Ertesi sabah Arman teslim olan terörist hakkında verilecek karar için birlikle toplantıya kışlaya gitti, yanında Giray'ı da götürerek elindeki videoyu kışladaki komutanlara izletip Genelkurmay Başkanlığı'na durumu bildirmelerini teklif edecekti.
Arman, Giray'a çok umutlanmamasını, Rojhat gibi itirafçı teröristlerin etkin pişmanlık yasasından faydalanabilmesi için herhangi bir terör olayına karışmamış olması gerektiğini ve verdiği bilgilerin gizliliğini koruyup korumadığını bilmediklerini söyledi.
Giray ise onun verdiği bilgilerin şimdiye kadar kimsenin eline geçmediğini, sadece şimdi kendisinin onlara teslim ettiğini söyleyerek şahit olmayı göze almıştı.
Onlar kışlaya gittikleri sırada karakolda derin bir sessizlik kol geziyor, herkes deyim yerindeyse diken üstünde otuyordu. Yemekhanede çıt çıkmıyor, birbirlerine bile bakmadan yemeklerini yiyerek kimi nöbet için mevzilere kimi de dinlenmek için odalara çekilmişlerdi, koğuş olarak kullandıkları odada bulunan sekiz yatakta değişimi gelen kim varsa boşta kalan yatakta uyuyordu.
En sondaki ranzada yatan Merih hâlâ tam olarak yürüyemediği için Aybora'nın desteği ile yemekten sonra koğuşa girmiş, suratı asık keyfi yoktu, Karan'la bile uğraşası gelmemişti. Çünkü hepsinin dilinde Baturalp üsteğmenin itirafçı teröriste attığı dayak dolanıyordu. Onu en son gören Gökmen "Adamın suratı tanınmaz hale geldi çocuklar, ben komutanı daha önce bu kadar öfkeli ve acımasız görmemiştim" demişti.
Sabah hücresine yemek götüren Ediz ise "Adam yemeği yine reddetti. Korkudan mı inattan mı bilinmez adam komutanı görünce sadece gülümsüyor ama verdiği yemeği kabul etmiyor, kafayı sıyırmış galiba" dediğinde hepsinin aklında bir soru dolanıp durmuştu.
Üsteğmen neden bu adama bu kadar nefret kusuyordu ve adam neden sanki bunları biliyor gibi ağzını açıp tek kelime etmiyordu?
Oysa hepsi onun muhabire verdiği bilgilerin önemli olduğunu ve bir çok kez onların hayatını kurtardığını biliyordu.
Onun yine yemeği reddettiğini duyan Baturalp olanca öfkesiyle odasından çıkıp hücrenin olduğu alt kata inerek demir kapıyı bir hışımla açtı. Rojhat demir parmaklıklara yaklaşan Baturalp'i gördüğünde yeni yeni kabul bağlayan dudaklarını hareket ettirerek karşısındaki adama gülümsedi.
Baturalp'i en çok kızdıran şeyin onun saatlerce dayak yemesine rağmen hâlâ gülümsüyor olması olduğunu kimse bilmiyordu ama Baturalp bu gülümsemeden nefret etmişti.
Adam acıdan çığlık atsa, bağırsa çağırsa ya da ağzını açıp tek bir kelime etse bu kadar sinirlenmeyecekti belki de ama adamın gülümsemesi Baturalp'in içini ürpertiyor, sinirlerini bozuyordu.
"Açlıktan ölmeye çalışıyorsan bu kadar uğraşmana gerek yok orospu çocuğu ben çeker vururum seni" diyerek belindeki silahı çıkarıp adamın yüzüne doğru tuttu.
Rojhat iki günün sonunda ilk kez gülümsemek yerine ciddi bir yüz ifadesiyle oturduğu yerden duvara tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı, onun dermansız halini gören Baturalp kaşlarını çatarak yutkunup geriye doğru bir adım attı, silahı ise hâlâ adama doğrultmaya devam ediyordu.
Rojhat, duvara monteli kancada takılı zincirli bileğini göstermek ister gibi sol kolunu hafifçe yukarı kaldırarak ona yaklaşamayağını işaret etti.
Baturalp belki de hayatında ilk kez bir adamla karşılaştığında ondan korkmuştu, terörist olduğu için ya da tehlikeli olduğunu düşündüğü için değildi, nitekim karşısında yürümeye mecali bile olmayan adamda tehlikeden yana eser yoktu. Onu korkutan şey namlunun ucundaki adamın gözlerindeki o bakıştı, sanki onu yıllardır tanıyor, gözlerine bakarak ruhunun tüm çıplaklığını görüyor gibiydi bu adam. İşte o gözlere bir de gülümseme eklenince korkutucu bir huzur Baturalp'i zangır zangır titretiyordu. Bu adam Baturalp için tehlikeydi.
Elindeki silahı sakince indirerek gözlerini kapattı ve derin bir nefes vererek açtı.
"Sana yemek göndereceğim, itiraz etme de ye."
Rojhat onun neden bir anda pes ettiğini anlamayarak kaşlarını yukarı kaldırdı, ardından her zamanki gibi o huzur dolu bakışlarıyla gülümsedi.
"Naxum (Yemem)"
Baturalp oflayarak silahını belindeki kemere yerleştirip "Türkçe konuş" dedi bir kez daha.
Rojhat ise başını iki yana salladı ve bir kaç adım atarak zincirin izin verdiğince Baturalp'e doğru yürüdü.
"Türkçe konuşursam beni anlayabilecek misin?"
Baturalp onun sonunda Türkçe olarak uzun bir cümle kurmasına şaşırarak kaşlarını yukarı kaldırdı. O da Rojhat'a doğru bir adım atarak yüz yüze geldiğinde Baturalp adamın gözlerinden bakışlarını çekip suratında morarmaya başlamış yaralarda göz gezdirdi.
"Şansını dene."
Rojhat, o yaklaştığında kokusunu daha iyi almak için derin bir nefes çekti içine ve Baturalp onun ne yaptığını anlayarak onu sertçe geriye doğru itip kendinden uzaklaştırdı, sonrada kazağının yakasından tutup suratına sert bir yumruk atarak geriye doğru savurdu.
"Geber piç kurusu."
O öfkeyle hücreden çıktığında Rojhat yeniden çenesine darbe aldığı için serbest olan elini yüzüne götürdü. Onun öfkelendikçe şiddetini daha da arttırdığını son iki günde öğrenmişti ama bu umurunda bile değildi, omuz silkerek eski yerine geri dönüp sırtını duvara yaslayarak yere çöktü.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Akşama doğru Merih kendini daha iyi hissettiği için Tan'ın yerine nöbete geçmek için ranzadan kalkıp üniformasını giydi, yatağının yanındaki tüfeğini alıp koğuştan çıkarak koridorda dış kapıya doğru yürüdü.
Karşıdan gelen Karan'ı gördüğünde topallamamak için uzun uğraşlarla yürümeye çalıştı fakat yanından geçen adam hızla kolundan tutup onu durdurdu.
"Nereye gittiğini sanıyorsun mal asker?"
Merih can sıkıcı bir nefes vererek "Elimde tüfekle savaşa gitmediğime göre, nereye gidiyor olabilirim komutancığım?" dediğinde Karan oflayarak Merih'in kolunu bıraktı.
Ondan kendisine komutanım demesini istemişti ama Merih'in bunu komutancığım şeklinde söylemesini beklememişti, o yüzden bilerek yaptığını biliyordu.
Merih'i sırtından koğuşa doğru ittirerek "Daha iyileşmedin askerciğim, yürü git ranzana yat" deyince bu defa Merih sırıtarak onun yönlendirmesiyle yürürken bir anda durup arkasını döndü.
"Benimle uğraşmak hoşuna mı gidiyor Allah'ın manyağı, bırak oğlum peşimi benden sana yar olmaz."
Karan sen ne saçmalıyorsun der gibi yüzünü buruşturarak "Mal mısın lan sen? Üsteğmen seni bana emanet etti, iyileşmezsen ben hesap vereceğim, yürü valla yoksa seni bu defa ben kıçından vururum " dediğinde Merih korkmuş gibi elini ağzına götürüp "Aman diyeyim acı bana komutancığım, vurulursam nasıl askerlik görevimi yerine getiririm, gazi olurum gazi" diyerek güldüğünde Karan "Te Allah'ım sen açtın başıma bu belayı, kalacak elimde sonunda" deyip Merih'i kolundan tutup sürükler gibi çekerek koğuşa soktu.
Merih yürümekte zorlandığı için "Oy anam anam, bırak lan tamam anladık, anladık " diyerek kolunu Karan'ın elinden kurtardı. Ranzasına geri dönerken elleri belinde kapının önünde dikilen adama ters ters bakarak yatağa girdi.
Karan onun içinden söve söve yatağa yatışını izliyor gözlerinden ana bacı giriştiğini tahmin ederek yüzüne boş boş bakıyordu. Sonunda "Bitti mi lan sövmen" deyince Merih kınar gibi gözlerini kısarak "Çok ayıp komutancığım ne sövmesi" deyip yorganı üstüne çekerek sırtını ona döndü.
Karan tövbe çeke çeke odadan uzaklaşırken Merih içinden "Siktiğimin kasıntısı" diye sövmeye devam ediyordu.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yemekhanede ise hararetli bir yemek hazırlığı vardı. Kozan elinde salladığı bir kangal sucukla "Lan önce bunları pişirip yiyelim önce bunlar bozuluyor, sucuklu yumurta yapalım" dediğinde Uruç gülerek "Oğlum sallamasana şunu şöyle, yumurtayı nereden bulacağız gerizekalı aramızda tavuk mu var" dedi.
Ediz erzak dolabının kapağını açıp bütün bir tavuğu çıkarıp "Ahanda burda" dediğinde ise Siraç onun kafasına bir tane geçirip "Lan o ölü ölü, meftaya ayıp" dediğinde hepsi gülerek ne yapacağız der gibi birbirlerine baktılar.
Aybora oturduğu sandalyeden oflayarak ayağa kalkıp "Yav şu küçük adamı niye götürdü komutan, ne güzel ne yiyeceğimize o karar veriyordu" derken diğerleri de başlarını sallayarak ofladılar.
Elleri belinde kapının önünde onları izleyen Karan en sonunda dayanamayıp "Çekilin lan kenara ben yaparım yemeği" deyince "Sen çok yaşa komutanım" nidaları eşliğinde ellerindekileri bıraktılar.
Yemekhanenin kapısının önünden bir hışımla geçen Gökmen'i gördüklerinde ise ne olduğuna bakmak için mutfaktan çıktılar.
Karan onun arkasından "Gökmen" diye bağırdığında Gökmen elinde tüfekle hızla arkasını döndü.
"Efendim komutanım."
Karan da dahil herkes merakla ona bakarken Gökmen'in yüzündeki korkuyu gördüklerinde bir şeyler olduğunu anlamışlardı.
"Ne oldu lan?" diyen Aybora'ya Gökmen oflayarak "Hücredeki terörist kafayı yedi, zincirini çekerek bırakın beni, burdan gitmem lazım" diye bağırıp duruyor, Üsteğmene haber vermeye gidiyorum" dediğinde sessizliğini koruyan teröristin sonunda taşkınlık yapmaya başladığını anlayan askerler birbirlerine bakarken Gökmen beklemeden üst katın merdivenlerine koştu.
Baturalp'in yüzbaşının odasında olduğunu bilerek kapıyı çalıp "Gir" komutunu aldığında hızla odayı girip selam verdi.
Arman'ın masasında kaybettikleri mazot ve odunlar için çözüm yolu düşünen Baturalp odaya giren askerinin telaşlı halini görünce koltuktan kalkarak "Ne oldu asker?" diye sordu.
Gökmen hızla konuya girip "Komutanım hücredeki teröriste yemek götürmeye gittim, adam bileğindeki zinciri kopartmaya çalışarak bağırıyor, beni çıkarın burdan, buradan gitmem lazım diye bağırıyor" diyerek rapor verdi.
Baturalp'in yüzünden geçen öfke dalgasıyla çenesi seğirdi, sonunda teröristin gerçek yüzünü ortaya çıkarttığını anlamıştı, sadece iki gün dayanabilen adama olan nefretinin ne denli doğru olduğunu anlamıştı, bunların hepsi aynıydı. Güya teslim olarak kendilerini acındıp devletten af bekliyorlardı.
Bu düşüncelerle odadan fırlayan Baturalp alt kata inen merdivenleri inerken karakol binasını inletir gibi sert adımlarıyla hücre odasının olduğu kata girdi ve bir hışımla demir kapıyı açtı. Demir parmakların arasında hâlâ duvara monteli halkayı kopartmaya çalışan Rojhat onu gördüğünde gözleri dolu dolu baktı.
Baturalp'in boğazından fırlayan "Aç şurayı" bağırışıyla Gökmen demir parmakların kapısını anahtarla açtığında Baturalp, Gökmen'e dış kapıyı göstererek "Çık dışarı " diye emir vererek hücrenin içine girdi. Gökmen korkuyla odadan çıktığında Baturalp, Rojhat'ı yakasından tutup suratına sert bir yumruk attı.
Rojhat'ın tekrar dudağı patladığı için kanarken Baturalp "Lan orospu çocuğu iki gün dayandın lan iki gün" diye bağırırken yakasını bırakmadığı adamın çenesine bir yumruk daha atarak onu duvara fırlattı.
Rojhat duvara çarparak dizlerinin üstüne düştüğünde Baturalp bu defa onun karnına sert bir tekme atarak "Hepiniz aynısınız piç kuruları, barışmış. Sikerler barışınızı" derken yerde yatan adamın karnına bir tekme daha atıp ensesinden tutup yüzünü yüzüne çevirdi. Yüzü gözü kan revan olan adamı yerden kaldırıp bir kez daha duvara ittiğinde Rojhat'ın bir çare kolunu tutmasına yüzünü buruşturarak yere tükürdü.
Rojhat moraran gözlerini aralayıp kendisine nefretle ve tiksintiyle bakan Baturalp'in gözlerine bakarak gülümsedi, bu gözler onun ölüm sebebi olacaktı, o masmavi denizde boğulacaktı, bunu onu ilk gördüğünde anlamıştı.
Baturalp ona hâlâ gülümseyerek bakan adamın bakışlarından korkarak kesik bir nefes verdi. Karşındaki adamın gözlerinde korkuya dair hiçbir iz yoktu, sanki ölüme giden bir adamın huzuru vardı.
Ellerindeki titreme tüm bedenine yayılırken Rojhat kan dolu ağzıyla dudaklarını araladı.
"Gelecekler komutan, karakola gelecekler, beni almaya gelecekler."
Baturalp duyduklarına kaşlarını çatarken Rojhat'ın eli ona uzandı.
"Konuşmamam için beni öldürecekler komutan, beni onlara verme."
Baturalp onun söylediklerini algılamaya çalıştığı sırada Rojhat'ın sırtını arkasındaki duvara yaslayıp yere çöktü.
"Öldür beni komutan, çek silahını vur beni, leşimi bırak dağlara, buraya gelmesinler, sizlerden birinin canına zarar gelmesin."
Baturalp öfkeyle onu yakasından tutup ayağa kaldırarak "Ne diyorsun lan sen?" dediğinde Rojhat koyu kahve gözlerini masmavi denizlere bıraktı.
"Kurdu çakala boğdurma komutan, öldür beni."
Baturalp onun yakasını bırakınca ayakta durmak için zorlanan Rojhat yere düştüğünde Baturalp belindeki silahı çıkarıp adamın alnına dayadı.
"İlk senden başlayıp hepinizin leşini o dağlara sereceğim orospu çocuğu."
Rojhat son kez gülümsedi. Sonunda gözlerini bir kaç gün de olsa görebildiği, kokusunun neye benzediğini ezberleyebildiği, sesini nefret kusarkan de olsa duyabildiği, ona dokunan ellerin öldürmek ister gibi tüm bedenini harap etse de dokunulabildiği, hayallerindeki denizlere kavuşamasa da belki bir gün kaderin onları yeniden başka bir hayatta farklı şartlarda tanıştırmasının arzusuyla kapattı gözleri.