3. Bölüm “UKDE”

2769 Kelimeler
UKDE; Düğüm, yumru, içe dert olan şey Abdestimi alıp vakit kaybetmeden üzerimi giyindim, ardından aceleyle mutfağa inerek akşam yemeği hazırlıklarına koyuldum. Normal şartlarda şimdiye kadar yemekleri hazırlamış, sofrayı kurmuş ve içim rahat bir şekilde akşamın karanlığını bekliyor olmam gerekirdi. Fakat öğle vakti ansızın eve uğrayan kocam, bütün düzenimi altüst etmişti. İçimden “İyi ki Saliha annem yok,” diye geçirdim. Zira olsaydı, gündüz vakti yaptığımız işi mutlaka sezer, ben de utançtan yüzüne bakamaz hale gelirdim. Mutfakta telaşla bir o yana bir bu yana koşuştururken, birden kapıdan nefes nefese içeri giren Asuman’ı fark ettim. Ellerim duraksadı, birkaç saniyeliğine elimdeki işin ne olduğunu dahi unuttum. Cezayir öyle bir sarhoşluk vermişti ki aklıma; ne saatin ilerlediğini hatırlayabilmiş, ne de Asuman’ın evde olmayışını fark edebilmiştim. Aklım hepten uçmuş gitmişti. "Yenge!.." diye seslendi. Göğsüne bastırdığı eliyle art arda öksürürken soluğunu dengelemeye çabalıyordu. Saçları darmadağın, yüzü elma gibi kızarmıştı; belli ki koşar adım gelmişti. Bir an karnına yapışan elini gevşetip doğruldu. "Ahh… Neyse ki erkenden yetişmişim. Kimsenin yokluğumu fark ettiği yok." diye iç geçirdi, rahatlamanın verdiği kısa bir tebessümle. Oysa o tebessümün birazdan boğazına takılıp kalacağından habersizdi. Hiç çekinmeden, doğramakta olduğum patateslerden birini alıp dişledi. Onun bu umursamaz hâlini görünce yüzüm ister istemez buruştu. "Çiğ çiğ yeme şunu, Asuman!" diye çıkıştım. Fakat o, aldırmaz bir tavırla boşta kalan kolunu tezgâha yasladı. "Ağabeyim fark etmedi, değil mi yenge?” dedi. Cevap vermemi dâhi beklemedi; kendi soruyor, kendi düşünüyor, kendi sorusuna kendi cevap veriyordu. "Benimki de laf! Fark etse evi yerinden oynatır. Tarlaya geri mi döner sanki?" Gözlerim istemsizce kısıldı. Oynatmıştı… Hem de bizzat üzerimdeyken. "Abin yukarıda." dedim, önüme dönüp tahtanın üzerindeki tavuğu doğramaya devam ederek. Göz ucuyla Asuman’a baktım. Yüzünün rengi atmıştı. "Öğle yemeğinden sonra hiç gitmedi tarlaya." Asuman’ın gözleri irileşti. Çaresizce bana bakıyordu; yüzü, şimdi yandım der gibi bir ifadeye büründü. "Kesin anlamıştır… Vallahi kesin!" dedi, sesi titreyerek. Başımı ağır ağır salladım. Cezayir'in gözünden şimdiye kadar ne kaçmıştı ki? "Bugünü mü buldu evde kalacak! Hem ne zamandan beri işe gitmez oldu ki? Of Allah’ım, bahtsızım, talihsizim ben—” "Asuman." Birden sustu. Mutfak kapısında dikilen ağabeyinin sesi, bütün sözlerini boğazına tıkamıştı. Donakaldı. Yüzüne zorlama bir gülümseme yerleştirerek yavaşça ona döndü. "A- Abicim" "Yukarı gel. Bekliyorum.” Asuman, başını hafifçe eğip onayladı. Cezayir gözlerini bana çevirdi; derin bakışları üzerime mıhlanmıştı. Kalın dudaklarının arasından dilini geçirip nemlendirdi, hafif bir tebessümle yüzünü çevirdi ve merdivenlerden yukarı kayboldu. Gidişinin ardından üzerimde hâlâ bir çift gözün varlığını hissettim. Döndüğümde Asuman’ın bana dikilmiş bakışlarıyla karşılaştım. Gözlerini kısarak yanıma sokuldu. "Gerçekten mi, yenge?” dedi, alayla yoğrulmuş bir tonda. "Şu günü buldun abimle sevişecek, öyle mi?” Bir anlık şaşkınlıkla nutkum tutuldu. Sözleri beynimde yankılanırken utançla harmanlanan öfkem kabardı. Bu kız, artık sınırını çoktan aşmıştı. "Asuman, saçmalamayı kes!" dedim, hiddetle. "Öyle bir şey yok! Hem biz sana mı soracağız ne zaman, ne yapacağımızı canım?” Asuman, dudak kenarından taşan alaylı bir gülümsemeyle başını yana eğdi. "He he… ikiniz de banyodan yeni çıkmışsınız… Tövbe estağfurullah,"Sözünü yarıda kesti, gözleri bir anlığına hançer gibi üzerime saplandı. "Yürüyemiyorsun bile.” Duyduklarıma inanmak istemedim. Sözleri yanaklarımı birer elma gibi kızarttı. Hırsla ayağımdaki terliği çıkarıp Asuman’a fırlattım. O ise kahkaha atarak mutfağa kaçtı. Terlik tahta kapıya çarpıp gürültüyle yere düştü. Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Ama ne fayda… Bu kızın arsızlığı karşısında utanma duygusu arşa çıkıyor, sabır denen şey yetersiz kalıyordu. Mutfağın içinde dolanırken, kendi yürüyüşüme istemsizce bakakaldım. Bacaklarımın arasında hafif bir sızı vardı; ama bunun bu kadar belli olduğunu hiç düşünmemiştim. "Resmen sünnet olmuş çocuklar gibi yürüyorsun.” Asuman, mutfak kapısından başını uzatmış, alaycı bir gülümsemeyle beni süzüyor, sinirlerimi okşuyordu. Ayağımdaki diğer terliği çıkarıp hızla kapıya savurdum. "Ah!” Terlik kalçasına sertçe değince Asuman acıyla inledi, ama Cezayir’in adını seslenince yüzünü somurtarak, kalçasını ovalayarak mutfak kapısından uzaklaştı. Asuman gözden kaybolunca mutfağa geri döndüm ve yarım bıraktığım yemeği yapmaya devam ettim. . . . Akşam yemeği sessiz sedasız ilerliyordu. Önümdeki pilavı usulca karıştırıyor, ama doğru düzgün tek bir lokmayı ağzıma atamıyordum. Yemeklerin kokusu, pişerken mutfağı doldurmuş, olanca iştahımı tamamen almıştı. Tek istediğim biraz uykuydu. Bedenim yorgun, zihnim bulanık, uykusuzluğun ağırlığı omuzlarımda ezici bir biçimde hissediliyordu. Her nefes alışımda günün yorgunluğu biraz daha derinleşiyor, göz kapaklarım istemsizce kapanıyordu. "Oğlum, gardaşların ne zaman gelecek? Burnumun ucunda tüttüler yavrularım." Salina annemin sesi, çatal-bıçakların ritmiyle karışarak odadaki sessizliği deldi. Tüm gözler bir anda ona çevrildi. Ben hafifçe doğrulup bakışlarımı Cezayir’e yönelttim. Kaşları her zamanki gibi çatık, yüzü sertti. Önündeki tabağı bıraktı, annesine yöneldi; hareketleri, sözlerinden daha fazla şey söylüyordu. "Az kaldı, anacım… Çok az kaldı." Sesi sıkıntıyla doluydu; sanki kardeşleri okula değil de savaşa gitmiş gibiydi. Hasret çekmek kolay iş değildi, bunu kocamın hem sözlerinden hem yüzünden okuyabiliyordum. Masadaki sessizlik kısa sürdü; Cezayir'in sorusu havada yankılandı. "Anacım… Bir gün buradan gitmek zorunda kalsak, rızan olur mu? He der misin?” Sözleri, geniş sofradaki gözlerimi aniden topladı. Karşımdaki adama kilitlendim. Zaten bana bakıyor olacak ki, gözlerimiz kısa bir an içinde birbirine kenetlendi. Saliha anneye soruyor gibiydi, ama bakışlarını doğrudan bana yönelmişti; içimdeki tereddütü, kaygıyı, belki de korkuyu okuyacakmış gibi yüzümden gözlerini ayırmadı. Annesine sorduğu sorunun cevabını, benim gözlerimde aradı. "Ne!” İlk tepki Asuman’dan geldi. En az benim kadar şaşırmıştı; duygusu yüzüne yansımıştı. “Hayrola, nereden çıktı bu yavrum?” Asuman ve Saliha annemin birbirine karışan seslerine bile dönüp bakmadı; gözleri hâlâ üzerimdeydi. “Öyle işte, ana… zor oluyor, çocuklar orada, biz burada.” Kocamın sesi sıkıntılıydı, düşünceli. Benim konuşmayacağımı anlayınca üzerimden çekti bakışlarını. "Sen en iyisini bilirsin, çocuğum." Saliha annemin sorgulamadan onaylayan tınısı kaşlarımı çatmama yetti. “Gitmek zorunda kalırsak” ayrı, “çocuklar orada, biz burada zor oluyor” apayrı bir meseleydi. Ne yazık ki Saliha anne, bu ayrımı görecek kadar derin düşünemiyordu. Kendilerine çizilen yol boyunca gözleri ve kulakları kapalı ilerlemeye razıydı. Yorum yapmadım. Ana-oğulun arasına girmek istemedim. Aklımı kemiren düşüncelere bir yenisi daha o akşam eklenirken sessiz kaldım; kendi kendime cevap bulmaya çalıştığım sorularla cebelleşerek sofrayı toplamaya koyuldum. . . . Yorgunlukla giydiğim geceliği düzeltirken, parmaklarım kremi bacaklarıma nazikçe yayıyordu. Burnuma dolan hafif ve tatlı koku, günün yorgunluğunu bir anlığına hafifletti. Diğer bacağıma geçerken açılan kapıdan kocamın heybetli silueti süzüldü içeri. Kafasını hafifçe eğip sessizce içeri adım atarken, bakışları kısa bir süre benim gözlerimde konakladı. Ardından gömleğinin düğmelerine yönelen elleriyle ağır adımlarla yatağa doğru ilerledi. Ben de gözlerimi ondan kaçırıp geceliğimi toparladım, kremi yerine bıraktım ve yatağa uzandım. Arkamı ona dönerek yüzümü yastığa gömdüm. Odada sessizlik hüküm sürüyordu; ne konuşmaya ihtiyaç vardı ne de söze. Tekrar gözlerimi kapatacakken, belime dolanan kolların sıcaklığı beni onun geniş göğsüne çekti. Yoğun, erkeksi kokusu ve teninin sıcaklığıyla kalçam hafifçe gövdesine yaslanırken, yutkunduğunu fark ettim. Gözlerimi sıkıca kapattım; sonunda huzurlu bir uykuya teslim olabilirdim. Cezayir yanımdaydı; artık her şey yerli yerindeydi. . . . "Nazenin…" Yanağıma dokunan yumuşak el ve kulağıma fısıldayan kısık ses, uykumu parçaladı. Gözlerimi güçlükle araladım. Cezayir üzerime eğilmişti; sıcak nefesi yüzüme çarparken onu bu yakınlığına karşı koyamadım ve ağırca yutkundum. Geri çekilince yanağımdaki eli düştü, ne olduğunu anlamaya çalışır gibi gözlerine baktım. "Saat kaç?" Uykunun boğukluğu sesimde hâlâ hissediliyordu. Birkaç öksürükle düzeltmeye çalıştım. "Altı…" Üzerindeki siyah pantolon ve gömlekten çektiğim gözlerimi onun gözlerine kilitledim. Sabahın köründe neden bu kadar özenliydi? Tarlaya gitmediği belliydi. “Akşama doğru Turan’la bize geleceğiz. Size zahmet bahçeye bir sofra kurun, yavrum.” Söylediklerini anlamaya çalışırken başımı usulca salladım. Çenemi kavrayan eliyle yüzümü kendine çekti. Aralık dudaklarıma bastığı öpücük sert ve tutku doluydu. Yatak kenarından kalkarken, hüzünle yutkundum. Hiçbir şey söylemeden gidiyordu… Yine ve yine. "Nereye bu saatte?” Göğsüm birden hızla kalktı, bulanan midemi bir kenara bırakıp ansızın konuştum. Attığı birkaç adımı durdurup yüzüme döndü. Elini pantolonunun cebine sokup ifadesiz gözlerle süzdü beni. Karısının ilk defa onu sorgulaması beyefendiyi şaşırtmış olmalıydı. Zaman zaman oturup evliliğimizin normal olup olmadığını sorguluyordum. "İşim var.” Kısa, net… Kulaklarımda çınladı. Bu kadar mıydı? “Sabahın köründe ne işi bu?” Kapıdan çıkmak üzereyken tekrar sordum. Derin, gizemli bakışlarıyla karşılaşınca boğazım düğümlendi. Artık bir şeyleri açıklamanın zamanı gelmişti. Ben bir adamla evliydim; sır kutusuyla değil… "İşim var dedim Nazenin! Yat uyu, yavrum.” Bağırmıyordu; belki de bağırsa bu kadar etkili olmazdı. Sert, baskın sesiyle son sözlerini söyledi, tek kelime etmemi bile beklemeden odadan ayrıldı. Dudaklarımdaki kan tadını hissedip dişlerimin arasına kıstırdığım alt dudağımı serbest bıraktım. Elimin tersini bastırıp dudaklarımı silerken, yorgunluğum tüm benliğimi sarmıştı. Daha üç aylık evliydik ama kendimi çoktan tükenmiş hissediyordum. Narin tarafım, Cezayir’in sert duvarlarına çarpıp parçalanıyordu. Benim tek isteğim sıradan, herkesin yaşadığı bir evlilikti. Ama onun dünyasında bu, ne yazık ki mümkün değildi. Yatağa geri gömüldüm. Cezayir’in farkında olmadığı, ama benim sessizce akıttığım gözyaşlarımı tuttum. Sadece nereye gittiğini söylemeden gitmiş olması yüzünden ağlamıyordum; aylardır boğazımda biriken kelimelerin sonunda düğümlenip beni çıkmaza sokmasına ağlıyordum. Zamanı saymadan, pencerenin önünde durup gökyüzünü izledim. Saniyeler dakikaya, dakikalar saatlere dönüştü. Gökyüzü, taze bir aydınlığa kavuşurken, göz yaşlarım kayıp gitti. Vücudumu zorla yataktan kaldırmıştım ki kapı pat diye açıldı. Asuman içeri girdi, ağzını açıp kapayarak sessizce yanıma geldi. “Yenge?” “Efendim Asuman.” Yataktan doğrulup ayağa kalktım. Normalde, bu hâlimle Asuman’ın karşısına çıkmak beni utanca boğardı. Ama o an, yaşadığım duygular her şeyi silikleştirmişti. Üzerimdeki ince gecelik, dert edeceğim en son şey bile değildi. “Ağladın mı sen? Ne olmuş yüzüne, gözüne…” Asuman peşimde dolaşarak konuşuyordu. Fazlasıyla telaşlıydı. Bjr anda duraksadım ve iş gözlerimi ona çevirdim. "Ben çok yoruldum, Asuman…" Gözlerimden tekrar yaşlar süzüldü. Asuman yanımda durup yatak örtüsünü kenara attı, kolumdan tutup çekiştirerek beni yatağa oturttu. Ne yapacağını bilemez gibiydi. Sadece elimi tuttu ve bırakmadı. “Yiyoruz, içiyoruz, gülüyoruz ama sonra…” Sertçe yutkundum, ardından burnumu çektim. “Sanki hiç yaşamıyoruz Asuman… Sanki ben onun hayatına konmuş bir objeyim. Onun istediği kadar dahilim bir şeylere…” Kısık bir hıçkırık döküldü ağzımdan. “Yenge, abim hatasını anlar. Hem… o çok değer veriyor sana.” Asuman’ın tebessümü buruktu ama içime biraz olsun su serpti. “Hatırlıyor musun, nişanlıyken ara sıra kaybolurdu. Bir hafta, bazen iki, üç… Haberim olmazdı. Sizden duyardım. Kendi kendime, ‘Olsun, Nazenin. Yeni tanıştınız, evlenince elbet değişir.' derdim.” “Değişmedi, Asuman… Hiçbir şey değişmedi.” “Yenge…” Ayağa kalktım ve Asuman’ı da kaldırdım. Artık sorunları kendi içimde çözme zamanıydı. “Neyse yengem… Hadi kahvaltıyı kuralım, anam kalkar şimdi. Sen mutfağa geç, ben odaları toparlar gelirim.” “Hadi Asuman’ım, hadi yengem…” Kapıya işaret ettim. Asuman çıkarken yüzümde soluk bir gülümseme belirdi, ama tükenmişlik hâlâ bedenimi sarmıştı. Yatağa geri çöktüm. “Allah’ım… Sen içimdeki sızıyı, sıkıntıyı gider…” . . Tüm gün kendimi işe vermiş, evi köşebucak temizlemiştim. Salina annemin “Ev temiz, kızım” sözü, Asuman’ın “Kendini boşa yorma” uyarısı kulaklarımın dibinde çınlasa da ben kendi bildiğimi yapmıştım. İşlerle uğraşmak, düşüncelerimi susturmak için bir yoldu; düşünmezsem içten içe kendimi yemem diye planlamıştım. Ama ne mümkün… Kafamın içinde dolaşan düşünceler bir an olsun peşimi bırakmamıştı. “Yenge, sen otur hele, biraz dinlen. Sofrayı ben bahçeye kurarım şimdi,” dedi Asuman, sesi hem yumuşak hem de kararlı. Başımı hafifçe sallayarak sandalyeye yığıldım. Bedenim temizlikten, yemekten ve Cezayir Bey’in misafiri için hazırlıklardan yorgun düşmüş, sızlayan ayaklarımın üzerinde duracak dermanım kalmamıştı. Asuman, arka bahçeye kurduğu sofranın eksiklerini taşırken ben yalnızca bilmediği şeyleri tarif ediyordum, oturduğum yerden sessizce. "Oy oy oy, adam taş! Ne yazık ki evli…” Elinde tepsiyle mutfağa geri dönerken kaşlarını çattı, memnuniyetsiz bir tınıyla konuştu. Ben başımı sallayıp gülerek kendi kendime “Ya sabır,” dedim. "Abin duyarsa görürsün, kim taş kim kaya!” “Aman be yenge!” “Asuman, kim bu? Yeni mi görüyorsun adamı? Bu köyden değil mi?” "Bu köyden sanırım. Anası babası yok. Yıllardır burada ismen bilirdim sadece. Hatta şu iki alt sokaktaki Nazan Teyze var ya, onun çırpı kızıyla evli… Ama hiç kanlı canlı görmemiştim.” Ocağın üzerindeki tencereden aldığı sarmayı ağzına atarken devam etti. "İyi ki de görmemişim! İkinci bir Aşk-ı Memnu vakasına ne bu ev ne de bu köy hazır.” Kurduğu cümleler dudaklarımdan sessiz bir kahkaha döktü; gülümsemem Asuman’ın sırıtan yüzü ve alaylı bakışlarıyla birleşti. "Kız sen daha on sekiz yaşındasın, on sekiz! alemsin." "Ne on sekizi be! on dokuz olacağım birkaç aya" "Aman ne büyük!" kaşlarını çatarak bana baktı "Dedi Yirmi bir yaşında ki taze gelin" gülerek omuz silktim bu haline. Asuman'ı gerçekten seviyordum. Bu evde bana bir görümceden çok kardeş olmuştu. Gelen boğaz temizleme sesiyle Asuman ile gözlerimiz mutfak kapısında dikilen adama takıldı. Gülümsemem yavaşça düşerken, istemsizce gözlerimi ondan çekip önüme çevirdim. Kalbim normalden hızlı atıyordu; neden buradaydı? Ne söyleyecekti? “Ben anama geldiğinizi haber edeyim, abi,” dedi Asuman, bizi baş başa bırakmak için uydurduğu bahane ile ve mutfaktan çıktı. Onun bu hallerine gülümseyebilirdim belki, ama o an içimde hissettiğim sıkışmayla bu pek mümkün değildi. Hepimiz çok iyi biliyorduk ki; Saliha annem Cezayir'lerin geldiğini pek tabii biliyordu. Cezayir yanıma yaklaştı, sandalyeyi yamacıma çekip oturdu ve gözlerini bana dikti. Gözlerim istemsizce o bakıştan kaçtı; bedenim oradaydı ama aklım başka yerdeydi. Ne diye dik dik bakıyordu? Ne söyleyecekti ki? Her sözcük, mevcut sessizliğin ve sabah yaşanılan anların ağırlığında kaybolacak gibiydi. "Şu yüzünün, gözünün haline bak!” dedi, dudaklarından dökülen kelimeler hem sert hem de sitem doluydu. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Şiş olduğunu bildiğim gözlerimi mutfak tezgahından çekip onun bakışlarına sabitledim. Yorgunluğunu hâlâ taşıyan sert gözleri, bir anda üzerimde yoğun bir baskı oluşturdu. O kör kuyulardan bir duygu okunması neredeyse imkânsızdı, ama ben yine de bir parça umut arıyordum. “Ne hâle gelmiş…” dedi ve elini usulca göz kapaklarıma uzattı. Parmak uçları, göz kenarlarımda gezindi. Bu sıcak ve beklenmedik bir dokunuştu. Kalbim istemsizce sertçe çarpmaya başladı. O an, kafamın arkasına yerleştirdiği eli aniden sertleşti, beni kendine doğru çekti. Gözlerimden uzun uzun öptü ve sonra geri çekildi. Gözlerimi açamadım; açmak istemiyordum da… O bakışın ve dokunuşun bıraktığı ağırlık, nefesimi kesmişti. Cezayir mutfaktan çıkarken, titrek nefesimi dışarı verdim ve göz kapaklarımı yavaşça araladım. Öptüğü gözlerimde bıraktığı sıcaklık hâlâ üzerimdeydi, içimde hem acı hem de hüzünle karışık bir his bırakmıştı. Saat hızla ilerlerken, Asuman, Saliha anne ve ben yemeğimizi bitirip el birliğiyle sofrayı topladık. Cezayir ile saatler önce tanıştığım Turan abi arka bahçede kafa kafaya oturmuş, sessizce yiyip içiyorlardı. Yorgunluktan daha fazla ayakta duramayan bedenimle, kendimi odama atmak üzere ayağa kalktım. “Kızım, zahmet olmasın, sor bakayım… Kayfe içerler mi? Yapayım şöyle köpüklü bir köz kayfesi,” dedi Saliha anne. “Sorayım hemen,” diyerek salondan çıktım ve arka bahçeye doğru yürümeye başladım. Adımlarım sazın eşlik ettiği sesi duyunca büyük ağacın dibinde duraksadı. Ben bu yıl yarimden ayrı düşeli Her günüm bir yıla döndü gidiyor Yine zindan oldu dünya başıma Gönlüm ataşlara yandı gidiyor Ömrüm boş hayale kandı gidiyor Cezayir’in sesi, türküyle birlikte bahçeye yayılırken, olduğum yere çivilenmiştim. Zar zor bir adım attım ve duvarın kenarına kadar ilerledim. Kafamı usulca uzatarak baktım. Turan abi dirseğini sandalyeye yaslamış, elindeki bardağı sallandırıyor, kafası yere eğik, gözleri boşluğa dalmış öylece oturuyordu. Cezayir ise arkası bana dönük, parmakları tellerin üzerinde dans ediyor, sesi bahçeye yayılıyordu. Turan abinin kafasını kaldırıp bardağı diklemesiyle kendimi hızla geri çekip duvarın dibindeki taşlarla çevrili çeşmenin yanına oturdum. Yine zindan oldu dünya başıma Gönlüm ataşlara yandı gidiyor Ömrüm boş hayale kandı gidiyor Soğuk betonun üzerinde oturmuş, uzun uzun türkü mırıldanan adamı dinliyordum. Cezayir’in parmakları tellerin üzerinde öylesine ustalıkla dolaşıyordu ki, çıkan her notada içime bir hüzün işliyordu. Yanık sesi, sessizliğin içinde titreyerek yükseliyor, ruhuma dokunuyordu. Olduğum yerden kıpırdayamıyor, sadece onu dinlemekle yetiniyordum. Arada, Turan abinin kısık sesi de melodiye usulca karışıyor, geceyi daha da derin, daha da anlamlı kılıyordu. Zaman, o an sanki durmuş, ben de sadece o müziğin ve sessizliğin içinde eriyip gitmiştim. Uzaktır yolların, dolandım geldim Tatlıdır dillerin, bağlandım kaldım Günahı boynuna, işte ben öldüm Gönlüm ataşlara yandı gidiyor Ömrüm boş hayale kandı gidiyor Kalın, tok sesiyle türkü adeta bir balyoz gibi çarptı içime. Dudaklarından dökülen her cümle, içimdeki ateşi büyütüyordu. Küçük kıvılcımlar bir anda büyüdü, beni içine çekti. Yandı, yandı, yandı… Kimse fark etmedi bu yangını. Kimse göremedi yanacak olan Nazenin’i… “Yıllar sonra aldın ele sazı…” Turan abinin neşeli ama alay dolu sesi, beni dalgınlığımın içinden çekti. “Çok ısrar ettin kardeşim,” dedi Cezayir sakin ama keyifli bir tonda. Derin bir iç çektim. Sesinin böylesine yanık ve güzel olacağını tahmin etmemiştim. Bahçe kısa bir sessizliğe büründü. Hafif esen meltem, böceklerin cılız sesleri geceye karışırken, ben kalkıp eve yürümek için arkamı döndüm. Duraksadım. Dinlememeliydim, ama kendimi tutamıyordum. “Yıllar oldu lan! Hâlâ mı? Şu evlilik işi hayırlısıyla so-" Cezayir’in sıkıntılı, sert ve anlamını yitirmiş sözleri kulaklarıma doldu. “Sik sik konuşma Cezayir! Sanki bilmiyormuş gibi..” “Alışmaya bak! En azından bir süreliğine.. sık dişini işte oğlum!” Cezayir'in baskın, taviz vermeyen sesi geceye karıştı. Onun sözlerinin ardından alaylı bir kahkaha bahçeyi doldurdu. “Bana diyeceğine sen alış, sen! En azından benimki bir yerde son bulacak. Ya seninki?" “Turan!” “Tamam, tamam, meseleyi kapat,” dedi Turan abi sinirle karışık bir alayla. Anlamaya çalışmadım. Anlamak istemiyordum. Canımın yanmasını istemiyordum. Daha fazla duramayacağımı anlayınca, büyük ağacın arkasından dolanıp görünmeden eve yürüdüm. Son anda kulaklarıma dolan sesler bile adımlarımı durdurmadı. Kaçmayı seçtim; yanmak tercihim değildi. Aslında ardımda bıraktığım her şey, içimdeydi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE