dönük, sırtım duvara yaslı uyuyakalmıştım. Böylece vücudumda yüksek bir ağrı baş göstermişti. Bacaklarıma dolanan battaniyeyi kenara atıp atağa kalktım ve yüzümü ekşite ekşite gerindim. Acıyı hafifletmek için acının üstüne gittim. Hayatta kalmanın en basit formüllerinden biri buydu ne de olsa.
"Hafsa Solmaz!" Adımla birlikte demir kapıya vurulan sopadan çıkan o tiz sinir bozucu ses. "Kalkma vakti!"
Aşinası olduğum hastabakıcının sesini duyduğumda kadının elinden o sopayı alıp kafasına geçirmeyi öyle çok istedim ki... Belki o zaman yarattığı sesin odada, kulaklarımda, zihnimde nasıl bir izlenim bıraktığını anlayabilirdi.
Koridor boyunca tüm kapılara vurup herkesi ayaklandırmıştı. Hemen sonrasında bitirdiği yolu yanındaki güvenlikçiyle -görmesem bile bunları tahmin etmesi zor değildi artık ezberlemiştim- geri dönüp kapıların kilitlerini tek tek kaldırttı. Serbest kaldık kafese tıkılan hayvanlar gibi. En sonunda kimisinin sesli kimisinin sessiz olduğu adımlarla lavabolara alındık. Rutin işlerimizi hallettikten sonra giriş katın hemen altındaki katta bulunan ve ortaklaşa kullanılan yemekhaneye indik. Kızı erkeği, genci yaşlısı herkes buradaydı. Tepsilerimize konan yemeği sakince yememiz bekleniyordu bizden. Bazıları buna uyarken, uymayan da çok kişi oluyordu. Sonuçta burası delileri içinde barındıran bir yerdi. Herkesin aynı davranması beklenemezdi.
Hepimiz aynı olsaydık farklılığımızdan dem vurup bizi buraya tıkmazlardı öyle değil mi?
Kimseye aldırış etmeden ve kimsenin da bana aldırış etmesine izin vermeden kahvaltımı yaptım. Yemeğin tadını soracak olsanız bana tarif edemem. Ne tat alma organım çalışıyor ne canım bir şey çekiyor. Benimkisi tamamen ihtiyaçtan yemek yemek. Ölmemek için gerekli besini almak işte. Yemek faslını kısa tutup giriş kattaki televizyon odasına geçtim. Buraya sık sık uğramazdım, bugün uğrama sebebimse dün gece hikayesiz kalışımı bir şeylerle doldurma arzusuydu. Alışmışım meğer ona. Okuduğu kitaplara. Bir gece duymamak düşürmüş beni boşluğa. Şanslıysam televizyonda bir belgesele denk gelir, kurdun kuzuyu avlama öyküsünü izlerdim.
Herkes yemeğini bitirmediğinden normalde tıklım tıklım olan oda şu an yarısına kadar bile dolu değildi. Olan birkaç kişi ise televizyon hariç her şeyle ilgileniyordu. Halının altına yapışan tozu çıkarmaya çalışan bile vardı. Hepsini görmezden gelip siyah plazma televizyona doğru ilerledim. Televizyon ünitesinin alt çekmesinde bulunan -sözde gizledikleri- kumandayı alıp karşıdaki kahverengi sandalyelerden birine oturdum. Rastgele kanalları dolaşırken istediğimi bulamamanın sinirini yaşıyordum. Buradan da anlaşılıyordu ki şanslı değildim. Saçma bir belgesel bile yoktu koca televizyonda! Herhangi bir kanalda durup kumandayı yanımdaki boş sandalyeye fırlattım. Bir şey, tek bir şey, istediğim gibi gitse ne olurdu?
Elimde olmadan gerilen sinirlerimle odayı terk edeceğim sırada televizyondan gelen sesle duraksadım. Konuşan bir kadındı, tanımam etmem. Bir magazin sunucusuydu. Ağzından çıkan isimdi dikkatimi çeken. Aynen şöyle söylemişti: "Ünlü iş adamı Yakup Saruhan müjdeli haberi verdi! Uzun süredir birlikte olduğu sevgilisi Beril Kara ile evleneceğini duyurdu. Geçmişinde büyük acılar çekmiş olan Yakup Saruhan'ın mutluluğu yeniden bulması hayranlarını sevindirdi. Bu haber iş cemiyetinde de kısa sürede duyulan ve ilgi görülen bir olay oldu. Çiftin mutluluğunu görmek için heyecanlı olduğunu söyleyen pek çok isim var. Şimdi haberimizin detaylarına geçiyoruz!"
Sonrasında gösterilen mutlu çift resimleri, kameralara gülerek verilen pozlar, röportajlar, onlara iyi dilekte bulunan yapmacık insanlar...
Her görüntüde beynim uyuşuyordu. Zihnim uğulduyordu. Bu gerçek olamazdı. Ben buradayken o bunu yapmış olamazdı. Bu kadarı fazlaydı, bu kadarı onun için bile çok fazlaydı. Beni unutmuş muydu? Atlatabilmiş miydi yaşananları?
O beni unutmuş olabilirdi ama ben onu ömrüm boyunca unutmayacaktım. Atlatamayacaktım yaşadığım travmayı, belki de onun yüzünden. Çünkü o bana bu hayatta atabileceği en büyük kazığı atmıştı.
Yakup Saruhan, bir zamanlar kocam dediğim adam, beni buraya tıkan kişinin ta kendisiydi.
?