3. Delta Timi

2145 Kelimeler
Yzb. Ateş Avcı. Sabah beş sıfır beşte gözümü açtım. Açmamla birlikte harekete geçtim. Hareketsiz kalan kas çürür. Karar veremeyen adam ölür. Ben ikisini de beceremem. Delta Timi, dağdan tepeye, cehennemden geri gelmiş adamlardan oluşur. Ve bu sabah, cehenneme yine uğrayacağız. Yataktan doğruldum. Rutin işlerimi hallettikten sonra üniformamı titizlikle giydim. Odamdan çıktım. Lojman kısmındaydık. Odam, onunkiyle —Adel’inkiyle— karşılıklıydı. Kapısı hâlâ kapalıydı. Komşu olduğumuzu bilse kafayı yerdi.Neyse. Yavaş adımlarla merdivenlerden inip beton zeminli koridordan geçtim. Karargâhın köşesindeki koğuşa doğru yöneldim. Kapıyı tek hamlede açtım. “Delta Timi! Beş dakika içinde dışarıda olacaksınız. Geç kalan kendi kazdığı çukurda uyur!” Koğuştaki sesler bir anda kesildi. Üst üste gelen homurtular, kalkarken yere düşen bot sesleri, küfürlü mırıldanmalar… Ben çoktan arkamı dönüp çıkmıştım bile. Güneş, ufuk çizgisinden utanarak yükselmeye başlamıştı. Kış uykusundan yeni uyanmış bir kurt gibi, sessiz ama saldırıya hazır bir gün doğuyordu. Dakikalar içinde 15 kişi sıralandı önümde. Dağ gibi adamlar. Sırtlarında ter, gözlerinde tetikte bir gölge. Gözlerim hepsini tek tek süzdü. Ellerimdeki dosyayı açtım. “Sekiz sıfır sıfırda kuzeydoğu sınırına iniş yapılacak. Eksi kodlu bölgeden sızma ihtimali tespit edildi. İki gün içinde geri dönüş. Gıda desteği yok.Anlaşıldı mı?” Hepsi bir ağızdan bağırdı: “Anlaşıldı komutanım!” Sertçe başımı salladım. “Hadi bakalım. Şimdi yere! Herkes on beş dakika şınav, ardından on beş dakika mekik. Kıpırdayanı göreyim!” Yerle gök arasında tekrar o tanıdık sesler doldu. Kimi hırlıyor, kimi kendi kendine küfür ediyor, ama kimse itiraz etmiyordu. Burası Delta Timi’ydi. Ya adapte olursun, ya kaybolursun. Yarım saat sonra son şınavlarını da çektirdikten sonra ayağa kalktım. “Hepsi bu kadar değil. Kahvaltınızı edin, silahları kuşanın. Saat tam yedi sıfır sıfırda burada olacaksınız. Geç kalan, helikopteri değil, ayaklarını kullanır!” Tam dönüyordum ki, gözüm lojman koridorundan karargâha doğru ilerleyen bir siluete takıldı. Adel. Ve evet… yine yarım giyinmişti. Sabah saatinde, sınır hattındaki bir karargâhta podyuma çıkar gibi yürüyordu. İçimden geçirdim: Bu kadın ya ne yaptığını çok iyi biliyor, ya da inadına tersime oynuyor. Delta Timi. Adamlar, benim adamlarım, dönüp birer birer ona baktılar.Bazıları gözlerini kaçırmaya çalıştı, bazılarıysa —lanet olası— baştan aşağı süzmeye cesaret etti. Yüz kaslarım gerildi. Derin bir nefes alıp, tok sesimle hırladım: “Gözlerinizi kafanızla birlikte yere indirin! Bu karargahta körlük bir ödül olur!” Herkes önüne bakarken ben hâlâ Adel’in sırtına dikmiştim bakışımı. Umarım beni test etmeye falan kalkmazsın minik doktor… Çünkü ben test etmem. Uyarırım. Bir kere. Adel, sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yaklaştı. Sessizce. Ama o sessizlik var ya… kafamın içine tokmak gibi vuruyordu. Geçti yanımdan. Bir şey demeden. Göz göze bile gelmeden. Burnuma gelen parfüm kokusunu keskin bir içgüdüyle tanımıştım. Dün de bu parfümü kullanmıştı. Bugün daha yoğun sürmüştü. Bilerek. Gözlerimi Time çevirdim, aralarında fısır fısır konuşarak yemekhaneye gidiyorlardı. Bizde şu doktoru ziyaret edelim bakalım. Karargahtan içeri girdim, gideceği tek yer revirdi zaten. Sert adımlarla ilerledim. Ayak seslerim taş zemine her bastığında yankılandı. Kapıyı tek hamlede açmadım bu defa. Sessizce, ani ve bilinçli bir adımla içeri girdim. Adel tam çıkmak üzere olacaki kas yığınından olma bedenime sertçe çarptı. Kapıyı arkamdan kapatıp, bağırışının duyulmasını engelledim. “Kapı çalma adabı diye bir şey var!” Konumuz şuan bu değildi. Asıl meseleye girdim hemen: “İlginç,” dedim. “Seni dün kıyafet konusunda uyardım. Ama bugün… daha cüretkâr olmuşsun. Takdir ettim.” Kollarını göğsünde birleştirdi. Omuzlarını silkti, sesi buz gibiydi: “Yine farkındasın yani. Demek gözlerin üstümdeymiş.” “Gözlerim etrafı tarar. Tehlikeye karşı refleksim bu,” dedim, bir adım daha yaklaştım. “Ve sen bu sabah… tam anlamıyla bir tehlikesin.” “Belki de sadece rahatım,” dedi. “Belki de bir doktor gibi değil de, bir kadın gibi giyinmek istiyorum.” Başımı hafif yana eğdim. “Kadınlar… rahatlığı kıyafette aramaz. Onlar başka şeylerle rahatlar.” Gözüm yavaşça boynuna kaydı. Tenine. Yutkundum. Sertçe. Lan, kendine gel Ateş. İç sesim: Bu kadın senin kural kitabını alev aldıracak. Ellerin hâlâ cebinde ama aklın çoktan belaya bulaştı. “Bu şekilde karargâhta dolaşamazsın,” dedim. “Emir tektir. Disiplin istiyorum. Kaos değil.” “Sana kaos mu veriyorum?” Gözlerini kıstı. “Yoksa sadece seni mi rahatsız ediyorum?” “Adamlarımın dikkatini dağıtıyorsun. Burası askeriye, podyum değil… Ayrıca evet benide rahatsız ediyorsun. Burada sadece benim timim yok, onlar haricinde tam 252 kişi daha var.” dedim sert bir şekilde. “252 kişi için üniformamı giyeyim! Kusura bakma komutan, ben istediğim gibi davranır istediğim gibi hareket ederim.” Öfkeden üzerime geldiğinin farkında bile değildi. Aramızda pek mesafe olduğuda sayılmazdı. Bir an elim kapının koluna gitti. Dışarı çıkarmak için değil. Kapıyı kilitlememek için kendimi tutmak adına. Bir adım daha atarsa… kendini ya duvara yaslanmış bulur… ya da dudaklarımda kaybolmuş. “Bana bak doktor,” dedim, sesimde çelik gibi bir soğukluk vardı. “Bu karargahta herkesin bir görevi var. Benimki düzeni sağlamak. Seninki, can kurtarmak. Ama bunu yaparken dikkat çekmeye devam edersen… birilerinin canı yanacak.” “Düzen mi sağlıyorsun, yoksa nefsinle savaşırken bütün karargâhı peşinden mi sürüklüyorsun komutan?” Sertti. Düz yüzüme vurdu. Sonra bir adım geri çekilip, kollarını tekrar göğsünde birleştirdi. “ Kendine sahip çık, yoksa sonu kötü olacak.” Göz göze geldik. Cevap verebilirdim. Lafı yerine çakabilirdim. Ama gerek yoktu. Sadece bir kez sırıttım. Hafif, alaycı ve tam dozunda. Sonra arkamı döndüm ve çıktım. O gözlerimden ne demek istediğimi anlamıştı zaten. “Kendime sahip çıkmak istemiyorum, minik doktor.” Kapı kapanmamıştı ve sesimin ona ulaştığını biliyordum. Karargahtan çıkarak yemekhaneye ilerledim. Göreve çıkmak için on dakikamız vardı. Yemekhaneye girdiğimde içerideki hava bir anda değişti. Birkaç çatal sesi kesildi, birkaç fısıltı boğazda düğümlendi. Delta Timi’nin adamları masalarına çökmüş, hızlıca yemeklerini yiyorlardı. Benim ayak seslerim geldiğinde, kafalarını bile çevirmediler. Disiplin… bazen sadece varlığınla sağlanır. Kendime köşe bir masa seçtim. Duvara sırtımı verdim. Tepsime sadece birkaç dilim peynir, bir haşlanmış yumurta ve çay almıştım. Ne fazla, ne eksik. Zamanla yarışırken, midenle de yarışmayı öğrenirsin. Kaşığımı elime aldığımda kapı tekrar açıldı. Adel. Yavaş ve dik bir yürüyüşle içeri girdi. Bu defa etrafındaki bakışları umursamaz görünüyordu ama ben onun teninde, o soğuk maskenin ardında hâlâ titreşen bir öfke olduğunu hissedebiliyordum. Gözleri beni görmedi belki, ama varlığımı iliklerinde hissettiğini biliyordum. Kendine uzak bir masa seçti. Sessizce kahvaltılıklar aldı. Ne başını eğdi, ne konuştu. Ama o suskunluk, sabahki revire sığmayan sesin yankısıydı. Masaya oturduğu anda fısıltılar tekrar başladı. Yan masadan biri eğildi, alçak sesle konuştu: “Abi komutan az önce revire gitmiş… sonra kadın tek başına geldi… kesin birbirlerine girdiler.” Bir diğeri kıkırdadı: “Komutanın suratındaki o gergin çizgi yoktu. Belki de kavga etmemişlerdir ha?” Başka biri homurdandı: “Bence kadın onu kafaya taktı. Komutan da yanıyor ama yutmamaya çalışıyor.” Gözüm Adel’e kaydı. Kafasını hafif yana eğmiş, çayını yudumluyordu. Göz göze gelmedik. Belki de kasıtlıydı. Çatalımı tabaktan kaldırdım. Sadece bir lokma alıp tekrar bıraktım. Gözüm hâlâ onun üzerindeydi ama kendime bunu itiraf etmiyordum. Yutkundum. Sessizce. Adel Yılmaz. Ya sen bu karargahtan gideceksin… ya da ben bütün kurallarımı yakacağım. Kaşığımı tepsiye bıraktım. Metalin metale çarpan sesi yankılandı yemekhanede. O an herkes başını kaldırdı. Bekliyorlardı. Ben ise sadece doğruldum. Sessizce. Sandalyeyi arkamdan ittirdim. Birkaç adım attım, sonra sesimi yükselttim: “Delta Timi!” Herkes anında ayağa fırladı. Masalardan düşen kaşıklar, hızlıca itilen tabureler, askeri bir refleksle koşuya dönen adımlar… Timin her üyesi dikildi karşıma. Tok bir sesle devam ettim: “İki dakikanız var! Silahlarınızı alın. Üzerinizi giyin. Hazırlanın.” Masadakiler hareketlendi. Kimi botlarını çekti, kimi tepsisini yere bırakıp koşturdu. Ama ben henüz bitirmemiştim. Ses tonum daha da sertleşti: “Gelmeyeni yok sayarım. Bunu size anlatmışlardır zaten. Delta Timi eksiksiz yürür. Eksik gelen, bizimle yürümüş sayılmaz.” Kısa ve net. Lafı uzatmam. Anlayan yürür, anlamayan kaybolur. Dönüp yemekhane kapısından çıktım. sabah güneşi gözlerime vurdu. Gümüş gibi parlayan bir ışık… ama içim hâlâ buz gibiydi. Karargahın arka tarafına ilerledim. Helikopter pistinde rotoru yavaşça dönen UH-60 model helikopter hazır bekliyordu. Gövdesi metalik griydi, üzerindeki bayrak ise sarsılmaz bir kudretle dalgalanıyordu. Gövdeye yanaştım, pilotlarla selamlaştım. İki dakika dolmadan adamlar yanımda yerini aldı. Tam zamanında gelme kuralı vardı, buna uymasalar neler olacağınıda çok iyi biliyorlardı. Sahaya çıkmadan önce içimde yankılanan tek cümle vardı: İki gün boyunca buraya dönmeyeceğiz. Sınır hattı çetinleşti. Sessiz gelen her adım, bir ölüm olabilir. Ama timim sağlam. Dağdan gelen korkmaz. Kemerimi sıktım, telsizi kontrol ettim. Rotor sesi yavaş yavaş kulak zarını zorlayan bir uğultuya dönüşürken, içerideki uğultu her nebze artıyordu. benim sesim hepsinin üzerinden geçti. “Beni iyi dinleyin!” Sesim çatlamadı, titremedi. Delta Timi anında sus-pus oldu. Bakışlar üzerimdeydi. “Elimizde net istihbarat yok. Ama bölgede hareket var. Sızma ihtimali yüksek. Gözünüz, kulağınız açık olacak.” Sözlerim sertti, ama kısa ve net. “İlk kamp noktasını kuzeydoğu yamacına kuracağız. Gece nöbeti üç kişilik dönüşümlü. Uyumak yok, uyuyormuş gibi yapanı ben uyandırırım. Benim uyandırmamı istemeyeceğiniz bir şeydir.” Bir süre sustum. Bakışlarımı tek tek üzerlerinde gezdirdim. “Radyo sessizliği uygulanacak. Kod dışı konuşma yok. Herkes kendi bölgesini tarayacak. Bölgedeki köy halkıyla temas yasak. Gerekirse göz göze bile gelmeyeceksiniz.” “İki gün. Sadece iki gün ama hatayla gelen bir saniyenin bedeli bir ömür.” “Haydi bakalım. Cehenneme hoş geldiniz.” ******** Adel Yılmaz. Sabahın lanet serinliğinde üzerime giydiğim ince elbisenin suç olduğu tek yer burasıydı sanırım: Ateş Avcı’nın karargâhı. Adam resmen geldi, uyardı, laf soktu. Sözüm ona etrafı tarıyormuş da… ben tehlikeymişim de… refleksmiş de… “senin olayın düz göz dikmek. Tarıyormuşmuş. Yalancı sinir sistemi. Sabah sabah senin testesteron patlamanı çekecek durumda değilim!” kahve kupasını alıp revire çekildiğimde hâlâ elim titriyordu, sinirden. Ne güzel “normal” bir gün geçireceğim sanmıştım. Ama yok. Bu adam, sabah sabah gözünü üzerimden çekmemekle kalmadı, üstüne üstlük emirle beni “düzen bozucu” ilan etti. Düzen bozucu nasıl oluyormuş görecekti. Üstelik beni valizimle bir başıma bıraktığı anıda unutmadım. “Seni delirtmezsem bende Adel değilim dağ Ayısı.” Kahvemi masaya bıraktığım an kapı tıklatıldı. “Gel!” dedim sertçe. Kapı aralandı. İki asker… bildiğin sırıtarak revire başlarını uzattılar. “Selam doktor hanım,” dedi biri. “Biz… şey… kontrol için geldik.” “Kontrol mü?” dedim, kaşımı kaldırarak. “Nereniz ağrıyor çocuklar? Yoksa bir yerinize utanmadan ego mu kaçtı?” İçeri girdiler. Ellerinde dosya taşıyorlar ama dosyaların içinde ne var dersen… büyük ihtimalle çizgi film figürleri. Biri koltuğun kenarına ilişti. Diğeri ayakta dikildi, klasörle karnını örtmüş… klasik suçluluk refleksi. “Komutan sabah gitti ya,” dedi ilk konuşan. “Dedik ki belki ortam yumuşamıştır… sohbet ederiz…” Ben kahvemi yudumladım. “Yani diyorsunuz ki komutan varken beni görmeye cesaret edemiyordunuz. O gidince hemen giriş kartı bastınız, öyle mi?” Kısa bir sessizlik. Sonra biri gülmeye başladı. “Valla öyle değil. Şey… aslında o sabahki revire gelişiniz… efsane gibi yayıldı karargâhta.” Gözlerimi devirdim. “Alt tarafı iş yerime normal insan gibi geldim!” dedim. “Onu bide bizim gözümüzle görseydiniz, hepimiz cama yumulmuştuk.” dedi ayakta dikilen kişi. “Siz mi çıkarsınız ben mi çıkarayım?” dedim sonunda. “Siz zahmet etmeyin, biz gider yine geliriz.” Koltuğun kenarına ilişen asker doğruldu. Delta timindeki askerlere göre fazla zayıftılar. “Mümkünse hasta olmadan uğramayın, gelip gördünüz. Şimdi çıkın beyler, “ikiside yan yana durup asker selamı verdi. Ardından sırıtarak çıkıp gittiler. Kapı kapanınca derin bir nefes verdim. Uğrayacak çok kişi olacaktı belli olmuştu. Yüzbaşıyla uğraşmaktansa, askerlerle uğraşmak daha cazipti. Ellerimi masadaki dosyaların arasında gezdirdim. gözlerim saat göstergesinde takılı kaldı. 10:26 Günün daha başındaydık. Ama sabahki yüzbaşı patlamasıyla beraber üç fincan kahve, bir avuç dolusu sabır tüketmiştim bile. ⸻ Saatler aktı… Revire bir gelen, bir giden. Çoğu ufak tefek şeyler: bilek burkulmaları, sıyrıklar, mide krampları. Ama işin komiği, bu adamların en az yarısı kesinlikle hasta değildi. Konu sadece biraz “Adel görmeye” gelmekti. İtiraf edeyim: İlk başta sinir oldum. Ama sonra alıştım. Bir noktadan sonra eğlenmeye bile başladım. Biri geldi: “Doktor hanım, nefes alınca göğsümde bir ağrı oluyor.” “Kaç dakika oldu?” dedim. “Ne kaç dakikası?” dedi. Bir diğeri elini boynuna götürerek geldi: “Kaslarım tutulmuş olabilir mi?” “Olabilir,” dedim. “Ama kesin olan bir şey varsa o da boğazında hâlâ konuşma isteği var. Çık kapıdan, konuş konuş geçer.” Her muayene sonrası yazdığım notlar defterde birikmeye başlamıştı ama yüzde ellisi teknik bilgi, yüzde ellisi yorumdu. Bazen şöyle cümleler düşüyordu elimden: “Hasta ısrarla gözüme bakarak konuştu, semptomlar arasında özgüven fazlalığı mevcut.” “Hasta, yüzbaşının yokluğunu aşırı huzurlu bulduğunu belirtti. Reçete: İki gün daha keyfine bakması önerilir.” ⸻ Saat akşam 17:42 Gün bitmek üzereydi. Revirin kapısı açıktı, içerisi hâlâ loş ama sıcaktı. Masamın üstü dolmuştu; ilaç kutuları, not kağıtları, bir köşede çay bardağı yarı dolu kalmıştı. Tam 32 asker uğramıştı bugün. Yarısı fiziksel kontrol istemişti. Diğer yarısı ise… muhabbet. Kimi çocukluk anılarını anlatmış, kimi sevgilisinden ayrıldığını söyleyip dert yanmıştı. Hatta biri gitarla şiir okumaya kalktı, o an artık gülmeye başladım. “Yüzbaşının olmadığı her dakika karargâh biraz daha yaşanır hale geliyor,” dedim kendi kendime. Kafamı koltuğun arkasına yasladım. Gözlerim kapanmak üzereyken, dışarıdan gelen topuk sesleriyle irkildim. Yine biri geliyordu. Ama bu sefer… başka bir şey vardı adımlarında. Yavaş ama tok. Kesinlikle gelen askerlerden biri değildi. “Eğer sabahki ‘komutan sonrası rahatlama’ trendini sürdüren biri dahaysa… Vallahi reçeteye tokat yazacağım,” dedim hafifçe doğrulurken.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE