2. Gece Yarısı Misafiri

1749 Kelimeler
Bakışları gözlerime mıhlanmıştı. Ne bir anlık kaçış, ne de bir utanma… Sanki içimi okuyordu. Öyle bir baktı ki; bedenimin dışını değil, ruhumun en savunmasız köşesini aradı gözleriyle. “Tahrik olacak kadar doluysan benim sorunum değil!” dedim sonunda. “Önden buyur, Doktor. Revir, ilerden sağda.” Dediğimi duymazdan gelmişti dağ ayısı. Tek kelime etmeden sırtımı döndüm ve dediği yöne sert adımlarla ilerledim. Ayak sesleri, tam arkamdan geliyordu. Sanki bir gölge gibi… Sessiz ama varlığını unutturmayacak kadar güçlü. Revirin önüne vardığımızda yan yana durduk. “Orası senin alanın. İçeri gir, bir göz at. Eksik varsa not al,” dedi. Bu kez daha resmi, daha mesafeli. Ama ben onun yüzüne takılı kalmıştım. Kaşlarının ortasında hafif bir kırışıklık vardı, sanki hep bir şeye sinirliymiş gibi. Çenesine uzanan sakalları düzenli, teni bronzdu. “Daha sık görüşmemek üzere, dağ ayısı,” dedim alaycı bir tonda. Arkamı döndüm ve tüm dikkatimi adımlarımın sesine vererek, içimdeki karmaşayı bastırmaya çalıştım.Tam kapı koluna uzanırken, arkamdan onun sesi geldi. “Daha sık görüşeceğimize eminim.” Sözlerindeki o kendinden emin tını…Ah evet, umarım bu karşılaşma bir istisna olur, bir alışkanlık değil. Revirin kapısı arkamdan yavaşça kapanırken içerideki serinlik yüzüme vurdu. Buram buram antiseptik kokusu sanki beni gerçekliğe çekti. Gözüm hemen raflara, yataklara, duvarlardaki planlara takıldı. Her şey nizami. Burası benim alanım. Şimdi nefes alabilirim. Derin bir nefes alıp adımlarımı yavaşlattım. Parmak uçlarım rafların üzerinde gezindi, gözlerim her köşeyi not edercesine taradı. Etrafta gezindikçe eksikler bir bir ortaya çıkmaya başladı. Bazı ilaçlar tarihe yaklaşmış, pansuman malzemeleri eksilmişti. Küçük not defterimi çıkardım, el yazımla acele etmeden satır satır yazmaya başladım. Lidokain azalmış. Bandaj rulosu eksik. Gazlı bez kutusu neredeyse boş… Dolapların içini tek tek kontrol ettim, bir yandan zihnimde plan yapıyordum. Hangi gün stoklar yenileniyor, envanter ne zaman teslim ediliyor… Kafam yeniden o tanıdık düzene oturuyordu. Köşedeki askıdan beyaz önlüğümü aldım, koluma geçirdim. Kumaşın serinliği tenime değdiğinde, içimde tanıdık bir güven hissi doğdu. Tamam. Şimdi görev başındayım. Henüz sandalyeme oturmuştum ki, kapı iki defa tıklatıldı. “Gelin!” dedim yüksek sesle. Kapı hafifçe aralandı, iki genç asker kafalarını uzattı. Gözlerinden muzurluk akıyordu. Bunlar az önce dalaşan kişiler değil miydi? “Doktooor Hanım…” dedi biri gülümseyerek. “Biz hasta olabiliriz.” “Olabilir misiniz?” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Yani emin değilsiniz?” Diğeri hemen atıldı, elini göğsüne götürüp sanki acı çekiyormuş gibi yaptı. “Komutanım! Sanırım kalbim sıkışıyor. Tansiyonumda problem var!” “Ya da başka bir şeyden sıkışıyordur,” dedi arkadaşı alttan alta gülerek. İkisi de kendini zor tutuyordu. Kollarımı kavuşturup hafifçe yana eğildim. “Yoksa ‘dağ ayısı’ size fazla yaklaştı da, ondan mı kalbiniz zorlandı?” Askerler kahkahayı patlattı. Biri dişlerini göstererek, “Yüzbaşımız öyle bakınca insan ister istemez tansiyonunu sorguluyor, ayrıca dağ ayısı ayıp oluyor.” dedi, çokta umrumdaydı ayıp olduğu. “Bizim timde kimse göz göze gelmeye cesaret edemez onunla. Delta Timi bu, on beş kişiyiz, ama birimiz bile fazla konuşmaz onun yanında.” sonra aniden kapıyı sonuna kadar açıp ikisi birden içeri daldı. “Buyurun, sanki burası sahra sineması,” dedim ellerimi açarak. Ama onlar çoktan revire yayılmıştı bile. Biri boş yatağa attı kendini, diğeri bir tabure çekip oturdu. “Burası cennetmiş ya,” dedi uzanan. “Klima gibi serinlik var. Sakin, sessiz, huzur dolu…” Gözlerini kapatıp ellerini başının altına koydu. “Ben burayı mesken tutayım en iyisi. Kalbim hassasmış, doktor raporlu uyuyorum artık burada.” “Uyuman için önce yaşaman gerekiyor,” dedim yan gözle bakarak. “Ve şu an bu davranışlarınızla benden yaşama isteği değil, bizzat boğma arzusu alıyorum.” Tabureye oturan asker gülerek öne eğildi. “Doktor Hanım, sizin mizahınız yüzbaşımızdan bile keskin çıktı. Onunki daha çok… eh, sessiz tehdit gibi.” “Delta Timi değil mi?” dedim dalgınca. “On beş kişisiniz?” “Evet. Biz ‘Delta’nın çiçekleri’,” dedi yataktaki, elleriyle havaya hayali yapraklar savurarak. “Yüzbaşımız da bahçıvanımız… Sert budar ama güzel büyütür.” Diğeri kahkahayı bastı. “Senin budanacak çok yerin var zaten. Adam geçen hafta sana yalnızca ‘bakmıştı’, üç gün yemek yiyemedin.” “O bakış…” dedi yataktaki ürpererek. “Kalbimi değil, midemi sıkıştırdı.” Gülmemek için dudağımı ısırdım. Yüzbaşıyla aramdaki ilk karşılaşmayı düşününce bu “bakış meselesine” pek de haksız değillerdi. İçimi tarayan gözlerini unutmak kolay olmayacaktı. Ama tabii ki bu çocuklara bunu belli etmeye hiç niyetim yoktu. “Asıl senin midene değil de egona batmış olabilir,” dedim. “Ve tabii ki revire gelme bahanenizin kalp ya da tansiyon değil, bir şeylere duyulan aşırı ilgi olduğunu net şekilde tespit ettim. Tıbbi terimi: Merak yarası.” Yatakta yatan asker gözlerini açmadan mırıldandı,“Yüzbaşımızı çözemedik biz Doktor. Adam sanki karanlıktan doğmuş, ışıkta durunca bile gölgesi daha uzun.” “Ha bir de konuşmuyor doğru düzgün,” dedi taburedeki. “Konuşsa da zaten istemiyoruz. Yüzbaşı’nın her cümlesi hayat dersi gibi. Ama böyle ‘hadi hayatını sorgula’ dersi.” Koltuğumdan kalkarak ikisine ciddi bir bakış attım. “Kalkın bakalım,” dedim. “Şu tansiyon cihazıyla biraz gerçeklik kontrolü yapalım. Sonra da size birer kaşık ‘düzen’ yedireceğim. Tatlı niyetine, afiyetle.” Onlarla dağ ayısını konuşacak değildim. “Ah, Doktor Hanım… Sizinle savaş bile şeker gelir vallahi,” dedi biri gülerek. Ben de gülümsedim. İyi başladık. Bakalım bu dağ başı gerçekten ne kadar sessiz kalabilecek. “Biz buradayız, bir şeye ihtiyacınız olursa…” dedi diğeri, sesi biraz fazla kendinden emindi. Ne ihtiyacım olacaktıki? “Evet, çok naziksiniz,” dedim. Soğuk ve net bir tonla. “ bir şeye ihtiyacım olursa mutlaka size bildireceğim.” İkisi de birkaç saniye duraksadı. Sonra büyük olan hafifçe başını eğdi, diğerine kaşla işaret etti. “Tamam o zaman, biz gidelim,” dedi. Sadece başımı salladım. Çıkarken hâlâ arkalarından konuşuyorlardı. Onları dinleyecek hâlim yoktu. Çantamı toparladım, dosyaları kenara ittirdim. Önlüğümü çıkarıp masamın yanındaki ayaklı askıya astım. Şimdi gidip uyuma zamanıydı, gün benim için fazla yorucu geçmişti. Şu Delta Timi’ni merak edemedende duramıyordum. 15 kişilik grup, oldukça önemli bir tim olmalılar. Revirden çıktıktan sonra lojmanın yolunu tuttum. Bahçede yüzden fazla asker vardı, hepsi büyük ihtimalle mola saatindeydi ve oldukça rahattılar. Üstümde olan bakışları es geçtim. Lojmandaki küçük daireme girdiğimde içimdeki yorgunluk, dört duvar arasında birden büyüdü. Ayakkabılarımı fırlattım, saçımı gelişigüzel topladım ve küçük valizimi açıp içinden yumuşak dokulu lacivert geceliğimi çıkardım. Üzerimdekileri çıkarıp ince askılı geceliği giyerken derin bir nefes aldım. Kumaşın serinliği tenime dokunduğu anda bir parça huzur buldum. Işıkları söndürerek uyuyacağım odaya geçtim. Tam yatağa uzanacakken, telefonumun titremesiyle irkildim. Ekranda tanıdık bir isim: “Uğur Arıyor.” Bir an tereddüt ettim ama sonunda açtım. “Adel?” Sesinde tanıdığım o kontrolcü, hep haklı olma çabası taşıyan ton vardı. “Ne oldu Uğur? Gece gece…” “Yani bir gün bile haber vermez misin buradıyım diye? Kayboldun sanki.” “Kaybolmadım. Görevdeyim. Önceden söyledim bunu sana.” “Sadece ‘görev’ dedin. Ne zaman döneceksin, nerede kalıyorsun, kiminle çalışıyorsun—hiçbir şey bilmiyorum.” “Bunu konuşmuştuk. Bazı görevlerin detayı yok Uğur. Zaten biz artık—” “Sakın,” diye böldü sesimi. “Henüz ‘biz artık’ noktasına gelmedik. Sen sadece… kaçmayı seçtin.” Derin bir nefes aldım. “Kaçmadım. Sadece… yoruldum. Sürekli açıklama yapmak zorunda kalmaktan, sürekli anlaşılmamaktan.” “Ve buna çözüm, sıfır iletişim mi? Arayıp iki kelime etmeni istedim sadece. Şu an sesini duymasaydım, hâlâ hayatta mısın bilmiyor olacaktım.” Elimle alnımı ovalamaya başladım. “İyiyim, Uğur. Merak etme. Şimdi izninle uyuyacağım, görüşmek üzere.” Bir şey demesini beklemeden telefonu yüzüne kapattım. Onun kontrolcü davranışlarıyla uğraşamayacaktım. Telefonu sessize alıp yüz üstü yatağa uzandım. Gözlerimi kapattığımda beynim, bugünün görüntüleriyle doluydu. Yüzbaşı’nın gözleri, Delta Timi’nin muzipliği… Kendimi uykunun sessizliğine bırakmak üzereydim ki, kapı iki defa tıklandı. Gözlerimi araladım. “Ne? Şaka mı bu?” dedim kendi kendime. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı araladığımda, karşımda bir gölge gibi dikilen o tanıdık yüzle karşılaştım. Yüzbaşıydı. Üniformasının üzerindeki ceketini çıkarmış, elinde sade ama özenli hazırlanmış bir tepsi tutuyordu. Üzerinde bir tabak yemek, bir dilim ekmek ve katlanmış bir peçete. Bir saniye boyunca sadece baktım. “Gece nöbetini bitirmişsiniz anlaşılan, Yüzbaşı,” dedim hafif alaycı bir tonda. “Yoksa son görev: Aç kalan sivilleri beslemek mi?” “Akşam yemek saatini kaçırmışsınız. Dikkat ettim,” dedi sade bir sesle. “Şef garsona haber vermeyi düşündüm ama bu yol daha kısa geldi.” Gözlerimi kısıp eğildim. “Bu ne centilmenlik böyle? Yoksa dağ ayısı evrim mi geçiriyor?” “Henüz değil,” dedi duraksamadan. “Ama aç bir doktor, sinirli bir doktordan daha tehlikelidir. O yüzden… önlem.” Tepsiyi uzattı. İstemeden bir gülümseme yerleşti yüzüme. Tepsiyi aldım, ellerimiz kısa bir anlığına değdiğinde ürperdim. “Teşekkür ederim. İlginç bir gece oldu, Komutan.” dedim, gözleri geceliğimin göğüs dekoltesinde fazla oyalandı. “Daha ilginç geceler olabilir, Doktor,” dedi kısık bir sesle. “Geldiğimden beri bana asıldığınızın farkındayım. Ve şunu bilmenizi isterim; hiç şansınız yok.” Karanlık bakışları yeşil gözlerimde durdu. “Asılmadım sana…Asılmamı istediğin için öyle anlamışsın.” Hem suçlu hem güçlü. “Cümleleriniz ve bakışlarınız o yönde değil dağ ayısı!” Sırıtarak göz kırptı, ardından hiç bir şey yokmuş gibi arkasını döndü. “İyi dinlenin.” Uzaklaşırken aramızda kalan birkaç adımlık mesafeyi buz gibi bir sessizlik doldurdu. Geceliğimin eteklerini düzeltip, kapıyı kapatmadan önce son kez arkasından seslendim: “Bu kadar emin olma kendinden, Yüzbaşı.” Durdu. Geri dönmedi ama bir anlık tereddütle adımlarını kesti. “Kendine fazla güvenenler ya zaferle ya da rezil olarak bitirir bu tür oyunları. Ben izlemeyi severim.” Kapının tokmağı elimdeydi. Laf tam yerine oturmuştu. İşte bu Adel! Umarım cümlem bıçak gibi batmıştır ona. Ne zaman biri böyle susarak hükmetmeye çalışsa, ben ya kavga ederim ya da kaçarım. Ama bu adamda… kaçmak istedikçe sanki daha da çekiliyordum içine. Korkutucu derecede sakindi. Salona geçtim. Tepsiyi küçük masaya bıraktım. Yemek sade ama sıcak görünüyordu. Bir kaşık çorbayı ağzıma götürdüm. Tuzlu, biraz acı… ama garip şekilde içimi ısıttı. “Bu bir ‘özür’ değil,” dedim içimden. “Sadece görev icabı.” Kendime güldüm. “Gece 23.00’te kim görev gereği bir kadının kapısını çalar ki? Hele ki üniformasını çıkarmışken…” Yemekten birkaç lokma daha aldım. Her çatalda bir parça düşüncem değişiyordu. Bir an Uğur’un sesi doldu kafama. Karşılaştırmak istemesem de zihnim kıyaslamayı çoktan yapmıştı bile. Uğur kontrol ederdi, bu adam ise kımıldamadan sınırlarını zorlardı. Yemek bitince boş tabağı tezgâhın köşesine bıraktım. Geceliğimin askısı omzumdan hafifçe kaydı, onu düzeltmeden yatağa uzandım. Bugün, sadece tıbbi değil, duygusal olarak da envanter kontrolü yapmış gibiydim. “Delta Timi: 15 asker, bir dağ ayısı, ve bir adet… duvar yıkıcı bakış.” Yastığıma gömülürken kendi kendime mırıldandım: “Umarım bu sadece bir başlangıç değildir…çünkü bu adama her gün katlanmak ciddi yan etkilere yol açabilir.” Gözlerim yavaşça kapandı. Dışarıda uzaklardan gelen asker sesleri bile artık ulaşamıyordu bana.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE