BEŞİNCİ BÖLÜM

3485 Kelimeler
Eve geldiğimizde gece yarısını biraz geçiyordu. Ancak yine de meraklı gözlerin bizi izlemesine engel oluşturmuyordu. Bizi kimin getirdiğini, neler konuştuğumuzu görmek için gizlice izlemeye çalışanları gülümseyerek izledim. Bazen buradaki insanlar komik olabiliyorlardı. Özellikle içeride lamba açıkken gizlenmiş olduklarını sandıkları zamanlarda. Onla bizi ne dendi net bir şekilde görebiliyorlarsa ben de onları o denli net bir şekilde görebiliyordum. En kısa zamanda bir sonraki sefere bizi izlerlerken ışıkları kapatmaları gerektiğini hatırlatsam iyi olacaktı. Başımı sağa sola sallayarak Evren ile vedalaştım ve anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. Sonrada ablam ile eve girerek kapıyı kapattım. Annem ve babamın uyumadığına emindim ancak yine de kapıyı çalıp onları zahmete sokmak istememiştim. İçeriye geçtiğimiz de ikisini de kanepenin üzerinde yan yana oturmuş bir şekilde bulduk. Daha doğrusu annem kanepenin kenarında yaslanmış babam ise annemim omzuna yaslanarak önlerindeki meyveleri yiyorlardı. Bizi fark edip doğrulduklarında, onlara bir kez daha imrendiğimi hissetmiştim. Annem ve babam yani biyolojik olanlarını hatırladığımda içimde tüm iyiye dair duygular buhar olup uçarken, beni doğurmamasına rağmen kendi annemden daha fazla kol kanat geren annemi ve benimle hiçbir kan bağı olmamasına rağmen üzerime titreyen babamı düşündüğümde içimde çiçekler açıyordu. Biyolojik ailemin kışa dönüştürdüğü tüm duygularımı bu insanlar bahara çevirmişti. Bitik, yaralanmış ruhumu bıkmadan, usanmadan onarmaya çalışmışlardı. Kabul ederim zor bir çocuktu. Onlara yardımcı olmadığım bir gerçekti. Bana ulaşmaya çalışmalarına, sevgiyle tanıştırmalarına izin vermemiştim. Kaçmıştım hep. Ama onlar hiç pes etmemişti. Yaşadıklarım düşünüldüğünde haklı gerekçeler sayılabilirlerdi. Hangi çocuk benim yaşadıklarımı yaşayıp normal bir birey olabilirdi ki? Tabi benim kadar şanslı değillerse elbette. Annesinin kendisine küçücük bile sevgi göstermediği, sırf babasından nefret ettiği için çocuğunu sevgiden mahrum bıraktığını, babasının annesine olan aşkından ve karşılık bulamamsından dolayı kendisini defalarca hastanelik edene kadar dövmesini hangi beden kaldırabilirdi ki? Üstelik bunlara hiçbir şekilde anlam veremeyecek kadar küçükken… Ben yaşamıştım tüm bunları. Ne annem tarafından sevilmiştim ne de babam tarafında. İkisi kendi halleriyle o kadar meşguldüler ki, benim arada ne hale geldiğimi umursamışlardı bile. En son annemin evi başka bir adam için terk etmesinden sonra babamın tüm öfkesini benden çıkardığını hatırlıyordum. Beni bayıltana kadar dövmesini… Sonrası yoktu. Uyandığımda sargılar içinde bir hastane odasındaydım. Başımda da şimdiki babam duruyordu. Öz babam tarafından öldüm sanılarak çöpün kenarına bırakılmıştım. Ancak bir adam beni oradan çıkarıp hastaneye götürecek kadar duyarlı davranmıştı.  Korkudan konuşamadığımı, acıdan kıvranırken bile ağlayamadığımı hala dün gibi hatırlıyordum. Bunca zaman geçmişti üzerinden ama etkileri hala ruhumda hissediliyordu.  Gerçek ailem hakkında o günden sonra tek bir haber bile duymamıştım. Duymak da istememiştim. O günden sonra ne onları merak etmiştim ne de aramaya çalışmıştım. Nasıl ben onlar için hiç var olmadıysam onlarda benim için hiç var olmamışlardı. Böyle kabullenmiştim. Şimdiki aileme sığınmış ve yaralarımı daha önce tatmadığım sevgiyle sarmalarına izin vermiştim. Zor olmuştu ama sonunda ben de sevgiyi öğrenmiştim. Sevginin yıkıcı olduğu kadar yapıcı bir güç olduğunu ailemle öğrenmiştim. Anneliğin doğurmakla olmadığını, karnında taşıyıp emek vermemesine rağmen anneliğin ne demek olduğunu öğrenmiştim. Babalığın sırtını dayamak için çekinmeden güvenebileceğin duvar olduğunu, kardeşin hayatındaki en değerli varlık olduğunu yavaş yavaş içime işleyerek öğrenmiştim. Allaha yıllarca beni öldür diye yalvaran ben şimdi şükürler olsun diye dua ediyordum. Beni ailemle karşılaştırdığı için, onlara sahip olmama izin verdiği için şükrediyordum. Bu benim hayatımda sahip olduğum en büyük şansımdı. Ölümden dönmeme neden olan, o berbat yılları unutturan, kötü anılarımın yerini iyileriyle dolduran bu aileye kavuşmak, çektiğim onca acının mükâfatıydı. En azından ben böyle düşünmüştüm. Onlarla kısa sohbetin ardından ablamla odamıza çıkıp, üzerimizdekilerden hızla kurtulmuştuk. Yorgunluk her geçen dakika daha fazla kendini gösterdiğinden çok fazla beklemeden kendimizi yatağa atmış ve uykunun huzurlu kollarına bırakmıştık. *****  Telefonumun acı acı bağırmasıyla uyanmıştım. Alarm kurmadığımdan bu sese anlam vermem de zor olmuştu. Ancak uykuya meyilli gözlerimi zorlukla açarak, komedinin üzerinde duran telefona uzanıp almış ve ekrana bakmadan açıp kulağıma götürmüştüm. Saatin kaç olduğunu benim kimin aradığını düşünecek durumda değildim. Şu an aklımdaki tek şey biraz daha uyumaktı. Ancak ben uykuya çok düşkün biri değildim. Yedi denildiğimi uyanan biriydim. Ama şu an uyumak için yanıp tutuşuyordum. “ Alo.” Diye mırıldandım yarı uykulu bir sesle. Bir gözüm yarı açıktı ancak diğeri tamamen kapalıydı. Kulağıma dolan kelimeleri idrak etmeye başladıkça kapalı olan gözlerim yavaş yavaş açılmaya başlamış ve şok olmuş bir ifadeyle karşıdaki duvara sabitlenmişti. “ Ne?” diye bağırdığımda ablamın da benim gibi bir anda uyandığını anlamıştım. Konuşacak kelimeleri bulmak hiç olmadığı kadar zordu şu an. Telefon parmaklarım arasından yatağın üzerine kayarken, gözlerimde hissettiğim acı yaş olarak yanaklarımdan akmaya başlamıştı.  Ablamın hemen yanıma gelişini, ellerimi avuçlayışını, bir şeyler mırıldanmasını hissediyordum. Ancak bedenim benim kontrolümden çıkmıştı. Duyduklarımın bir kâbus olmasını o kadar istiyordum ki, gerçek olması kalbimi acıtıyordu. Olamazdı… Gerçek olmamalıydı… Annemim ve babamın odaya girdiğini, yanıma gelip meraklı gözlerle beni izlediğinin farkındaydım. Ancak bir türlü yaşadığım şokun etkisinden kurtulup meraklarını dindirecek cümleler kuramıyordum. Canım o kadar yanıyordu ki, kelimelerin varlığını unutmuştum. Konuşmaya isteğim yoktu. Tek istediğim bu kâbustan uyanmak ve duyduklarımın gerçek olmadığını öğrenmekti. Biri omuzlarımdan sarsmaya başladığında ruhumun bir kısmı bana geri dönmüş gibiydi. ablamın ellerinden kurtardığım ellerimi, babamın omuzlarımı kavrayan güçlü, şefkat dolu kollarına dayamış ve bana sarılmasına izin vermiştim. Yıllar önceki gibi yine kalbimi sakinleştirmesini, acıyı hafifletmesini umut etmiştim. Yumuşak dokunuşlar saçımda başlayıp sırtıma doğru kayarken ben ağlamaya kaldığım yerden devam ediyorum. “ Yakut, ne oldu kızım?” diye sordu şefkat dolu bir sesle. Annemin endişeli bakışlarıyla göz göze gelmiştim. Büyük olasılıkla eskiye dair kâbuslardan birini gördüğümü düşünüyor olmalıydı. Her ne kadar o kâbuslar her seferinde beni günlerce hasta etmeye yetse de şu an duyduğum şeylerin gerçek olmasındansa kâbuslardan birini görmüş olmayı tercih ederdim.  Hıçkırık seslerim odada yankılanırken zor da olsa “ Ferhat Bey” demeyi başarmıştım. Babamın kolları beni geri çekip kendinden uzaklaştırdığında meraklı gözleri gözlerimin içine bakıyordu. “ Ne oldu Ferhat Beye?” “ Baba… Ferhat… Ferhat…” cümlem hıçkırıklarla kesiliyordu. “ Öldü baba.” Dedim sonunda. Kimseden çıt çıkmıyordu. Odada benim hıçkırıklarım dışında bir ses duyulmuyordu. Oların bu sessizliği beni daha fazla ağlamaya tefçik ediyordu. Birilerinin yalan, kâbus ya da şaka demesini bekliyordum. Ama hiç kimse konuşmuyordu. Öylece şok içinde bana bakıyorlardı. Oysa benim bunların gerçek olmadığını duymaya ihtiyacım vardı. Ferhat Beyin iyi olduğunu duymam gerekiyordu. Ama kimse bana bunu söylemiyordu. Babam aniden yataktan fırladığında annem de onu takip ederek odadan ayrılmıştı. Ablam ve ben gözyaşları eşliğinde birbirimize bakıyorduk. Onun da üzüldüğünü biliyordum. Ferhat beyi benim kadar iyi tanımasa da iyi biri olduğunu bilecek kadar tanıyordu. Hatta bu zamansız ölüme anlam veremeyecek kadar da şaşkındı. Bu şekilde daha fazla duramayacağımın farkındaydım. Bunun gerçek olup olmadığını görmem gerekiyordu. Ancak Evren’in böyle bir şeyin şakasını yapmayacağını da biliyordum. Ama yine de bunun bir şaka olma olasılığını göz ardı edemiyordum. Öyle olmasını yürekten istiyordum. Panikle oraya gittiğimde hepsinin bana gülmesini istiyordum. Bunu her şeye tercih ederdim. Dolabın kapısını açıp hızla üzerime bir şeyler geçirmeye başladım. Ablam da benimle aynı şeyleri düşünmüş olacak o da kalmış ve hızla giyinmeye başlamıştı. Alt kata doğru inmeye başladığımızda babam ve annemin de bizim gibi düşünüp gitmeye karar verdiğini görmüştüm. Hiçbir şey konuşma gereği görmeden kapıya çıkmıştık. Babamın taksi çağırmayı akıl ettiğini de ancak taksi geldiğinde fark etmiştim. Kendimde değildim ki, oraya gidecek bir araca ihtiyacım olduğunu hatırlayabileydim. Gelen taksiye binip yola koyulduğumuzda da hala aklımda bunun bir şaka olma olasılı dolanıyordu. Cama başımı dayamış ve karanlık gecede dışarıya bakarak ağlamaya devam ediyordum. Benim için bir baba kadar değerli olan birini kaybetmeye dayanamazdım. Benim için bunca şey yapmışken, ona düzgün bir teşekkür bile edememişken gitmesine dayanamazdım. Hem onu sağlıklı olarak göreli ne kadar olmuştu ki? Bir saat mi beş saat mi? Bu kadar ani, bu kadar erken gitmiş olamazdı? Bu sadece bir kâbustu. Buna inanmak istemiyordum. Taksi lüks malikânenin kapısında durduğunda, kapıyı açıp kapıya doğru koşturmaya başladım. Zili çalıp beklemeye başladığımda, hıçkırıklarımı düzene sokmaya çalışmıştım ama yapamamıştım. Ferhat Beyi görmeden de düzene sokabileceğimi de sanmıyordum. Kapı sonunda açıldığında, kimseden onay beklemeden içeriye girmiştim. Abu evin her yerine aşinaydım. Bu yüzden sorunsuz bir şekilde salonu bulmam kolay olmuştu. Tüm ev halkının geniş salonda ağlayarak oturduğunu gördüğümde, içimde yeşermek için çabalayan tüm filizlerin bir anda solduğunu hissetmiştim. Gözlerim ağlayan yüzler üzerinde sıra sıra giderken babaannenin ıslak yüzünde kalakalmıştı Elini bana doğru uzattığında, tereddüt etmeden yanına koşmuş ve önünde diz çökerek uzattığı eli kavramıştım. “ Babaanne ne olur bana şaka olduğunu söyleyin.” dedim ağlayarak. Bu babaannenin daha sesli bir şekilde ağlamasına neden olmuştu. Titreye elleri saçıma uzanırken ben de başımı dizlerine dayamış ve onunla beraber hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Babamın “ Nasıl oldu bu?” diye sorduğunu duymuştum ama başımı kaldırıp yüzüne bakmamıştım. “ Biz de anlamadık. En son telefonda biriyle konuşuyordu. Sonra odasına gidip yatacağını söyledi. Ancak gece yere düşen sürahinin sesiyle uyandığımızda onun yatağın yanında baygın bir şekilde bulduk. Doktor çağırdı ancak hastaneye gitmeden kalbi durdu. Kalp krizi geçirmiş. Ne yapıldıysa kurtarılamadı. Amcam gitti.” Dedi Evren... Ağlamasa da sesindeki acı tonu duyabilmiştim. Amcasını ne kadar sevdiğini biliyordum. Ferhat Bey de onu severdi. Çok severdi. Ama gitmişti işte. Bir anda hiç birimize veda edemeden aramızdan ayrılıp çok uzaklara gitmişti. Tüm iyilikleriyle beraber bir teşekkür bile edemeden ansızın gitmişti. Bunu nasıl hazmedeceğimi, nasıl dayanacağımı bilmiyordum. Hala inanmakta zorlanıyordum. Ama gerçek farklıydı. Her ne kadar hep yanımda olacağını düşünmüş olsam da o gitmişti işte. Başımı babaannenin dizlerinden kaldırıp ayakta olan Evren’e baktım. “ Kimle konuşuyormuş en son?” Salona ani bir sessizlik hâkim olmuştu. Bunun iki nedeni olabilirdi. Birincisi herkes kimle konuştuğunu biliyordu. İkincisi onlarda benim gibi bu sorunun cevabını merak ediyordu. Evren kaçamak bakışlarla bana döndüğünde bu soruyu ilk defa benim dile getirdiğimi anlamıştım. “ Yiğit.” Dedi zor duyulan bir sesle. “ Oğlu Yiğit’le konuşuyormuş.” Bu cümle bir süre havada asılı kalmıştı. Şu meşhur evlilik dışı olan ve yıllarca yurt dışında yaşayan, aralarının iyi olmadığı oğluyla konuşmuştu en son. Üstelik gecenin ilerleyen saatlerinde. Bu bana mantıklı gelmemişti. Oğluyla konuştuktan sonra nasıl kalp krizi geçirebilirdi ki? Acaba heyecanlanmıştı da aniden kriz geçirmişti. Yoksa aralarında kötü bir konuşma yaşanmıştı da üzüntüye dayanamayıp bu hale gelmişti. Bu soruların bir cevabı vardı. Ancak artık bu soruları tek bir kişi yanıtlayabilirdi. Daha önce resmini bile görmediğim, adını bu gece dışında sadece bir kez duyduğum Yiğit Demirhan… Onun hakkında son konuşmamız bu olmuştu. Ne kimse bir daha bu konuyu açma gereği hissetmişti ne de ben bu konu hakkında daha fazla soru sormak istemiştim. Benim için isim dışında bilmediğim biriydi o. Her ne kadar babam olarak gördüğüm adamın tek çocuğu da olsa yabancı biriydi. Ve hep de öyle kalacaktı. “ Ferhat Beyi eve ne zaman getirecekler?” Bu cümle babaanneyi sesli şekilde ağlamaya itmişti. Her ne kadar güçlü durmaya çalışıyor gibi dursa da güçlü duramazdı. Bir evladını kaybetmişti. O benim biyolojik aileme benzemezdi. Ailem beni kendi elleriyle öldürmeye çalışmıştı ancak babaanne oğlunu severdi. Hatta oğullarını ve torunlarını da severdi. Şimdi içlerinden biri gitmişti. Durup dururken bir anda, sessiz sedasız gidivermişti. “ Babam hastanede. İşlemler biter bitmez getirecekler. Ben de gidecektim ama evdekileri emanet edecek biri yoktu. Babaannem perişan ve çok hasta, ablam annem üzgün… Onları bu şekilde bırakıp amcamla gidemedim.” “ Biz seninle gidelim oğlum. Yakut burada.” Başımı yeniden babaannenin dizine yaslamış bir şekilde ağlamaya devam ediyordum.  Babam ve Evren’in konuşmalarını duyabiliyordum ama tepki veremiyordum. Ne karar verdiklerini bile bilmiyordum. Bir doktor gelip babaanneyi kaldırmaya çalışana kadar yere oturmuş bir şekilde ağlıyordum. Hissileşmiştim sanki. Kolların omuzlarımdan tutup yerden kaldırmaya çalışma çabasına da aynı duygularım gibi hissiz bir şekilde karşılık verdim. Zaten ayaklarımı bile hissetmiyordum. Yerde uzun süre hareketsizce oturmamdan dolayı olsa gerek uyuşmuştu. Yumuşak bir yere oturtulduğumu, yanımda ağlayan Elif ablayı hissedebiliyordum. Ona ne kadar destek olmak istesem de kendime bile hayrım yoktu ki benim. Ona ağlama demek istiyordum ama kendi gözyaşlarımı durduramıyordum. Bu yüzden sessiz kalmanın daha iyi olacağına karar verip oturduğum yerde öylece bekledim. İçerde koşturanlar, ev halkına bir şeyler yedirmeye çalışanlar vardı. Ancak ne kimse de yemek için iştah ne de direnmek için takat vardı. Öyle oturdukları yerde ağlayarak bekliyorlardı. Babamların Ferhat beyin cenazesiyle gelmesini bekliyorlardı. Dün gülücükler saçan adamın eve buz tutmuş bedenini getirmek için uğraşıyorlardı. Hayat gerçekten garipti. Bir an vardın sonra bir bakıyordun yok olmuşsun. Şakası yoktu ölümün. Seni ne zaman gelip aramızdan ayıracağına karar verip sessiz sedası alıp götürüyordu. Oysa ölümün bize hiç uğramayacağını düşünmüştüm hep. En azından bunca acı çektikten sonra sevdiklerimin beni bir daha bırakmayacağına inanmıştım. Ama görüyordum ki, Ferhat Bey gibi diğerleri de aniden gidebilirdi. Ve onlara veda etme fırsatım bile olmayabilirdi. Bu daha fazla canımın acımasına neden olmuştu. Çünkü beni sevecek insanları geç bulmuştum ama aniden kaybediyordum. Gerçekten ölüm çok acımasızdı. “ Büyük hanım hiçbir şey yemedi. İlaçlarını nasıl içireceğiz ona?” Beni kaybolduğum düşüncelerden bu cümle çıkarmıştı. Elinde tepsiyle merdivenlerin başında bekleyen yardımcı kızlara kaymıştı bakışlarım. Yüzlerinden üzgün ve çaresiz oldukları okunuyordu. Babaannenin hiçbir şey yemediği, bu yüzden ilaçlarını alamayacağı için çaresizdiler. Bu yüzden bu işe el atmam gerektiğinin farkındaydım. Babaannenin bu şekilde aç durmasına izin veremezdim. Ayağa kalkmam zor olsa da kanepeye tutunup ayaklanmayı başarmıştım. Birkaç dakika ayağımdaki hareketsizlikten oluşan karıncalanmanın geçmesini bekledim. Azaldığını hissettiğimde de gözümdeki yaşları silip yardımcı kızları takip ederek mutfağa girdim. “ Ben babaanneye yediririm bana verin.” Dedim tepsiye uzanırken. Beni tanıyorlardı. Bu eve çok sık gelmesem de tanınacak kadar gelmiştim. Bu yüzden çok fazla diretmeden tepsiyi elime tutuşturmuşlardı. “İlaçlarda şurada.” Dedi küçük üzeri peçeteyle örtülü tabağı göstererek.   “ Yemek yedirmeyi başarırsan bunları mutlaka içir. Yoksa hastalanacak.” Başımla onaylayıp mutfaktan çıktım. Evim ortasındaki geniş ve büyük merdivenleri yavaş yavaş çıkmaya başladım. Annemlerin diğerleriyle ilgileneceğini biliyordum bu yüzden en zor olanı halletme için üst kata çıkmaya başlamıştım. Üst katın koridoruna geldiğimde, babaannenin odasına girmek üzereyken, aralık bırakılmış kapıdan Ferhat Bey’in odasına doğru baktım. Evren’in tarif ettiği gibi kırılmış olan sürahinin parçalarını yerde görebiliyordum. Işık hala açıktı. Gün ağarmasına rağmen gecenin dehşeti hala ortadaydı. Kimse o odaya girip kanıtları kaldırmamıştı. Gözlerimden süzülen yaşları koluma silerek yok etmeye çalıştım. Bu oldukça nafile bir çabaydı. Çünkü ne kadar silersem sileyim, yenileri oluşmaya devam ediyordu. Bu yüzden onları silmeyi bırakıp, babaannenin odasının kapısını tek elle açıp ayağımla yavaşça araladım. Babaanne yatağında uzanmıştı. Ancak uyumuyordu. Ağladığını hıçkırık seslerinden anlayabiliyordum. Yavaşça yanına doğru yürüyüp yatağının kenarına oturdum ve elimdeki tepsiyi kucağıma bıraktım. “ Babaanne.” Diye seslendim yumuşak bir tonda. Ama beni duymamış gibi tepkisiz kalmayı tercih etmişti. Onun bu hali beni daha fazla üzüyordu.” Lütfen yapma böyle. Ferhat Bey bu halini görseydi ne kadar üzülürdü bilmiyor musun? “  bu cümlem bakışlarının yönünü değiştirmişti. Şimdi doğrudan bana bakıyordu. Ama ağlamaya devam ediyordu. “ Sen hiçbir şey yemeden, burada böyle yattığında o mutlu mu oluyor? İlaçlarını almadığın zaman ne kadar endişeli olduğunu unuttun mu?” “ Oğlum…” dedi boğuk bir sesle. “ Evet, Ferhat Bey burada olsa sana kızardı. Hatta onun burada olduğuna da eminim. Şu an senin bu halini görüp kahroluyordur. O senin böyle olmanı istemezdi babaanne. Yapma böyle. Hepimizin sana ihtiyacı var. Sen böyle perişan bir şekilde burada yatarsan diğerlerini kim toparlayacak?” “ İsterdi değil mi?” diye sordu doğrulmaya çalışırken. Onu başıma onaylayıp ayağa kalktım. Elimdeki tepsiyi komedinin üzerine bırakıp, babaanneyi doğrulması için kaldırıp arkasına yastıkları dayadım. “ Evet babaanne. Senin de diğerlerinin de iyi olmasını isterdi. Sen hepimizin büyüğüsün. Bu yüzden kendini bırakma lüksün yok. Dimdik ayağa kalkıp bize güç vermen gerekiyor.” Tepsiyi yeniden kucağıma alıp bir parça ekmek kopardım. Üzerine Ferhat Beyin de çok sevdiği vişne reçelinden sürerek ona uzattım. Bu detayı hatırlamak bile gözlerimin sızlamasına neden oluyordu ancak şu an ağlayamazdım. Ben ağarsam karşımdaki kadın daha fazla ağlardı. Zorlamama gerek kalmadan birkaç lokma yedirmeyi başarmıştım. Ama bir yerden sonra istememeye başlamıştı. Onu zorlayacak değildim. Böyle bir zamanda tıka basa doymak kimin umurunda olurdu ki? Onun da olmuyordu elbette. Ancak ilaçlarını alması için bir şeyler yemek durumundaydı. Şükürler olsun ki ona birkaç lokma bir şey yedirebilmiştim. İlaçlara uzanıp suyla beraber ona uzattığımda bu kez daha güçlü bir şekilde almıştı. İlaçları tek tek içip bardağı geri uzattığında, benim de gitme vaktim gelmişti. Daha fala elimden bir şey gelmiyordu. Yataktan kalkmak üzereyken güçsüz bir kol bileğimden kavradığında, kalkmak için biriktirdiğim gücümü özgür bıraktım. Sonrada babaannenin nemli yüzüne bakmaya başladım.” Oğlum seni çok severdi biliyorsun değil mi?” başımla onayladım. Eğer bu şekilde konuşmaya devam ederse ağlamamak için sakladığım tüm çabamı boşa çıkaracaktı. “ Seni ailemizden biri olarak görürdü. Kızı olsaydın seni anca bu kadar severdi. Seni neden bu kadar çok sevdiğini şimdi anlıyorum. Sen gerçekten iyi bir kızsın Yakutum. Sen olmasan ben ye yapardım? Kim ilgilenirdi bu yaşlı kadınla?” Bileğimi tutan elini yakalayıp sıkıca kavradım. “ Bu şekilde konuşma babaanne. Ben buradayım işte. Nasıl Ferhat Beyin sürekli ilaçları için peşinde koşturuyorduysam senin için de yaparım bunu. Hiç düşünme sen.” Minnet dolu bir ifadeyle salladı başını. Sonrada yavaşça yatağına geri uzandı. Bizim gibi genç değildi. Acısı büyük olduğundan gücü yetersizdi. Bu yüzden de ayakta durmaya gücü yoktu. Onu anlayabiliyordum. Ben bile kan bağımız olmamasına rağmen zorlukla ayakta duruyorsam annesi olarak perişan haldeydi. Elimdeki tepsiyle odadan çıkıp mutfağa girdim. Tepsiyi bırakıp diğerlerini kontrol etmek adına salona geçecekken dış kapının açıldığını gördüm. Evren babasının koluna girmiş bir halde içeriye girerken babam da hemen arkalarından içeriye girmişti. Onlara bir şey soramayacağım için babamı durdurmuş ve cenaze hakkında bilgi almıştım. Ferhat Beyin cenazesinin daha sonra getirileceğini, önce camide yıkanması gerektiğini söylemişti. Diğerlerinin de üzerlerini değiştirmek için kısa süreliğine eve geldiklerini açıklamıştı. Sonrada babam annemi alıp bize bir şeyler getirmek için gitmişlerdi. Onlar gelene kadar ev halkıyla yakından ilgilenmemizi tembihlemişti. O söylemese de bunu zaten yapacaktım. Her biri perişan bir haldeydi ve birilerinin onlara destek olması gerekiyordu. Söylediği gibi de olmuştu. Evren ve babası kısa sürede üzerlerini değiştirip tamamen siyahlara bürünmüşlerdi. Ancak hiçbir şey atıştırmadan apar topar evden çıkıp merkez camiine doğru yola koyulmuşlardı. Kendisi yakın dostlara haber verirken bana da gazeteye ilan vermemi tembihlemişti. Onların evde ayrılmasının hemen ardından telefonu almış ve şirketi halkla ilişkiler bölümünü arayıp konu hakkında bilgilendirmiştim. Ama asıl bilgilendirilmesi gereken kişiyi herkes unutmuştu. Kimseye bir şey söylemeden üst kata çıkıp, aralık kapıdan Ferhat Beyin odasına girdim. Komedinin üzerinde duran aşina olduğum telefona bakarken gözyaşlarıma daha fazla engel olamamıştım. İncitmekten korkarak uzanıp telefonunu elime aldığımda daha birkaç saat önce bu telefonu kullanmış olduğunu hatırladım. Bu daha fazla ağlamama neden olmuştu. Ekranı açıp son aranan numaralara girdim. Kocaman harflerle OĞLUM yazıyordu. Bu kadar küçük bir detay bile oğlunu sevdiğini anlamaya yeterdi. Ancak hala neden yıllardır görüşmediklerini, aralarının kötü olduğunu anlayamıyordum. Bunu oğlunun kişiliğine yoruyordum. Ferhat Bey gibi biri oğlundan ayrı kalmak istemezdi. Buna emindim. Ve ona olan minnetimi son anında yanında olması için oğlunu çağırarak ödemeye çalışacaktım. İsminin üzerine dokunup çalmasını bekledim. Ona bu durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Babasının öldüğünü hatta en son kendisiyle konuştuktan sonra öldüğünü ona söylemek zor olacaktı. Ne kadar araları kötü olsa da babasıydı sonuçta. Üzülecekti muhakkak. Bunları düşünürken telefon çalmaya devam ediyordu. Ancak çaldı, çaldı, çaldı… Kimse cevap vermiyordu. Telefon kapandığında bu kez öfkeli bir şekilde yeniden aradım. Nasıl bir insan babasının aramasını gözden gelebilirdi ki? İlk defa ciddi anlamda oğlunun kötü biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine kapanmak üzereyken bu kez karşı taraftan uykulu bir ses duydum. Zaman farkını tamamen hesaplamamıştım. “ Evet…” “ Ben…” dedim bir anda söylemek istediğim tüm şeyleri unutarak. Ona acımak ve kızmak arasında kalmıştım. “ Kimisiniz?” diye sert bir ifadeyle sorduğuna bu kez konuşmak için gereken cesareti bulmuştum. “ Ben Yakut. Babanızın…” “ Yeni metresi mi?” lafımı bitirmeme izin vermemekle kalmamış bir de üstüne metres demişti. Bunca şeyin arasında bunu duymak sandığımdan da ağır gelmişti. Burada babası hakkında ona bir şeyler açıklamaya çalışan ben bir anda metres durumuna düşmüştüm. “ Bilmiyorum daha önce babanızın kaç metresi tarafından arandınız ancak ben kimsenin metresi değilim.” Dedim kendimi aklama çalışarak. Bu tamamen aptallıktı ama bir an kendimi aklamak istemiştim. Üstelik tanımadığım bir adama karşı. “ Yani… “ dedi bezgin bir şekilde. “ Gecenin bu saatinde o adamın telefonundan ne diye arıyorsun beni?” “ Saçma ithamlarınızı kendisine saklayıp ve susun bir zahmet. O zaman gecenin bu saatinde ne diye aradığımı öğreneceksiniz.” Diye bağırdım kendimi kaybederek. Sonra hatamı anlayıp derin bir nefes aldım. Aptalın tekiydim. Bu evde cenaze varken Ferhat Beyin züppe oğluna dert anlatmaya çalışıyordum. Şimdiden onu aradığıma pişman olmuştum. Ancak başladığım işi bitirmek zorundaydım. “ Babanız, bu gece vefat etti. Bilmek istersiniz diye düşündüm. Söylemek istediğim bu kadardı. İyi geceler…” dedim ve telefonu kulağımdan çektim. Kapatmak üzereyken “ What…” diye kükredi “ Kimsin sen?” diye ekledi. Bunun üzerine telefonu yeniden kulağıma götürdüm. Hatasını fark etmiş görünüyordu. Ya da babasının öldüğüne hala inanmıyordu. “ Yakut… Babanızın…” “ Söylediklerin gerçek mi?” sesi ilk defa anlam veremediğim tuhaf bir tonda çıkmıştı. Endişeli mi sakin mi emin değildim. “ Elbette gerçek. Bu konu hakkında şaka mı yapılır? Bilmeniz gerektiğini düşündüm. Evdekiler size haber veremeyecek kadar perişan durumda. Babaanneniz…” “ Ne oldu babaanneme?” işte şimdi sesindeki tonu hissetmiştim. Endişe… Babası için olmadığı kadar babaannesi için korkuyordu. Değişik bir evlattı. Anlaması zor. “ Sağlığı yerinde ama birilerinin desteğine ihtiyacı var. Herkes bir tarafta koşturuyor. Zavallı kadın tek başına acı çekiyor. Belki siz…” “ Düşüncelerini kendine sakla.” Dedi ve bir anda telefonu yüzüme kapattı. Yaptığı tamamen terbiyesizlikti ancak bu kez anlayış gösterilebilirdi. Belli etmemiş olsa da acı çekiyor olabilirdi. Sonuçta ölen onun babasıydı. Bir şekilde canı mutlaka yanıyordu. Telefonu yeniden yerine koyup odaya son bir kez baktım. Bozulmamış yatağa, hala kırıklarla dolu olan zemine, yana ışığa… Bu oda bir daha Ferhat Bey tarafından kullanılmayacaktı. Bu oda artık tamamen karanlığa gömülü kalacaktı. Elimi duvardaki düğmeye uzatıp, ışıkları kapattım. Sora da kapıyı arkamdan çekerek kapattım.      
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE