1. Dağ Ayısı!
İnsan hayatını kurtarmaya yemin ettim. Ama kimse bana, sınır hattında ölümle burun buruna gelen bir görevde, çamura saplanmış bir jiple cebelleşeceğimi söylemedi.
Ankara’daki odaların havası, giydiğim beyaz önlük, titizlikle yıkadığım eller… Şimdiyse direksiyon başında üstüm başım kurumuş toprakla kaplı halde, çamura saplanmış lastiğe küfür ediyordum.
“Kızım sen cerrahsın, oraya sadece destek için gidiyorsun,” demişlerdi. Evet, destek. Ama keşke biri bana bu desteğin bataklığa saplanmış bir aracı ittirmek olduğunu söyleseydi. Motorun homurtusu dindiğinde, etraf sessizliğe gömüldü. Telefon çekmiyordu. Sınır bölgesi dedikleri yer, Türkiye - Suriye hattına yakın, taşla toprağın iç içe geçtiği bir askeri kamptı. Haritada adı geçen yer : Şehit komando üsteğmen A.Y. Sınır Üssü.
Zor bela jipi çıkarıp, üstüme başıma bakmadan direksiyona oturdum. olacak iş miydi? Yaklaşık yarım saat sonra sonunda gelebilmiştim. Birazda olsa kendime çeki düzen vererek araçtan indim. kapıda iki nöbetçi asker vardı, arka tarafa yönelerek bagajı açtım ve valizimi aldım. işte şimdi başlıyorduk. Valizi sürüye sürüye nöbetçi askerlerin karşısında durdum. Birinin dudağı kıyıya çekilmişti, bastırılmış bir gülüş gibi. Diğeri ise göz ucuyla üzerime baktıktan sonra gözünü kaçırdı ama içindeki eğlenceyi gizleyemedi.
çamur, dizime kadar tırmanmıştı. Beyaz gömleğim lekelerle savaş kaybetmiş gibiydi. Ayakkabılarımın ne rengi kalmıştı ne şekli. Derin bir nefes alarak konuşmaya hazırlandım.
"Görev için geldim," düz bir sesle, Çamur akıntısını hiçe sayarak çantama uzanıp dosyayı çıkardım.
" çamurdan doğmuş gibi," diye fısıldadı biri.
" komutan bu halini görse, savaş ilan eder sanırım,” diye diğeri ekledi.
" karargaha makyaj malzemesi taşıyan yeni tim geldi beyler!" bu ses arka taraftan gelmişti. Hepsi gülmeye başladığında içimden türlü senaryolar belirdi. Mesela tek tek ameliyat masasına yatırıp, lokal anestezi vermeden dikiş atmak.
" Bittimi eğlenceniz?" diye tek kaşımı kaldırarak baktım. Sesim sakindi ama yeşil gözlerim yeterince uyarı veriyordu. içlerinden biri ciddileşip telsizi kaldırdı.
" karargâh, burası giriş noktası. kadın personel geldi, görevli olduğunu söylüyor. Evraklarını ibraz etti." Birkaç saniye sonra telsizden bir ses duyuldu. sert, net, otoriterdi:
"Adı?"
" Adel Yılmaz, komutanım." Bir tık sessizlik oldu.
"Onu odama gönderin." Askerlerden biri hafif başını eğdi. utanmasa hâlâ gülmeye devam edecekti, ama saygı çizgisini geçmemeye dikkat ediyordu.
" Buyurun Doktor Hanım, komutan sizi bekliyor. Umarım çamur izleriniz onu da etkiler." Gözlerimi devirdim. Omzumu silkeleyip valizimi çektim. Ayaklarımın çıkardığı " şlap slap" sesi her adım boyunca yankılandı. Girişe geldiğimde valizimi içerideki kapının yanına bıraktım. Eee... ben şimdi hangi odaya girecektim. koridorda ilerlemeye devam ederek kapıların üzerindeki yazılara baktım.
" Dümdüz, komutanın odası tam karşınızda." Arkamdaki sesle irkildim. Geri döndüğümde beni sırıtarak izleyen girişteki asker vardı.
“Biraz ses vererek yaklaşsaydın keşke.” dedim hırsla, ve tekrar arkamı dönerek bana 5 adımlık mesafedeki odaya ilerledim. kapının üzerinde " Yzb. Ateş Avcı " yazıyordu. " Baya çekici bir isim."
“kendiside öyledir," dedi girişteki asker. Ben bunu seslimi dile getirdim? Yüzüm kızarmaya başlarken kapıyı çalarak hızla içeri daldım. Arkamda kalan askerin dalgasını çekemezdim.
“Gir demedim." Ses tok, sabırlı ama kesinlikle sabırsızlığa tahammülü olmayan biriydi bu. Donup kaldım, kapı aralık, ben yarım adım içeride, burnumdan nefes verip kafamı kaldırdım. Yüzbaşı koltuğunu ağır ağır döndürerek bana döndü. Gözlerim önce bakışlarına takıldı. Siyah zifiri karanlık gözler, odadaki ışıkla birlikte keskinleşmişti. Bir bakışta tartan, ölçen, sınır çizen türdendi. Bakışlarını üzerimde şöyle bir gezdirdi. Elbette çamurlu pantolonum, lekeli gömleğim ve dağılmış saçlarım vardı. Ve şuan zihninde sayfalarca espri biriktiğine emindim.
“Ne o? Görev yazısını çamurun içinden mi çıkardınız? Ya da bu, sınırda yeni bir kamuflaj tekniği mi?" Çenesini hafif yukarı kaldırıp dosyamı işaret etti. Elimdeki dosyayı sıktım. Gülümsedim, ama tabi sahte bir gülümseme. ilerleyerek dosyayı uzattım. Elimden alarak hafifçe geriye yaslandı.
“Eğer istersek bu tekniği eğitim notlarına geçirebilirim, komutanım. Üzerimdeki çamurdan rahatsız olduysanız yapacak bir şeyim yok. Coğrafi şartlar işte," dedim. Gözlerini kıstı. Bir yandan dosyayı incelerken konuştu : “ Dilin keskin."
" kişiye göre, komutanım." Dosyayı bırakarak çatık kaşlarla yüzüme baktı. Ardından yerinden kalkarak, masanın etrafından dönüp bir adım attı bana doğru.
" Lafta sokarmış Doktor Hanım." Gülümsedim, " altta kalmayı sevmem."
" Üste alırız o halde," dedi. Yutkunduğumda dudakları yukarı doğru kavislendi. dakka bir gol bir. kim bilir daha neler işitecektim.
“ Biraz edep lütfen." dedim dik dik bakarak, sesim fazla kısık çıkmıştı. Elbette böyle bir adamın karşısında öyle çıkardı, adı gibi ateşti. keskin hatlı çene çizgisi, sert ve kararlı bir burnun altında duran dudaklar... Ama asıl etkileyen gözleriydi. Bakarken aynı anda hem uzaklaştırıyor hem çekiyordu. kaşları belirgin, kirpikleri şaşırtıcı derecede uzundu.
“Sana lojmanı ve odanı göstereyim... Önden buyur," Hadsizliği diz boyu. Sert bir nefes verip arkamı döndüm. Odadan çıktığımda tam yanımda yerini aldı. fazla uzundu, tam omuz hizasına geliyordum. Adımlarına yetişmem zordu,bu yüzden biraz koşturuyor gibiydim. Bastığı her yer ise onunla aynı ritme girmek zorundaymış gibiydi. koridoru geçerken birkaç asker başıyla selam verdi. Ama gözleri üzerimde biraz fazla uzun kaldı. Tabi çamurlu halime ve yüzümdeki Şimdiden bıkmışlık ifadesi dikkatlerini çekmişti.
Valizimi peşimden sürükleyerek Ateş Avcı'yı takip ettim. Adımlarını normal atmasına rağmen benden 3 metre ötedeydi. “ O kadar yol geldim, üstüne birde bataklıkla cebeleştim. El insaf yahu !" Can çekişen sesim ona ulaştığında durdu. kafasını çevirerek kısa bir bakış attı.
" Ne yapmamı bekliyorsun, kucağıma falan almamı mı?" Gözlerimi devirdim.
“kucağında olma gibi bir hayalim yok ! Valizime el ata bilirdin. " Yanından hızla geçerek karşı lojmana ilerledim. Belliki bu adam benimle çok uğraşacaktı.
“Dilin kadar elinde hızlıdır şimdi, bak işte nede hızlı yürüyorsun." Dalga geçer gibi yine laf sokmuştu, benimle derdi neydi ? Lojmana girirken arkama laf yetiştirmeyide ihmal etmedim.
“Sizin kadar hadsiz, ve odun birini görmedim!" dedim dişlerimin arasından. Lojman üç katlıydı, ne yazık ki asansörüde yoktu. Şimdi merdivenleri valizimle birlikte çıkma savaşı verecektim.
“Tüh! Çok üzüldüm şimdi ,halbuki benden centilmeni yok." dedi gülünç bir sesle, dişlerimi sıktım. Hiçbir lafın altında da kalmıyordu.
“Hangi katta odam? Söyleyinde gidin artık başımdan ! " Gülme sesi geldi. Yok kesinlikle benimle eğleniyordu.
“Üçüncü kat, sol taraftaki kapı ve anahtar üzerinde. Sana bol sans Doktor Adel." Arkama döndüm, tam dibimde ellerini arkadan birleştirmişti. Yüzünde ise gülümseme değil ciddi bir ifade vardı. " Ha bide, 2 saat sonra odamda ol. Reviri gezdireceğim."
Son cümlesi buydu. Ciddi ciddi arkasını dönüp gitti, “ yok artık ! insanlıkta ölmüş," diye bağırdım. Geri gelir sandım ama gelmedi. “İş başa düştü Adel.” Valizimin sapından tutarak merdivenleri çıkmaya başladım. Çok sinirliyim, ” insan bir el atar ! kadın halimle nasıl çıkayım şimdi?” Söylene söylene sadece beş basamak çıkabildim.
“kimseye ihtiyacın yok Adel, kos koca arabayı ittin. Bunumu yapamayacaksın." Ama düşerdi o yüz başı ellerime, çekeceği vardı artık benden." kazıdım seni aklıma, Ateş Avcı. Hadsizliğinle, bakışınla, hatta adım adım uzaklaşırken bıraktığın o umursamazlıkla.Medeniyetten yoksun adam?"
10 dakikanın sonunda, odama ilk adımı attım. Etrafı gezmeden önce zemin parkeye sırt üstü uzanıp, derin nefesler alıp verdim. Soluğum kesilmişti resmen. Bir kaç dakika öylece bekledikten sonra doğruldum. Valizimi içeri çekip kapıyı kapattım, ve üzerimdeki kirden derhal kurtulmak için soyunmaya başladım. Güzel bir duşun ardından, reviri kendim bulup kendim tanırdım. " O dağ ayısına ihtiyaç yok?"
Soyunduktan sonra uzun uzun suyun altında bekledim. Ardından duştan çıkıp üzerime beyaz mini bir elbise geçirdim. kestane rengi saçlarımı kurutarak serbest bıraktım, dudaklarımada nemlendirici sürdükten sonra hazırdım. kıyafetlerimi sonra yerleştirmeyi not ederek odadan çıktım. Reviri bulamasamda bir askerden yardım alırdım. Sonuçta bu koca yerde bir o dağ ayısı yoktu.
Öğlen güneşi tenimi yakmadan hızla karargâha girdim. Yüzbaşı'nın, odasını es geçerek sağ tarafımdaki karidora ilerledim. Çok şükürki karşıdan üç asker geliyordu. Gözleri üzerimde donakalmıştı.
" Az önce çamurdan çıkan doktor değilmi o?" dedi ortadaki asker. demek oluyorki hepsinin hafızasına kazınmışım.
" Ta kendisi ve daha güzel haliyle karşımızda." Yanındaki başka bir asker beni baştan aşağı süzerek gülümsedi. “ Yavşamanında böylesi, nereye düştüm ben?" diye içimden geçirdim.
“Acaba bana revire kadar eşlik eder misiniz?"
" Her yere ederiz siz yeterki isteyin." diyen ortadaki mavili gözlü askerin 34 dişi birden göründü.
“Gelmeniz iyi oldu, benimde birkaç yerim ağrıyordu." dedi bir diğeri.
" Benim adım Ali, sizin neydi acaba?" Hangi birine cevap vereceğimi şaşırdım.
“Adel ben, ve biri beni artık revire götürebilir mi?" dedim ciddiyetle. Ağızlarının suyu akıyordu resmen.
“Ben götürürüm!" Üçüde herbir ağızdan konuşup dalaşmaya başladılar. Biri ben diğeri hayır ben diyordu. Şuracıkta tepinsem ne olurdu?
"Ben kendim bulurum ! kesin dalaşmayı." diye çemkirdim, üçüde sustuğunda o tanıdık ayak sesini duydum. Sert, tok, zemini titreten. Askerler hazırola geçerek arkamdaki noktaya odaklandı.
“üçünüz yirmi dakika sonra odama gelin !" Bu dağ ayısının sesiydi.
" Emredersiniz, komutanım !" dediler korkuyla. Eee, bu kadar dalaşmaya bu ses tonunu hakediyorlardı. Askerler göz ucuyla bile bakmadan yanımdan geçip gittiler. Tabikide titreye titreye.
“Burada yarım bir elbiseyle gezemezsin. Üstelik sana odama gel dedim doktor !" Yönümü hızla ona çevirdim.
"Bir dağ ayısına ihtiyacım yok, yüzbaşı." kaşları çatıldı, göz ucuyla bacaklarıma baktığını yakaladım. Utanmadan dikizliyordu bide.
" Dağ ayısı öylemi? göstereceğim sana ben ayıyı." histerikçe gülümseyip kollarımı göğsümde bağladım.
" Hadi ya, yeterince göstermedinmi?"
" Yeterince göstersem, karşımda böyle durmaya utanırdın doktor. Şimdi gidip şu bacaklarını örtüp odama gel," eh! Ama artık bu adam fazla olmaya başlamıştı.
" Ben senin askerin değilim ! Bana emir veremezsin! Bacaklarım seni, rahatsız ediyorsada o gözlerine sahip çıkarsın." dedim üzerine yürüyerek. Dudaklarının kenarında silik bir gülümseme oluştu.
" Bacakların rahatsız etmiyor. Buradaki 252 askeri tahrik ettiği gibi, benide tahrik ediyor." dedi hiç tereddüt etmeden. Ben utandım o utanmadı, üstüne üstlük küçük bir adımda tam dibimde durdu.