5

1792 Kelimeler
Geceyi kucakladım yine. Kucaklayacak kimsem yok diye. Ellerim saçlarımın arasında, bedenim yerin sert beton yüzeyinde, gözlerim küçücük odanın her bir köşesindeydi. Sabah duyduklarımı bu saat olmuş, sindirebilmiş değildim. Ne diyordu kadın? Mutluluğu buldu. Evleniyor. Uzun süredir birlikte olduğu sevgilisiyle... Evleniyor, evleniyor, evleniyor... Zihnim bu gerçeği yok saymak istercesine sarsıldı. Ellerimle saçlarıma asıldım. Derimin acısı, aklımın acısını yensin istedim. Olmadı. Olmuyordu. Hiçbir şey tesir etmiyordu kırılan can parçalarıma. Bugün sırf uyuyabilmek için verdikleri ilaçları bile usulünce içmiştim. Faydasızdı. Her şey gibi onlar da tesirim olamamıştı. Bu kadarını da yapmaz dediğim anda nasıl o kadarını da yapabiliyordu? Yıllardır tanıdığım adamdan ufacık bir parça kalmamış mıydı içinde? Kalmış olsaydı eğer beni, bir zamanlar aşık olduğunu söylediği kadını, buraya atıp koşa koşa başkasına gitmezdi. Bu yakınışım sevgiden değildi. Buraya girmeden önce fazlasıyla açmıştı gözümü. Zerre sevgi kırıntısı bırakmamıştı içimde kendisine karşı. Benimki ihanetin, kötülüğün yakınışıydı. Onunla aynı acıyı paylaşmıştık, aynı yıkımı yaşamıştık ama... Ama o acıdan nasibini alan tek kişi ben olmuştum. O? Neredeydi onun uykusuz geceleri? Acıdan kıvranan bedeni, dinmeyen kabusları neredeydi? Cevap basitti, yoktu. Yakup Saruhan... Hayatımın aşkı. Vazgeçilmezim. Sevgilim. Eşim. Hayır! Yakup Saruhan... En büyük hayal kırıklığım. Yıkımım. Nefretim. Hiçim. Onunla üniversitenin ilk yılı tanışmıştık. Ben Edebiyat Fakültesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyordum. Oysa aynı üniversitenin İşletme Fakültesi'nde Ekonomi bölümünde okuyordu. İlk yılın tatlı telaşı içerisindeyken bir güvenlik girişinde çarpışarak tanışmıştık. Film tadında bir düşüş yaşamamış, dolayısıyla beni belimden tutmak zorunda kalmamıştı. Sadece bedenlerimizi çarpmış, dikkatsizliğimize gülmekle yetinmiştik. O gün tanışır tanışmaz sohbetimiz başlamıştı. Kendisi yarı çapkınlardandı, hemen numaramı istemişti. Bendeki aptallıkta bu ya vermiştim. Kısa sürede de sevgili olmuştuk. Bana o kadar ilgiliydi, o kadar sevgi doluydu ki tamam demiştim. Kızım Hafsa gerçek aşkı buldun. Her gün okula ayaklarım yerden kesilerek gidiyordum. Bazı zamanlar beni yurttan alıyordu, beraber geçiyorduk okula. Fakültelerimize dağılmadan önce ise birbirimize acıklı bakışlar atıyorduk. Sevgimiz tiyatro tadındaydı. Görenlerin bir kez daha dönüp baktığı, imrendiği aşk dolu bir tiyatro... Güzel geçen 4 yılın ardından okullarımız bitmiş, ailelerimiz tanışmış ve yüzüklerimizi takmıştık. Çok sürmeden de evlenerek taçlandırmıştık o ölümsüz aşkımızı. Ne aşk ama! Evlenmek... İşin resmiyete bindiği, kendimizi sorumluluk silsilesinin içinde bulduğumuz o eylem. Evliliğimizde ufak tefek tartışmalar olması dışında iyiydik. Yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızdaydı. Ben kitaplarımın basımıyla uğraşıyordum, o kurduğu mimarlık şirketini idare ediyordu... Yoğunduk ama sorun etmezdik. Ufak anlaşmazlıklarımıza evliliğin tuzu biberi deyip geçerdik. Tekdüze ilerleyen bir ilişkimiz vardı. Yaşlarımız oturmuş, olgunlaşmıştık, üniversitedeki deli dolu hallerimizde değildik artık. Evliliğimizin ilk yılı dolmadan aldığımız haber ise bize yeni bir enerji katmıştı. Tekdüze ilerleyen evliliğimiz tatlı bir telaşa ev sahipliği yapmıştı o günlerde. İlk kez o an bir aile olduğumuzu hissetmiştim. İlk kez o gün bir sıcaklık akmıştı içime. Şimdiki kutup soğuğunun aksine... Sonuç ne olmuştu? Aldığımız tek darbede ailem olduğunu söylediğim adam beni elleriyle buraya tıkmış, kendi hayatının keyfini sürmeye devam etmişti. Aşk böyle yıkan bir duyguydu işte. Başta her şey güzeldi. Havalardaydın. Bulutların üzerinde yürürdün. İçin içine sığmazdı, çenen ağrırdı gülmekten. Mutluluğunun doruklarına çıktığını görürdün. En üst, en ulaşılmaz seviyeye... Çıktığın yerden ineceğini, dahası düşeceğini hesaba katmazdın hiç. En zavallıca olanı da buydu ya. Sonrasında o düşüş gerçekleşirdi. Seviye ne kadar yüksek olursa düşüş de o kadar sert olurdu. O yükseklikten çakılırdın yere. Ben çakılmıştım. Öyle yüksekten çakılmıştım ki yere, etrafa saçılan parçalarımı halen daha toparlayabilmiş değildim. "Hafsa..." Etrafımsa toparlayabileceğini sananlarla doluydu. "Hafsa, benim, gelebildim." Gözlerimi yumup zihnime akın eden anıları en ücra köşeye ittim. Hoş gelebildin mi Cemil Alp? "Özür dilerim," dedi, derken ses tonu telaşıyla birlikte ulaştı kulağıma. Bunu fark edebildiğim için kendimi alkışlamak istiyordum. Zira aklım bu denli bulanıkken sesini berrakça seçebilmiştim. "Dün gece gelemediğim için özür dilerim." Gelmemişti değil, gelememişti. Oradaki tek harfin değeri benim için paha biçilemezdi. Biraz olsun aklımı dağıtacağını düşündüğümden başımdaki ellerimi çözüp saçlarımı serbest bıraktım. Kızıllığı saçımın diğer yarısında kalan yıpranmış saçlarımı kulaklarımın arkasına iliştirdim. Üzerimdeki kahverengi hırkayı avuç içlerime kadar çektim ve onu dinlemeye başladım. Bu sırada ayağımdaki mavi plastik terlikleri çıkarmış, yalın ayak kapıya doğru kaymıştım. Terliklerin ses çıkarmasını istemediğimden böyle yapmıştım. İçimdeki beyaz pijama takımını çekiştirip kendime rahat bir pozisyon ayarladığımda tamamen onu duymaya hazırdım. Bu mesafeden daha net duyduğum hüzünle sesiyle konuşmaya başladı. "Ben gelecektim her zamanki gibi, uğrayacaktım sana ama gelemedim. Kardeşim... Kardeşimi hastaneye kaldırmışlardı Hafsa." Kaşlarımın çatıldığını hissettim. Biraz durdu, bense ne olduğunu merak eder oldum. "Güzel kardeşim, Can'ım..." Kendi kendine mırıldanışını duydum, ardından ise bana seslenişini. "Kardeşim kansermiş biliyor musun Hafsa? Gerçi ben bile dün öğrendim sen nereden bileceksin ki..." Öyle acı konuşuyordu ki uzun zaman sonra içimde başkası için sızlayan bir yanımın olduğunu fark ettim. Cümleleri birbirine dolanarak ve zorlanarak çıkıyordu ağzından. Buna rağmen benimle konuşmaktan geri kalmıyordu. "O daha çok küçük, 16 yaş, kanser olmak için sence de çok küçük değil mi?" 46 yaşındaki biri kanser olsa ailesi için o da çok küçük durmaz mı Cemil Alp? Çocuklar, ebeveynlerinin gözünde hiç büyümezler ki. Senin gözünde de Can hiç büyümemiş işte. "Küçük ki... Benim kardeşim hiçbir kötülüğü kaldıramayacak kadar küçük. Bedeni de ruhu da... Bana en çok benzeyen odur kardeşlerim arasında. Fiziksel olarak yani. Kara saçlı, kara gözlüdür, bir görsen benden yakışıklı kerata. Her sabah saçını joleleyip gider okula, ben uğraşamam öyle şeylerle elimle düzeltir çıkarım. Hep der abi senden daha yakışıklı olmuşum diye, ee yeni sürüm ne de olsa." Güldü ama gülüşü sevinçten uzaktı. "Ona rağmen gözümün altındaki bene özenir durur. Bir de kirli sakalıma, ona yasak tabii okulda sakal bırakmak. Görsen ikiz dersin bize o derece benziyoruz. Keşke kaderimiz de benzeseydi. Keşke bu illet onu değil, beni bulsaydı be Hafsa." Başımı iki salladım şiddetle. Bulmasın, bulmasın be Alp. Soluklanıp devam etti anlatmaya. Belli dertli, dinleyene ihtiyacı var. Bana ihtiyacı var. "Biz 4 kardeşiz, iki kız iki erkek, en büyükleri benim, demiştim ya sana. Hepsi elime doğmuş gibi, hepsi benim için küçük, gözümde hiç büyümezler. Onların ayağına taş değse benim yüreğime sancı oturur. Yakıştıramam onlara kötü olan hiçbir şeyi. Şimdi Can'ıma yakıştıramadım işte kanser olmayı. Yakıştıramadım bize bunu geç fark etmeyi. Belki öğretmeni olmasa hiç fark etmeyecektik... Dün okulda ateşi yükselince öğretmeni havale geçirmesinden endişelenip hastaneye götürmüş. Doktorlar anlamışlar bir sorunu olduğunu. Vücudundaki morluklardan, saçındaki dökülmeden, yüzündeki solukluktan... Bizim göz ardı ettiğimiz her şeyi anlamışlar. Test yapmışlar, o sırada bizimkilere de haber vermişler tabii. Ben gündüz evde uyurken beni uyandırmadan çıkıp gitmişler. Uyandığımda onları bulamayınca anladım bir terslik olduğunu. Haberi alır almaz da koştum hastaneye. Girdim de çıkamadım oradan, gelemedim yanına..." Ben sana gelemedin diye hiç kızmadım ki Cemil Alp. "Lösemi diyor doktorlar," diye açıkladı. "Epey de ilerlemiş. Hemen tedavisine başlandı ama... Nasıl fark edemedim? Nasıl gözden kaçırdım ben bunu? Nasıl?!" Duvara inen sert darbeyle gözlerimi yumup elimi kalbime yasladım. Acıyla duvara attığı yumruk kalbime inmişti sanki. Kendini suçluyordu. İşte bu konuda onu en iyi ben anlardım. Can'ı tanımam etmem ama gözümde olduğundan küçük haliyle bir erkek çocuğu canlanmasına sebep olmuştu. Ölüme yakın küçük bir oğlan çocuğu... Taş kesen kalbimin çatladığını hissettim. Hissetmedim bizzat gördüm. Kapıya uzanan elimde gördüm. Alp'in titreyen sesi, zihnime düşen Can'ın görüntüsü... Dayanamadım işte. Bir tepki verme mecburiyetinde hissettim kendimi. O mecburiyet bedenimi harekete geçirdi. Dibimde duran demir kapıya uzattım elimi. Elim tir tir titriyordu ve ben bunun soğuktan olmadığını biliyordum. Uzattığım sol elimi kapıya yasladım. Sıcak avucum demir kapının soğuğuna bulandı. Soğuğu değil de ona uzanan elimi garipsemiştim. Beş ayın sonunda ona attığım ilk adım buydu. Öyle veya böyle... O bilmese de. Ya da biliyor muydu? Yanılıyor olabilirim ama onun da elinin kapıya yaslanığına dair içimde çok büyük bir his var. Sanki az önce yumruk yaptığı eli sakince kapının diğer yüzüne yerleşmiş gibi. Benim elimin üzerine kapanmış gibi... Hepsi birer tahmin, gerçekliği yok ama hissettirdikleri var. Belki konuşmuyorum ama yanında olduğumu bilmeni istiyorum Cemil Alp. Suçun olmadığını anlamanı istiyorum. Kardeşinin iyileşeceğini ummanı diliyorum. Bilmiyorsun ama senin için ben bunları yapıyorum. Her gece sen benim yanımda olurdun ya hani, bugün farklı. Bugün ben senin yanındayım. Kardeşinin acısını paylaşmak için buradayım. "Yapamam," dedi beni duymayarak, çünkü duyuramadım kendimi ona. Sesi çok kötü, çok az geliyordu. Beğendiğim sesi içine kaçmış gibiydi. Kapının dibinde olmasaydım muhtemelen duyamazdım. "Yapamam Hafsa, kardeşim giderse yapamam. Toparlayamam. Onu kaybedemem. Yalvarırım bana bir çıkış yol göster." Hıçkırdığını duydum. Ağlıyordu. "Beni onun iyileşeceğine inandır, yalvarırım. Kardeşin iyi olacak de, onu kaybetmeyeceksin de. Birinin bana bunları demesi lazım. Kendi kendime demekten kafayı yiyeceğim artık. Lütfen..." Ellerimden sonra çenem titremeye başladı. Ne oluyordu? Ağlayacak mıydım onun gibi? Görünüşümün bulanıklaşması buna işaretti fakat... Ağlamıyordum. Titreyen çenemi zoraki bir çabayla açtım konuşmak için. Ne diyecektim? Nasıl diyecektim? Konuşmayı mı unuttun Hafsa? Konuş, konuş, konuş. Konuşamadım. Diyemedim hiçbir şey. Açtığım gibi kapattım ağzımı. Bu onunla konuşmak adına yaptığım ilk ataktı ama sonuna kadar gidemedim. Başarısız oldum. Son yarım yılda olduğum gibi. Nefesimi kesmişler gibi bir acı duydum tam da o an. Acı gözlerimi doldurdu, yüzümü buruşturdu. Acım, Can'ın lösemi oluşundandı. Acım, Alp'in duyduğum hıçkırık seslerindendi. Kendini tutmaya çalışıyordu ama duyuyordum. Aramızdaki kapı yokmuş gibi tüm çıplaklığıyla duyuyordum onu. Ağlıyordu. Kardeşini kaybetme ihtimalini düşünmek bile ağlatıyordu onu. Ah Cemil Alp bir de o ihtimal gerçekleşerse... Kaldıramazsın ki. Kapıya emaneten koyduğum avucumu sertçe bastırmaya başladım. Sözlerimi duymasa bile, elimi hissetsin istedim. İçi soğumazdı belki ama en azından ağlamasını durdurabilirdim. Evet, bunu yapacaktım. Derin bir nefes alıp oturduğum yerde dikleştim. Sol elimin yanına sağ elimi de ekledim. İkisini birden bastırdım. Sanki bir asansörde mahsur kalmışım da nefes almak için tek çıkış yolum önümdeki kapıyı itmekmiş gibi davrandım. Beni böyle davrandıran acısıydı. Paylaştığım acısı... Gözlerimi yumup kapıya yasladığım ellerimi bastırdım ona doğru. Tüm gücümle bastırdım. Öyle ki demir kapıdan gıcırtılar gelmeye başlamıştı. Buradayım, diye bağırmak istedim. Buradayım Cemil Alp! Bağırmak sadece ağızdan çıkan sesle yapılan bir eylem mi olmalıydı? Hayır. Ben ona ellerimle bağırıyordum. Ve biliyordum ki o bu bağırışımı duyacaktı. "Hafsa?" Cevap yok. "Ah Hafsa..." Anladı. "Teşekkür ederim," dedi geldiğinden beri sesine ilk defa ulaşan buruk bir hevesle. "Beni sözleriyle değil, hissettirdikleriyle iyi eden kadın, teşekkür ederim... Göremesem de biliyorum. Orada olduğunu. Burada, yanımda olduğunu..." Başarmıştım, nihayet ona ulaşabilmiştim. Ellerimin baskısını azaltırken sesini duymaya devam ettim. "Ellerin, çok güzel ellerin var. İnce uzun parmakların, süt beyazı tenin, daima kısa tuttuğun badem şekli tırnakların... Çok güzel ellerin var Hafsa ve ben şimdi biliyorum ki; o eller benim için uzanıyor, bana uzanıyor." Cümleleriyle bakışlarım ellerime kaydı. Ellerim gerçekten de tasvir ettiği gibiydi. İnce, tozlu ama açık tenli, badem şekli... Ama bu... Bu nasıl olurdu? O daha beni canlı kanlı görmemişken ellerimin yapısını böylesine detaylı nasıl bilebilirdi? Şaşkınlık. Bana çoğu kez tattırdığı duyguyu yaşadım bir kez daha. Şaşırdım, sustum. Afalladım, gücüm azaldı. "Tek konuşmayan sen değilsin," diye konuştu düşüncelerime yeni binlercesini ekleyerek. "Benim de sana anlattıklarım kadar anlatamadığım çok şey var. Beklediğim anlar var Hafsa... Ne dersin? Günün birinde oturur karşılıklı birbirimize anlatamadıklarımızı anlatır mıyız? Belki o zaman hep güzel şeylerden bahsederiz, kötü şeyler uğramaz hayatlarımıza..." Yükseldiğim yerden yavaşça alçalıp ellerimi kapıdan çektim tamamen. Avuç içlerim uyguladığım baskı yüzünden acımaya başlamıştı. Ancak benim aklım vücudumdaki acıda değildi. Duyduğum soruda ve sorudan öncesinde işittiklerimdeydi... Bana anlatmadığın neler var Alp? Her gün aklıma cevabını bilmediğim bir soru ekliyorsun. Ve ben gün geçtikçe o soruların cevaplarını merak etmeye başlıyorum.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE