Kapının eşiğinde belirdiğinde ilk dikkatimi çeken şey duruşu oldu.
Kendinden emin. Dik.Omuzlar sert, yürüyüş ritmik. Üniforma düzgün, kravat yerinde. Saçları kısa ve kırlaşmış, sakalları yok. Yüz hatları yumuşak. Ve tahminen yaşı otuzların ortasında. Gözlerinde ise öyle bir bakış vardı ki… sanki seni en ince lifine kadar tarıyordu.
Binbaşı.
Omzundaki yıldızlar, yılların yükünü taşıyordu ama adamın yüzünde sanki sabah duşunu yeni almış biri gibi bir temizlik vardı.
“Akşamınız… huzurlu görünüyor,” dedi.
Sesi derindi. Ve biraz da tehlikeli bir tebessüm gizliyordu. Gözlerimi hafif kısmadan edemedim.
“Sizinki de öyle, Binbaşı…?”
Elini hafifçe kaldırdı. “Adem Karahan.
Kendimi daha net toparladım.
“Adel Yılmaz. Bu revirin sakin ama saldırgan doktoruyum.”
Adem Karahan, kapının eşiğinde durmakla yetinmedi. İçeriye bir adım attı. Masamın karşısındaki sandalyeye oturdu izinsiz. O kadar rahattı ki… sanki kendi odasıydı burası.
“Saldırgan doktorlara bayılırım. Özellikle zeki olanlarına.”
Gülümsemedim. Ama gözlerimdeki kıvılcımı fark etmiş olmalıydı.
“Peki, bu ziyaret tıbbi mi yoksa sosyal mi?” dedim. Omzunu hafifçe silkti.
“Daha çok… durum tespiti. Bölgedeki yeni yüzlerle tanışmak, güvenebileceğim insanları ayırt etmek. Sonuçta sınır hattındayız.”
Bu bir testti. Ağzımı yokluyordu. Ama ben boş bir sayfa değildim. Öne doğru eğildim, çenemi elimle destekleyerek konuştum.
“Güven konusunda pek aceleci değilimdir. Hele karizmasıyla yürüyen subaylara karşı.” Sonra göz ucuyla üniformasını süzdüm.“Gerçi… siz yürümüyor, adeta sahneye çıkıyorsunuz.”
Gülümsedi. Ardından başını yana eğdi, gözlerini üzerimden ayırmadan:
“Yani… performansımı beğendiniz mi?”
“Evet. Hatta her repliğiniz rapora geçecek.”
Cebinden küçük bir çikolata çıkardı, masama bıraktı.
“Öyleyse bu da kulis hediyesi olsun.”Kaşımı kaldırdım.
“Çikolatayla güven satın almaya mı çalışıyorsunuz?”
“Hayır. Ama sizi gülümsetmeye çalışıyorum.” Gözlerini kıstı, ardından yumuşak ama etkileyici bir tonla ekledi:
“Sanırım işe yaradı.”
İçimden “hayır, yaramadı” demek istedim. Ama dudaklarımın köşesi azıcık da olsa kıvrılmıştı. Çikolatayı elime aldım, çevirerek baktım.
“Pekâlâ Binbaşı Karahan. Gülümsetmek bonus. Ama samimiyet testinden geçmek için daha fazlası gerek.”
Ayağa kalktı. Yavaşça arkasını döndü, kapıya yöneldi. Tam çıkarken durdu. Ve bana bakmadan konuştu:
“O zaman yarın sabah sizi kahve içmeye çağırıyorum. Samimiyet testi için birebir.”
Sesimi çıkarmadım. Sadece başımı yana eğip onu izledim. Kapıdan çıkıp gittiğinde bir süre öyle kaldım.
“Sen de hoş geldin Binbaşı Karahan. Bu revirin huzurunu başka biri daha kaçırmaya geldi demek.”
Bir süre nefesimi tuttum. İçimde belli belirsiz bir titreme vardı. İrrite edici değil ama dikkat çekici. Yani, öyle herkesin dokunamayacağı bir duyguydu bu.
Masama döndüm. Çikolata hâlâ oradaydı. Çikolata cebinde ne arıyordu peki? Masum görünüyordu ama değildide. Çünkü bazı adamlar geldiği anda sadece alanı değil, seni de değiştirmeye başlardı. Gözlerim saate kaydı. “18:50” gitme vakti gelmişti.
Önlüğümü özenli bir şekilde çıkartarak astım. Masadaki eşyalarımı çantama attıktan sonra, revirden çıkarak düz koridoruda ilerledim. Ateş henüz gelmemişti, nedendir bilmiyorum ama yokluğu fazlasıyla hissediliyordu. Lojmana uğramadan önce akşam yemeği için yemekhaneye geçtim. Bugün uğrayan askerlerden biri ; “Delta Timi, yakında başka bir göreve gidecek” demişti. Nereye gideceklerini ise bilmediğini söylemişti. Görev gizliymiş. Ve ben galiba o dağ ayısı ile uğraşmayı özlemiştim. Yemekhaneye giriş yaptığımda etrafı taradım, yaklaşık yirmi kişi vardı.
Onlar için yemek saati bitmişti ama hâlâ buradaydılar. Yine sabahki masamı seçtim, çantamı bırakarak menüdeki yemekleri sesizce tepsime aldım. Bakan çoktu ama gelen yoktu, galiba hepsi laf sokmalarımdan korkmuştu.
*******
Yüzbaşı Ateş Avcı
Operasyon
Gece, insanın içini kazıyan türdendi. Sınır hattında rüzgâr bile fısıldamaz; eğer fısıldıyorsa biri ya ölmek üzeredir ya da öldürmeye hazırlanıyordur. Timin tam ortasında çömelmiş, dürbünle yamaçtaki hareketliliği izliyordum. Kulaklığımdan sabit bir nefes alışverişi geliyordu. Siperin arkasındaki her adam, nefesini sessize almayı bile öğrenmişti.
“Uyanık kalın çocuklar,” dedim tiz bir sesle. “Rüyada yakalanan, mezar taşına boşluk bırakır.”
Kara, yanımda sırıttı. “Komutanım, mezar taşımıza ne yazalım? ‘Burada Delta’nın en suskunu yatıyor’, olur mu?”
“Senin mezar taşına ‘Konuşsa da anlaşılmadı’ yazarlar,” dedim sertçe. “Çünkü o boğuk sesinle düşmanı uyutursun.”
Sessizlik. Sonra hafif bir kıkırdama yayıldı kulaklık hattına. Bu da bizim savaş öncesi mizahımızdı. Kurşun geçmeden önce biraz laf geçsin istiyorduk. Termal dürbünü bir kez daha kaldırdım. Hedef bölge sessizdi ama bu, bir şeylerin dönmediği anlamına gelmezdi. Düşman pusuyu severdi. Ama pusunun kralı bizdik.
“Kuzeydoğu yamaçta termal iz var. İki kişi. Yürüyüşleri yumuşak, eğitimli olabilirler.”
“Direkt dalıyor muyuz, Yüzbaşım?” dedi Solak.
Başımı iki yana salladım, gözüm yamaçtaki hareketteydi.
“Hayır. Önce korksunlar. Sonrada kaçsınlar.” Gülümsedim. “En son da hangisinin cesedi konuşursa, onu dinleriz.”
Bu benim tarzımdı. Önce bakarım. Sonra beklentilerini bozarım. En son da neye güvendiklerini unuttururum. Timin geri kalanı pozisyon aldı. Parmaklar tetiğe yakın, nefesler ritmini düşürmüş, adrenalin damarlarımızda şarkı söylüyordu.
Ama benim aklım başka bir yerdeydi.
Revirde o gözleri gördüğümde ne olduysa, bugüne kadarki savaşların hiçbirine benzemeyen bir şey oldu.
Adel.
Sivildi. Ama sıradan biri değildi. Ve sezgilerim varsa ki bende bir ordu kadar vardır…bu kadın, ikimiz arasında bir savaş başlatacaktı, ve bizim savaşımızın kaderini değiştirecekti.
Kaderin nereye aktığını en iyi ben bilirdim. Çünkü ben, nehrin yönünü kurşunla çeviren adamdım. Derin bir nefes alarak dudaklarımı ıslattım. Tim hâlâ eğlence peşindeydi.
“Konuşmayın artık. Dinleyin.”
Sesim telsizde tok ve net yankılandı. Savaşın sessizliği kadar derin ve katiydi.
El işaretiyle Kara’ya sağdan, Solak’a yandan sarkmasını söyledim. Kendimse tam cepheden, bir kaya parçasının gölgesine yapıştım. Hedef hâlâ yürüyordu. İkisi de çalılıkları kolluyordu ama ormanın karanlığı bizdendi. Ve karanlık, en iyi bizimle konuşurdu.
Kara fısıldadı:
“Bunlar bizim bölgede değil mi?”
“Artık değil,” dedim. “Artık Delta bölgesindeler.”
Birden telsizden hafif bir melodi duyuldu. Solak inadına açmıştı yine. Eski 90’lar Türkçe poplarından biri.
“Lan o ne?” dedim.
“Operasyona romantizm katıyorum, Komutanım. Belki vurduğumuz son adamın aklına sevgilisi gelir,” dedi alayla.
“Senin sevgilini ben vurayım da aklın başına gelsin!” diye tısladım. Telsizde kısa bir gülüşmeler oldu. Sonra kısa bir sessizlik.
“Sol çaprazdaki kayanın ardında biri daha var. Nefesini duyuyorum.”
“Burnuna ne koydular Komutanım? Radar mı bu?”
Gülümsedim. “Hayır, ölüm tecrübesi.”
Eğildim, işaret parmağımı yere bastım. Tozda iz vardı. Yeni.
“Sen say. Ben ateş ederim.”
Kara gözünü kırpmadan saymaya başladı.
“Üç… iki… bir…”
Birlikte ateş ettik. Hedef aldığımız adamlar ceset olmuştu. Silah sesinden sonra gelen sessizlik… Savaşta müzik niyetine dinlerim bunu. Ölüm susunca, hayat tekrar nefes alır.
“Bu geceyi de sağ çıktık.” dedi Solak.
“Hayatta kalmamız mucize değil. Sadece biz ölmeyi bilmiyoruz.” Kara’nın sesi agresifti.
Cebimden çıkardığım saate baktım. “3:30” görevi yine tahmin ettiğim saate bitirmiştim. Üstelik ilk günün gecesinde.
“Etrafı kontrol edin, hiç bir detayı gözden kaçırmayın.” dedim, gitmeden önce bölgenin temiz olduğundan emin olmam gerekiyordu.
On dakika sonra karargâha dönecektik, ve beş dakika içinde etrafı didik didik taramaya başlamıştık bile.
“Burası temiz, komutanım.” Kara’nın sesi telsizden yankılandı. Ardından diğer tim üyelerinden aynı ses çıktı. Termal dürbünle baktığımda bir hareketlilik yoktu, benim bölgemde temizdi.
Gülümsedim. “Helikopter beş dakikaya iner. Ama önce…” Telsizi açtım ve karargâha bildirdim:
“Delta Timi burada. Bölge temiz. Üç düşman etkisiz: Gökyüzü bizim.”
Telsizi kapatırken yüksek sesle konuştum:
“Dönüyoruz.”
“İyi olur. Botlarım bile bana küfrediyor artık.” dedi Solak.
Hafifçe sırıttım, herkes birer birer arkamdan gelirken, dağın eteğindeki iniş alanına yürüdüm. helikopterin pervane sesini uzaktan duymuştum bile. Rüzgârla birlikte taşlar hafifçe savrulmaya başladı. Kara kaskını sıkıca kavrayarak gülümsedi.
“Bu sesi duyunca hâlâ hayatta olmak güzel şey, Komutanım.”
“Hayatta kalmak değil, dönmek önemlidir,” dedim. “Çünkü dönüyorsan, hâlâ savaşacak bir şeyin var demektir.”
Yaklaşık üç dakika geçti. Helikopter yere değdiğinde yere eğildik. Önce tim önden bindi. Bende son kez çevreyi kontrol ettim, ardından merdiveni tırmanıp içeri geçtim. Kapı kapandı, pervaneler yükseldi. Yamaç geride kaldı. Operasyon bugünde kısa sürdü.
*****
Karargâha indiğimizde hava hâlâ tam aydınlanmamıştı. Ortalık, loş maviye çalan gri bir örtüyle kaplıydı. Askerleri kısa bir bakışla selamladım. Herkes ayaktaydı ama yorgunluk yüzlerine çökmüştü.
“Koğuşlara geçin,” dedim sertçe. “Yarım saat içinde temiz kıyafet, 6 saat içinde yeni emir bekleyin.”
Herkes giderken arkamı döndüm. Lojmana baktım, odasının ışığı kapalıydı.
Lojmana adımlarken adımlarım ne yorgundu ne de hızlıydı. Disiplinliydi. Ama içim karışıktı. Parmaklarım hâlâ az önce tuttuğu tüfeğin hayalini taşıyordu. Savaşın keskinliği dağılmıştı ama geriye kalan şey, başka bir savaştı.
Merdivenleri çıkarken içimden geçen tek şey, bir fincan kahveydi. Sıcacık. Acı. Tıpkı hayat gibi. Üçüncü kata geldiğimde cebimdeki anahtarı arıyordum ki…Kapı sesi geldi.
Sağ çaprazımdan gelen bir tıkırtı.
Dönüp bakmamla birlikte göz göze geldik.
Adel.
İnce askılı siyah bir gecelik. Uykuya dalmamış yeşil gözler. Ama tetikte duran bakışlar.
Kırılgan görünüyordu belki… ama ben çatışma öncesi o havayı tanırım. İçgüdüsel olarak. Tehlike kokar. Bu kadında o koku vardı.
“Sen… benim komşum musun?” dedi. Sesi hem yumuşak, hem saklamaya çalıştığı bir buğuyla kaplıydı.
Gülümsedim. Soğuk değildi bu.
Sadece kontrollü.
“Komşu kelimesi fazla masum. Karşı cephe diyelim.”
Kaşlarını hafifçe kaldırdı. Gecenin karanlığına inat, gözleri kıvılcım gibi çaktı.
“Cephen mi oldum şimdi?”
“Olmadın.”
Adım attım ona doğru. Bakışlarım bacaklarına kaydı, teni hafif esmerdi. Geceliğin boyu kalçalarının tam hizasında bitiyordu. Kendimi toparlayarak gözlerine baktım.
İkimizin arasında birkaç adımlık mesafe vardı. Ama gerçekte o mesafe çok daha dardı. Dahada kapatsam ne olurdu ki?
“Gece operasyonundan mı geldin?” diye sordu.
“Geceydi.” dedim. “Sessizdi. Sertti. Senin gibiydi.”
Gözleri irileşti. Sonra o nefes… hafifçe genişleyen göğsü, kapı eşiğinde kasıtlı duruşu.
“Bende ne zaman başlayacak asılmaya diyordum.”
“Asılmamı mı bekliyordun?” dedim aramızdaki mesafeyi sıfıra indirirken. Kafasını kaldırdı, eli hâlâ kapının tokmağında asılı duruyordu.
“Ne münasebet!” Sesi titremişti, gülümsedim. Sinsi bir gülüştü ama.
“Kapıyı açmak senin tercihindi, Adel. Benimde bir tercihte bulunmam gerek o halde.” Yüzüne doğru eğildim, geri çekilmedi.
Nefesi usulca dudaklarımın üzerinde gezindi. Biraz daha yaklaştım, yanakları kızardı. Dudakları…kırmızı ve bir okadarda dolgun. Gözleri kapanırken kendisini öpeceğimi sandı, ama yapmadım. Dudaklarını es geçerek sağ tarafına, boynuna yöneldim.
Önce derin bir kokladım, kışkırtıcı bir koku. Nefes kesiciydi. Yutkundum ve dudaklarımı nazikçe boynuna bastırdım. Bayılmamak için olsa gerek, ince parmakları kolumu tuttu. Yumuşak teni dudaklarımın altında eridi sanki.
“Sikeyim!” dedim içimden, ben Yüzbaşı Ateş Avcı. Bir kadına böyle yenilmemeliydim. Geri çekildim, gözleri hâlâ kapalıydı.
“Yeterince asıldım sanırım,” bir adım geri çekildim. “ iyi geceler, Adel.”
İçinde ormanı andıran gözleri aralandı, şaşırmıştı. Onu öpüşüm üzerinde deprem etkisi yaratmış gibiydi. Konuşmadı, tek kelime dahi etmedi.
Göz kırparak sırtımı döndüm. Kalırsam işler hiç iyi noktaya gitmeyecekti çünkü. Ve benim bir kadına yenilmeye hiç niyetim yoktu. Bana yenilen o olacaktı.
“Bana bir daha dokunursan, Ateş gibi yakarım seni, Yüzbaşı.” Ve sertçe çarpılan bir kapı…ayarlarını bozmuştum minik doktorumun.
“Bana yenileceğin zamanı dört gözle bekliyorum, Vahşi kızım.”